Anahtar kelime zevk almak

O, bir anda hayatımıza girdi: Aykut Oğut. ‘Evrenden Torpilim Var’ dedi.

Tiyatroya bulaşmaya, ‘sahne tozu yutmaya’ karar verdiğinizde, kaç yaşındaydınız?
18.

Nereden esti? Kendinizi bu alanda yetenekli mi buluyordunuz?
Yok canım. Ben aslında mimar olmak istiyordum. Ama anladım ki, iki aylık çalışmayla mimarlık kazanılmıyor. “Eee o zaman bari oyuncu olayım” dedim. İlkokuldan beri bir şekilde tiyatronun içindeydim.

Oyuncu olmak için epey uğraşmışsınız. Başarılı, tanınan, adı bilinen, aranılan bir oyuncu muydunuz?
Başarılı evet. Aranılan evet. Ama tanınan biri değildim. Piyasa beni biliyordu ama henüz herkes tanımıyordu. Amerika yıllarınız çok maceralı ve belalı.

Bela mı geldi sizi buldu, siz mi çektiniz?
Şimdi fark ediyorum da, hep ben çekmişim. Ama o zamanlar, belanın beni bulduğuna inanıyordum!

Gerçekten o kadar şişman mıydınız?
Evet, evet. Terazide 150’yi gördüm, sonra tartılmayı bıraktım! Yemek yemeyi hep çok sevdim. Hatta 20’li yaşlarımda, bir pizza zinciri, ‘yiyebildiğiniz kadar pizza’ promosyonu başlattığında 24 dilimle rekor bendeydi! Bildiğin obezdim yani. O yıllarda gözlerinizden birini de kaybediyorsunuz.

Bu olay, hayatınızı ne kadar değiştirdi?

Negatif olarak hiç. Aksine, bana çok şey kattı. Ama ilk hafta çok panik olmuştum. Çünkü sağ gözüm sabit bir yere bakarken, sol gözüm odaklanabilmek için bir şeyler arıyordu. Yani kendi kafasına göre, pır pır dönüp duruyordu ve gerçekten korkunç bir manzaraydı. Allah’tan odaklanacak bir şey bulamayınca, sağ gözü takip etmeye başladı. Ve sonra hayatınızı toptan değiştirmeye karar verdiniz.

Neden? Sizi harekete geçiren neydi?
Başından beri, istediğim şeyleri elde edebileceğimi hissetmeme rağmen, hala niye elde edemediğimi sorgulamaya başlamıştım. “Yahu herhalde bir yerde bir hata yapıyorum!” dedim ve o sırada sevgili hocam Darel karşıma çıktı.

Eeee?
Darel ile ilk çalışmaya başladığımda, beş parasızdım. Onun ücretini ödemeyi bırak, kiramı bile zar zor ödüyordum. Ama onunla çalışabilmeyi de çok istediğim için, asistanı olmayı teklif ettim. Yani o beni eğitecekti, ben de ona asistanlık yapacaktım. Sonra ilişki ilerledikçe, onun workshop’larına yardımcı eğitmen olarak girmeye başladım. Sonra Darel’ın öğrencileriyle o yokken çalışmalarımız başladı. Derken, yavaaaş yavaaaş kendi öğrencilerim oluştu.

Siz de bir yaşam koçu oldunuz yani.

Evet.

‘Yaşam koçu’ ne demek?
Deneyimlerini aktaran ve bunlardan, senin çıkardığın sonuçları, kendi hayatına uygulamanda yardımcı olandır… Diyebiliriz.

Diyebiliriz de… Ben anlamıyorum: Yani ne yapar yaşam koçu, müşterisinin hayatını mı yönetir?
Asla! Aman diyeyim aman! Öyle birine denk geldiyseniz, hemen kaçın oradan. Yaşam koçuna en azından bana objektif bir arkadaş diyebilirsin. Benim yönetebileceğim tek hayat, kendiminkidir. Biri bana geldiğinde, o nereye doğru gitmek istiyorsa, ben o noktaya gitmesine yardım ederim. Hatta gitmek istediği yer, toplumun bütün algısına, ezberlerine aykırı gibi görünse bile.

