4 günde Toskana

Pisa’dan Lucca’ya uzanmak, Ortaçağ dokusunu hissetmek, Palio Yarışları’nı izlemek, Arno’nun Pisa’daki kolundan yola çıkıp Floransa’daki diğer kıyısına ulaşmak, Dante’nin Beatris’e olan platonik aşkına şahit olmak ister misiniz?

4 günde Toskana


Bir doğal müze: Floransa
Sabah erken saatte A11 otoyoluna bağlanıp; daha önce onlarla filme plato olmuş, dokusuyla dünyanın sayılı yerlerinden biri olan, her taşında tarihin kalıntılarını bulacağımız Firenze’ye (Floransa) doğru yola çıkıyoruz… Kuzey İtalya’nın mutlaka görülmesi gereken yerlerinin başında gelen Floransa’da ilk durağımız Academia Mouseum olacak. Resmi kayıtlara göre M.Ö. 59 tarihinde Roma İmparatorluğu döneminde, Romalılar’ın güneyden kuzeye seferlere giderken konaklamak için seçtikleri topraklar olan Floransa’nın etrafı tepelerle çevrili olduğundan askerler açısından güvenlikliymiş. Ayrıca daha önce Pisa’da gördüğümüz, İtalya’nın dördüncü büyük nehri Arno’nun bir ucu Floransa’da bulunuyor. Sezar, Kleopatra’ya olan aşkını göstermek için o dönemlerde çiçeklerle süslü şenlikler düzenlermiş. Şehrin adı da işte buradan geliyormuş. İtalyan Rönesansı’nın doğum yeri olarak bilinen Floransa, edebiyatın da merkezi. Nitekim Leonardo da Vinci, Michelangelo, ünlü şair-yazar Dante Alighieri burada yetişmiş. Okuma-yazmanın yasak olduğu dönemde çıkarılan eserlerin orijinallerini gördüğünüzde nutkunuz tutuluyor.

Ölümsüz Beatrice
Çok önemli sanat galerileri ve müzeler bulunan Floransa’da biz ziyaret için Galleria Della Accademia’yı seçtik. Kapıdan geri dönmemek için biletlerini daha önceden almanız gereken müzede Michelangelo’nun özgürlüğü temsil eden David heykelinin aslını görebilirsiniz. Müzenin çevresindeki çok sayıdaki kitapçılardan Dante’nin ahirete yapılan yolculuğu anlattığı ‘İlahi Komedya’sını da alabilirsiniz. Dante demişken… En önemli yerlerden ikisi, Dante’nin evi ve kilisesi. Ünlü şairin dokuz yaşında görüp aşık olduğu ve sonsuz bir sevgiyle bağlandığı platonik aşkı Beatrice’in portlerinin tasvir edildiği eserleri de göreceğiniz kilisede (Chiesa di Santa Margherita dei Cerchi), sanatçının ölümsüzleşen ve efsaneleşen duygularına şahitlik ediyorsunuz. Kilisenin hemen çıkışında, yerdeki bir taşa işlenmiş Dante’nin silüetini bulmadan oradan ayrılmayın derim.

İlk  çıplak heykeller burada
David heykeli olmak üzere üç papa (X. Leo, VII. Clement, XI. Leo), çok sayıda Floransa hükümdarı ve daha sonra Fransa kraliyet mensupları yetiştirmiş olan Medici Ailesi’nin sarayı da görmeniz gerekenler listesinde olmalı. Sarayın bulunduğu yer, kentin merkezindeki Piazza della Signoria (Signoria Meydanı), tarihi binalar, ilk çıplak heykeller ve anıtlarla dolu büyüleyici bir meydan. Burada deniz tanrısı Neptün’ün heykeli, Neptün Çeşmesi ve David heykelinin kopyası da bulunuyor. Kentin en önemli kilisesi, yapımı 1296-1436 tarihleri arasında süren Duomo ya da diğer adıyla Santa Maria del Fiore (Floransa Katedrali). Yüzyıllar arasındaki yolculuğunuz arasında yorulduğunuzda sokak aralarındaki arabalarda satılan bizde ‘işkembe’ denilen ve sadece Floransa’da satışına izin verildiğini öğrendiğimiz aperitif tatlarla doyabilirsiniz. Ya da bizim gibi Şef Marco Stabile’nin ellerinden çıkan yemekleri yemek için Ora d’aria Ristorante’ye uğrayabilirsiniz.
Floransa’yı anlatmak için sayfalar yetmez. Bunun için ‘ölmeden önce görülecek yerler’ listenizde mutlaka ilk beşte olsun ve gezmek için 2-3 tam gününüzü ayırın. Ben de tam bu düşüncelerle gün sonunda Grand Hotel Cavour’daki odama çekiliyorum…