Bir sürü sıfatınız var. Oyuncu, seslendirmeci, yönetmen, sinemacı yazar ve yaşam koçu… İnsanın bu sıfatlardan birine odaklanması gerekmez mi?
Yok işte öyle bir şey. Takılıp kaldığımız şablonlardan biri de, bir tek şeyi yapmak zorunda olmak. Bize hep böyle öğretildi. Halbuki, birçok şeyi eğer biz izin verirsekaynı anda yapabiliriz. Odağım, o sırada hangisinden zevk alıyorsam onda. Anahtar kelime, zevk almak. Mecburiyetten hiçbir şeyi yapmam. Eğer zevk alarak yapıyorsanız hiçbir şey karışıklığa sürüklemez sizi, aksine sonsuz bir haz verir. Kişisel gelişim kavramı, özellikle ‘Secret’la birlikte, hayatlarımızı domine etti ama artık sanki etkisi hafifliyormuş gibi.

Sizin teziniz de, günün birinde eskiyip unutulmasın?
Yok hayır, bunun zaten tezden çok daha ileride bir şey olduğunu, bire bir kendi hayatımda gördüm.

İlk kitabınız, ‘Evrenden Torpilim Var’ın 100. baskısı tükendi. Bu mesela sizin için, tezinizin doğrulanması mı?
Bence öyle. ‘Evrenden Torpilim Var’ diye bir kitap yazıp, bir yıl sonra hala en çok satanlar listelerinde ilk beşte olmak, anlattıklarımın en güzel kanıtı. Tamam, kişisel gelişim aldı başını gitti, yalan yanlış uygulanıyor, 10 günde yaşam koçluğu sertifikası verenler bile var. Hayırlısı diyorum. Ama inanın bana, bir süre sonra, sular durulacak ve gerçekten bu işi yapmak isteyenler kalacak.

Evrene sipariş vereceğimiz taleplerimize odaklanmamız gerekiyor anladığım kadarıyla…
Evet. Biz odaklanınca, evren ‘gerçekten’ ne istediğimizi anlıyor.

Nasıl anlıyor?
Odaklanmayı telefon numarası gibi düşün. Kiminle konuşmak istersen, onun numarasını çeviriyorsun, değil mi? Daha şu ana kadar numara çevirmeden, birini arayıp konuşabilmişliğin var mı? Aynı şey. Odak, istediğin bir şeyin telefon numarasıdır diyelim.

Bize, yıllarca büyüklerimiz, egomuzdan kurtulmayı öğretmeye çalıştı. Tamam başaramadılar, o ayrı. Ama şimdi siz, tam tersi şeyler söylüyorsunuz: Neredeyse, egomuza teslim olduğumuz için şükredeceğiz. Neden? Egolarını büyüten insanlar, sonunda birbirlerine girmezler mi?
Sadece büyükler değil, binlerce yıllık öğretiler de bunu yaptı. İşe yarasaydı, birileri sence şimdiye bunu başaramaz mıydı?
Bence imkansızın peşinden koşulduğu için başarılamadı. Egolarını büyüten insanların birbirine girmesi, benim de başında korktuğum bir durumdu. Ama öyle olmadığını, bunun sadece geçmişten alınan bir şablon olduğunu anladım. Soruna şöyle bir soru ile cevap vereyim müsaade edersen. “Çok değil, bundan 50 yıl önce, kadınlar haklarını ellerine alırlarsa ortalık arapsaçına döner zannedilmiyor muydu?” Demek her zannedilen doğru olmak zorunda değil! Yani ego da kötü bir şey değil…

Değil tabii.
Bir insanın isteyebileceği her şey, para ilişkikariyerle sınırlı mı?
Kesinlikle sınırlı değil. Evrenin bilmediği tek kavram sınır zaten. Değişik talepler de olabilir. Ve bunun için özel hiçbir şey yapmaya gerek yok. Yeter ki gerçekten iste. Ve odaklan.

Siz mesela, eşinizi evrene sipariş ettiniz mi? Ya da o sizi?

Siparişsiz hiçbir şey olamaz. Elbette, ikimiz de kendi çapımızda bunu yaptık.

İkiniz de yaşam koçusunuz, sizin birbirinizle ters düştüğünüz, sesinizi yükselttiğiniz olmuyor mu? Kişisel gelişimciler, kavga etmezler mi?

Çok nadiren de olsa tartışıyoruz. Ama buna, kavga diyemem. Sadece gerilim oluyor. Tamam, birkaç defa seslerin yükseldiği de olmuştur ama çok kısa süreli ve mutlaka çözüm odaklı. Ben özellikle Türkiye’de yaygın olan şu cümleyi hiç anlayamıyorum: ‘Canım işte, her ilişkide olduğu gibi biz de kavga-dövüş yuvarlanıp gidiyoruz!’ Bizim için, eğer haftanın ya da ayın yüzde beşinden daha fazlasında bir itişip kakışma varsa, büyük sorundur ve hemen masaya yatırılması gereklidir.

Diyorsunuz ki, insanlar odaklanırlarsa, istedikleri her şeyi yaratabilirler. Aklıma takıldı: Ortaçağ’daki simyacılar acayip istiyorlardı ama bakırı altın yapamadılar… Neden?
‘İsteyin, her istediğiniz olsun’, tek başına tabii ki yeterli değil. Yeterli olsaydı zaten, bunları konuşuyor olmazdık. Simyacılarla ilgili sorunun cevabını bilsem, valla dükkan senin hemen söylerdim! Ama onun yerine kendimle ilgili çok sevdiğim bir özelliğimden bahsedeyim. Sanırım başarımın, elde ettiklerimin ana sebeplerinden biri şu özelliğim: Kimler neyi, niye, nasıl yapamamışa bakacağıma, kendi yaptıklarıma ve yapamadıklarıma bakarım. Zaten kitaplarımda hiç teori yoktur. Ben neyi becerdim ve beceremedim sadece onu paylaştım. Ben birilerini, ‘kurban olmak’tan kurtarabiliyor olsaydım, inan bana İstiklal Caddesi’ne masa kurar, her gün 100 kişiyi kurtarır, 5-10 yılda bu ülkeyi, dünyanın en güzel ve huzurlu ülkesi yapardım. Öyle bir şey yok! Ben sadece, insanlarla, kendim kurbanlıktan nasıl çıktığımı paylaşıyorum. Seçim onlara kalmış. Aynı şeyleri kendi hayatlarına uygulamak isterlerse, o zaman evet kurban rolü oynamayı bırakabilirler. Kendini kurban rolünden çıkartmış binlerce insan oldu çalıştığımız. Ama altını bir defa daha çizmek istiyorum; ben onlara kendi arzu etmedikleri hiçbir şeyi yapamam. Hayatlarını değiştirecek olan onlar, kendileri…Yeni kitabınızın adı yok ama kapağında ayna var. Manası nedir?
İlk kitabım yayınlandıktan sonra şunu fark ettim: Herkes okuduğunu kendine göre yorumluyor. Ancak gözümüzle gördüğümüz şey, net kavranıyor. Kitabın kapağına ayna koyma sebebim bu. Benim insanlarla paylaşmak istediğim iki temel kavram var: 1. Hayatta kendilerinden başka bir kaynak yok. 2. Yaşadığımız sorunların çoğu, başkalarının şablonlarını takip etmemizden kaynaklanıyor. Tamam, kitabın içine bunları yazdım yazmasına ama bir de göstermek lazım diye düşündüm ve ayna koydum!