Beyaz Trüf
Doğal güzelliğinin yanı sıra Hz. İsa’ya adanmış Kutsal Çarmık Kilisesi ve onun yanındaki San Miniato Kilisesi, bölgenin karakteristiğini gözler önüne seriyor. Önce belediye binasında başkan vekili Cesare Andrisano tarafından ağırlanıyoruz. Bölgenin turistik ve tarihi önemi hakkındaki konuşmaların ardından trüf mantarı üzerine detaylar öğreniyoruz. Kilosu 4 bin ile 7 bin arasında değişen ve toprağın altından çıkarılan beyaz trüf mantarı, bölgenin dikkat çeken özelliği. Tazelerine denk gelmek istiyorsanız, ekim-ocak ayları arasında, iklimin ve şartların durumuna göre mantarlar toplanıyor. San Miniato romantik düğünler için de muhteşem bir atmosfer. Dört yıldızlı seviyede bir tören istiyorsanız; oteldeki gecelik konaklama 100 euro, düğün yemeği için de yaklaşık 70 euro ödüyorsunuz. Farklı bir ‘evet’ demek isteyenler not alsın! Dört günlük Toskana gezimizde sanırım en güzel yemeği San Miniato’daki Ristorante Pepenero’da yiyoruz. Şef Gilberto Rossi’nin elinden çıkan siyah trüflü carpaccio’nun ve minik bir servet değerindeki beyaz trüflü ravioli’nin lezzetini uzun süre hafızamdan silebileceğime inanmıyorum. 

Bisiklet şehri Lucca
Ve Rönesans döneminden kalma çok iyi korunmuş, surları ile ünlü olan Lucca’dayız... Porta San Pietro, Porta Santa Maria ve Porta San Donato olmak üzere üç kapıdan yani iç içe geçmiş üç şehirden oluşan Lucca, bisiklet şehri olarak biliniyor; çünkü hep düz sokaklardan oluşuyor, hiç iniş-çıkış yok. Zaten şehre adımınızı attığınız andan itibaren şık giyimli erkeklerin, döpiyesli kadınların ve çocukların hiçbir engele takılmadan bisiklet kullanmalarına hayran kalıyorsunuz. Bütün Avrupa ve Akdeniz’deki ipeğin başkenti olan Lucca’da tam 43 tane kilise var; en önemlilerinden biri Roman tarzında yapılmış olan San Michele in Foro Kilisesi. Dış cephesindeki mermerler Carrara denilen yerden çıkarılmış.

Tarihin izleri olduğu gibi duruyor

Ünlü besteci Puccini’nin de doğduğu şehir olan Lucca, II. Dünya Savaşı’nda uçak bombardımanına maruz kalmadığı için şanslı sayılıyor çünkü bu sayede yapılar sapasağlam duruyor. Şehre girdiğinizde mimari açıdan iki tarz dikkat çekiyor; biri pişmiş kırmızı tuğla. 1200’lerle 1300’ler arasında bütün şehir kırmızı tuğladan yapılmış.
1400-1500 yılları Lucca Toskana bölgesi ipek tüccarlığının en çok yapıldığı dönemlermiş ve bu sayede gelir düzeyi yüksekmiş. Zaten 1400’lerden sonra zenginliği gösterebilmek için Rönesans tarzına geçilmiş. Surların üst üste iki kat yapılmasının sebebi ise Floransa’ya karşı kendilerini savunmakmış. Napolyon istilasına kadar da Lucca kendi başına bir Cumhuriyet olarak kalmış. Her yıl temmuz ayı boyunca Lucca’da yaz festivali yapılıyor ve çeşitli müzik grupları Piazza Napoleone’de (Napolyon Meydanı) konser veriyor. Söz Napolyon’a gelmişken... Fransız Devrimi’nin generali, Lucca’ya geldiğinde şehrin anahtarını direkt teslim etmişler kendisine. Kız kardeşi Eloise Bonapart için bir saray yaptırmış ve Eloise 10 sene boyunca Lucca’da prenses ilan edilmiş. Bu bölgede Toskana mimarisini değil, Fransız tarzını görüyorsunuz. Torre Guinigi (Guinigi Kulesi) görülesi yerlerden biri çünkü buraya Babil’in Asma Bahçeleri’nden esinlenerek tepesine ağaçlı bir bahçe yapılmış. Herkesin buluşma noktası ise Piazza Anfiteatro Lucca. 1980’lere kadar burası pazar yeriymiş ama artık kafe ve restoranların yan yana olduğu bir meydan. Akşam yemeklerinden sonra neredeyse tüm şehir Piazza San Michele’in olduğu meydanda toplanıyor. Olağan dışı kalabalığı ve kaldırımlarda oturan insanları ilk gördüğünüzde ‘olay var’ sanıyorsunuz ama yükselen kahkahalarla asıl olayı kavramanız uzun sürmüyor.
Hep isteriz de, nereden başlayacağımızı çoğu zaman bilemeyiz aslında...
Neyse ki Türk Havayolları, İtalya’nın Toskana bölgesini keşfetmek isteyenler için yeni destinasyonunu Pisa’ya yöneltti. Roma, Milano, Venedik, Napoli, Bolonya, Cenova, Torino ve Katanya’nın ardından Pisa’yı da uçuşlarına dahil eden Türk Havayolları, artık haftada dört gün İstanbul’dan sefer düzenliyor.

Tam 294 basamak...

Biz de bir grup gazeteci olarak, Toskana Turizm Ofisi ve Türk Havayolları ortaklığındaki ilk uçuş için yaklaşık 2.5 saatte Pisa’daki Galileo Galilei Havalimanı’na uçtuk. Gezimiz boyunca bize eşlik edecek olan Özgür Akgün ve Bertrando Direnzo rehberliğindeki turumuzun başlangıç noktası olan Hotel Bologna’daki odamıza hızlıca yerleştikten sonra kendimizi sokağa attık. İstikamet elbette Piazza dei Miracoli yani ‘Mucizler Meydanı’ydı. Pisa Katedrali’nin (Duomo di Pisa) çan kulesi olarak tasarlanan Pisa Kulesi, meydandaki en merak edilen ve rağbet gören yer. Temeli 1173 yılında alüvyon üzerine atılan ve bu yüzden inşası sürerken (200 yıl) eğilmeye başlayan sekiz katlı kulenin etrafında, diğer tarafa itiyormuş hissi yaratmaya çalışarak poz veren turistlerin arasına karıştık. Fotoğraf faslını bitirip kuleye çıkmak ve kente tepeden bakmak istiyorsanız, 294 basamağı çıkmayı göze almanız gerekiyor. Kulenin hemen yanında tüm heybetiyle duran ve tarihi 1230 yılına kadar uzanan Romanesk mimarinin en güzel örneklerinden olan, mermerden yapılmış ve bin yılı aşan bir geçmişe sahip Pisa Katedrali ile yapımı iki asır süren bir vaftizhane olan ve akustiği ile şaşırtan Baptisterio de Pisa, bize geride bıraktığımız şehri hemen unutturuyor ve tarihte gizemli bir yolculuğa çıkarıyor... Tüyleri diken diken eden meydandaki Camposanto (Anıt Mezar) şehrin sembollerinden biri. Duomo’nun kubbesindeki freskleri, zemindeki mermer süslemeleri, vaiz kürsüsünün oyma desteklerini, vaftizhanede mermer vaiz kürsüsündeki kabartmaları tüyleriniz diken diken seyredeceksiniz.

Makarna ve pizzanın adresi

Meydanı dikine kesen yol Galata Kulesi’nin çevresini andırıyor. Peşi sıra dizili kafelerde pizza yemeden, espressonuzu içmeden ve aynı sokak üzerindeki mağazalardan makarna almadan yolunuza devam etmeyin. Zira çeşit ve fiyat olarak gezeceğiniz diğer yerlere göre daha uygun buradakiler. Kuleden uzaklaştıkça başlayan Rönesans sarayları, Ortaçağ evleri, Gotik ve Romanesk kiliseler, Arno Nehri’ne çıkan daracık taş köşeli sokaklar içinizde saklı kalmış fotoğrafçıyı gün yüzüne çıkarıyor. Pisa’nın tam bir öğrenci şehri olduğunu güneş battığında anlıyorsunuz. En popüler yeri ise Arno Nehri’nin yanı başı. Biraz ilerideki, Giorgio Vasari’nin inşa ettiği Şövalyeler Meydanı’nda (Piazza dei Cavalieri) yer alan Carovana Sarayı’nın (Palazzo della Carovana) heybeti karşısında donup kalırken, yanınızdan geçen atlı arabayla paralel evrene atlıyorsunuz. Akşam yemeğimizi bruschetta’larıyla bizi bizden alan Ristorante La Pergoletta’da yedikten sonra otelimize dönüyoruz...