Kitabınızda savunduğunuz fikirlerin bilimsel bir temeli var mı, yoksa bu bir inanç sistemi mi?
Aslında tamamen bilimsel. ‘Kuantum’ kelimesini biraz da korkarak kullanacağım çünkü Türkiye’de bu kelimenin suyu çıktı. Herkes her yaptığının başına kuantum koymaya başladı. Benim bahsettiğim, bilim dalı olarak dünyada kabul edilmiş olan ‘kuantum fiziği.’ Ama inanç sistemlerinin yönettiği bir kuantum fiziği…

Bu sistemin içinde, insana her istediğini veren bir ‘evren’ var, öyle değil mi?
Nasıl oluyor da insanların isteklerini duyabiliyor ve daha da önemlisi, nasıl bir mekanizmayı harekete geçirerek o istekleri gerçekleştirebiliyor?
İnsana, her istediğini öylesine veren bir evren yok. İnsana, ait olduğu gerçekliği sağlamak zorunda olan bir evren var. ‘İstemek’ ile ‘ait olmak’, elma ile sandalye kadar birbirinden farklı. Şöyle açıklamaya çalışayım: Bankaya gittiniz. Banka size paranızı istediğiniz zaman vermek zorunda. Ama bu, banka size her istediğiniz meblağı ödeyecek demek değil. Siz, içeri ne kadar yatırdıysanız, ancak o kadarını alabilirsiniz. Yani ne kadarı size aitse, o kadarını. Evreni de bir enerji bankası olarak düşün. BENCİL OLUN

Bir de ‘bencilliğin tadını almak’tan söz ediyorsunuz. Bize, bencilliğin hep kötü bir şey olduğu öğretildi. Siz, kafamızdaki bu kötü bencillik kavramını, ters yüz mü edeceksiniz?
Elbette bencillik kötü bir şey olarak öğretildi; çünkü siz ‘ben’cil değil, ‘onlar’cıl olduğunuz sürece, onlar her istediklerini elde edebilecekler. Bir insanı kontrol edebilmek istiyorsanız, önce onun ben olma hakkını elinden almanız gerekiyor. Bilmem anlatabildim mi? Benim bencil olmaktan kastım, hep bana, ben bana, sadece bana bana bana, demek değil. Bir toplumda yaşıyoruz, tabii ki başkalarının da hakları var. Benim kastettiğim, başkalarına verirken, ben olmaktan vazgeçmemeniz. Ben olabilmeyi koruyabildiğiniz sürece vermeniz.

Bir örnekle anlatırsanız daha iyi anlarım…
Çok yakın bir arkadaşınız o gece dışarı çıkmak istedi ve sizin sabahın köründe bir toplantınız var diyelim. Eğer istemeye istemeye sırf onu kırmamak için yanına gittiyseniz, bence bu arkadaşlık değil, sahtekarlık. Halbuki, siz bencil olsanız ve kendisine “Bu akşam değil, yarın akşam çıkalım! Benim de dikkatim sabahki toplantıda değil tamamen sende olur o zaman” diyebilseniz, hem bencil hem de oncul olabileceksiniz.

Bu güzelmiş, itirazım yok. İşin püf noktasını oluşturan bir de ‘çekim yasası’ var öyle değil mi? Sizin açıklamalarınıza göre, birileri yağmuru çekiyor. İyi güzel ama yağmuru açıklayan bilimsel tezler, soğuk ve sıcak hava kütlelerinin çarpışması, bulutların şekli vesaire ne olacak?
Her şeyin gerçekleşebilmesi için, elle tutulur bir şekle ihtiyaç var çünkü zaman ve mekanın var olduğu bir dünyada yaşıyoruz. Ama olayı, iki boyutlu düşünmemek lazım. Yani “Aa yağmur yağıyor, Ayten kız sen mi çektin şimdi bunu, Allah canını almasın!’ kadar basit değil. Ona bakarsan, bir iş bulduğunda da telefonun çalıyor ve biri seni arıyor. “Ee, şimdi bu işi sen mi kendine çektin yoksa onlar mı seni aradı” diye de sabaha kadar tartışabiliriz.

Pınar Altuğ ve Yağmur Atacan'ın kızları Su 15 yaşına girdi! Eşi ve kızlarıyla Mauritius'a giden Sinem Kobal'dan yeni kareler İşte Öyle Bir Geçer Zaman ki'nin Osman'ı Emir Berke Zincidi 90'lı yılların yakışıklısıydı... İşte Kaan Girgin'in son hali... 'Kızılcık Şerbeti'nden yeni 2. fragman: Daha önce tanışmış mıydık Demet Şener: Sevgilime gönülden bağlıyım, evlilik şart değil