İnsanı delirten Vespa'lar
Ortaçağ’ın etkilerini rüyamızda da gördükten sonra ertesi sabah erken saatte Pisa’dan check-out yapıp Pontedera’ya doğru yola çıkıyoruz. Hedefimiz Piaggio Museum. Müze, Vespa ve Gilera koleksiyonlarından özel araçları barındırıyor. Vespa modelleri arasında Salvador Dali imzalı Vespa Dali ve rekor kıran diğer modelleri görmek mümkün. 1884 yılında kurulan ve başlarda daha çok otomobil, scooter ve uçak üreten bir şirket olan Piaggio, demiryolu sektörüne hitap ederken, II. Dünya Savaşı sırasında İtalya’nın aldığı darbeler ve ekonomik çöküntü nedeniyle otomobil sektörünün ileri gidemeyeceğini anlamış ve çok ucuza mal edilip yine çok ucuza satılabilen bir araç tasarlanması gerektiğine karar vermiş. Vespa’nın çıkış fikri ise; kadınlar, erkekler ve rahipler tarafından rahatlıkla kullanılabilsin, kirli sokaklarda elbiseleri kirlenmesin düşüncesinden doğmuş... ‘Rengarenk Vespa’lardan birini alıp Türkiye’ye getirsek’ diye hayıflanıp vedalaştıktan sonra otobüsümüzle dünyanın en özel trüf mantarının çıktığı San Miniato’ya uzanıyoruz...
minik bir servet;

Kıpkırmızı şehir: Siena
Sabah erken saatte Siena’dayız. Dar sokaklarının arasında dolaşırken UNESCO’nun burayı neden Dünya Kültür Mirası Listesi’ne aldığını çok iyi anlıyorsunuz. İtalya’nın en çok turist çeken şehirlerinden olan Siena’nın bu kadar merak edilmesinin sebeplerinden biri, Antik Roma döneminden beri düzenlenen Palio yarışları. Ne mutlu ki bizim gezimiz de tam bu tarihe geliyor. 2 Temmuz ve 16 Ağustos tarihlerinde, yani yılda iki kere düzenlenen yarışları izlemek için dünyanın bir ucundan Siena’ya gelen turistler var. Palio at yarışlarında her bir at ve binicisi şehrin Contrada adı verilen 17 semtinden birini temsil ediyor. Yarışın kazananı da yok, kaybedeni de, hatta rehberimizden öğrendiğimize göre bahis oynamak bile yasak. Yarışlardan herhangi bir gelir elde edilmiyor. Buna rağmen yüzlerce insan bu yarışları izlemek için sabahın erken saatlerinden itibaren, yarış saatine kadar bayraklar ve marşlarla moda girmeye başlıyor. Halk Sarayı’nın da bulunduğu (Palazzo Pubblico) Piazza del Campo meydanında gerçekleşen ve sadece 2-3 dakika süren yarışları pek çok İtalyan TV’si yayınlıyor. Geziniz sırasında bu yarışlara denk gelemediyseniz üzülmeyin çünkü Siena’nın her köşesi sizi mutlu etmeye yetecek kadar güzel. Bu arada Halk Sarayı’nın hemen yanında Torre del Mangia, yani Çan Kulesi yükseliyor. Burası Siena Katedrali ile aynı yükseklikte inşa edilmiş ki (88 metre) bu kilise ve devletin eşit güce sahip olduğunun göstergesiymiş. Siena’nın kuruluş efsanesinin simgesi ise iki küçük çocuğu emziren dişi kurt. Roma’nın kurucuları Senio ve Ascanio’nun babaları Remus ve ikizi Romulus’u emziren dişi kurt heykeline, Siena’nın pek çok yerinde rastlıyorsunuz bu yüzden.

İlk türkler
Şehrin en önemli kilisesi (Duomo) Siena Katedrali. Bu katedralin çatı katına çıkan ilk Türkler olduğumuzu açıklıyor rehberimiz. Bu katedralin içine en tepeden bakmak müthiş bir deneyimdi… İtalya’nın en ünlü sanatçılarından Bernini’nin elinin değdiği katedralin yukarısında İsa’nın son akşam yemeği portresi camın üzerine resmedilmiş. Bir de şapeli bulunan katedraldeki azizlerin heykel çalışmalarını, İsa ve Havariler’in varaklı resmedilişlerini nefesinizi tutarak inceleyeceksiniz. Tarih boyunca Floransa ile rekabet halinde olan ve Medici Ailesi’nin ele geçirmesiyle tamamen yıkılıp kırmızı tuğlalarla yeniden inşa edilen bu büyüleyici şehir tüm bildiğiniz şiirleri unutturacak kadar güzel… Tatil rotanıza alırsanız, Siena’ya 2-3
gün ayırın…