Aşktan ümidi asla kesmemek gerek.
Aşktan asla korkmamak gerek.
Aşktan korkma! (Burada Cem Adrian’ın ilgili şarkısı acilen çalınıp dinlene!)
Asla asla asla!
Bu sayfayı bööööyle; Bodrum mavi-yeşili, begonvil pembesi kalplerle doldurmak gerek.
Aşk çok acayip bir şey.
Çok.
Oluruna bırakılacak gibi bir şey değil.
Hiç değil.
Aşkı azıcık abartarak yürekten aramak, pek fazla abidik gubidik her şeye takmadan gönül kapısını açık tutmak gerek.
Gönül kapısı diye bir şey var, evet.
Çok fazla şart koştun mu, kural ve kaide sorguladın mı, aşk direkt kaçıyor.
Ya da tadı kaçıyor. (Yeminle!)
Aşkın ne zaman, nasıl ve nerede başına geleceği de hiç belli değil.
Yaşı başı da belli değil.
O kısmı hep sürpriz.
Mesela bu hiç değişmeyen kaide.
Yani yaz bitti, aşkı bulamadık diye bir şey yok.
Yalan o...
Eylül meylül dinlemez çalar kapını bir sonbahar günü de.
Yetmez kış vakti de...
Kar yağıyordur, evden dışarı adım atamıyorsundur; ama aşk sana adım atar ansızın işte.
Bazen hiç konuşmayan, çok yaşlı birilerini göru¨yorum; hiç konuşmasalar da, kumrular gibiler.
Bana her daim umut veren işte o kumrular.
O yaşta dediğin yaşta bile aşık olmuşlar...
Aslında insan sanırım ‘gençken’ bilemiyor bu aşkın tadını çıkartmayı.
Egolar megolar süperegolar giriyor işin içine.
Bazen o kumrulara utanmadan yanaşıp soruyorum; eşlerini kaybetmişler, ama hiç beklemedikleri bir anda yeniden aşka tutuşuvermişler.
Bu bir önceki aşka ihanet değil hiç bile.
Tam tersine hayata sonsuza dek tutunma, nefes aldığın sürece yaşamayı başarma olayı.
İnsan yaşadığı sürece duyguları hayattaysa aşık da olabilir pekala.
Yaşarken şunu anladım bir de; aşka dair dilekler tutup dualar ederken, kesin çok daha net bilgi verilmeli evrene.
Geniş ve her yere çekilebilir isteklerin oldu mu, kayma ve sapma çok fazla oluyor.
Tam olarak ne istiyorsan isteyeceksin.
Açık sözlü olacaksın, net olacaksın dileklerinde.
Mütevazı veya korkak veya işte ne bileyim, titrek olmayacaksın.
Ama geyiğe kaçmamaya, bunu alaycı şekilde yapmamaya da özen göstereceksin.
Söylemlerine dikkat edeceksin.
Tam devam ederken inanmaya, bir anda ‘yok abi bana olmuyor, ben ümidi kestim...’ gibi şeyler demeyeceksin. Saatine denk geliyor.
İnanmaya, istemeye, evrenle konuşmaya devam.
‘Aşk’tan ümidi kesme.
Mesaj alındı.
Tamam.
Yonca ‘Aşk-er’
Aylardan Likya, ölene kadar Likya!
Geçen sene, hayatımın en zor zamanında gittim Likya Yolu Ultra Maratonu’na.
Ayağımdaki kalıcı hasarlarla...
Tınmadım.
Gidesim vardı.
Olay kafamda bitmişti. Deneyecektim.
Yapamazsam, yapamamış olur ve gönüllü olarak organizasyona yardım ederim demiştim.
Dünyadan kopup tarihe ve doğaya sığınasım vardı.
Kendimi sıfırlamaya, içimdeki çöplüğü boşaltıp yeniden yeşermeye.
Oldu da.
Her şey Likya Yolu Ultra Maratonu’nda birden geçti, bitti, iyileşti.
İçim kendiyle barıştı.
Argos Kültür Sanat’a kocaman bir teşekkür borcu var bu ülkenin.
Hem tarih hem spor hem de psikolojisi adına.
Bizlerin bu borç.
Argos Kültür Sanat, Likya Yolu Ultra Maratonu ve Runfire Cappadocia Ultra Maratonu’nu gibi iki çok zor organizasyonun sponsorluğunu yapıyor.
Kocaman bir ekiple ultra maraton ve yavru ultra denemeleri yapan doğa sporu severlerin yanında kapı gibi duruyor.
Türkiye gibi, değil ultra maraton, düz koşu yapmanın bile garip karşılandığı bir ülkede yel değirmenleriyle savaşmak gibi bir şey yaptıkları.
Basın da yer vermez doğru düzgün; hakkı da teslim edilmez bu şahane organizasyonların...
Ama Argos Kültür Sanat vazgeçmez.
Reklam için değil, spor için, güzelim dünya şahanesi tarihimiz için yapar bunu.
İyi ki varlar.
Nitekim, geçen sene bir karar almıştım.
Tüm zorluklarına rağmen, Allah sağlık versin, nine olsam yine de gideceğim Likya Yolu Ultra Maratonu’na.
O yolu adım adım aşacağım.
Bütün tarihi ve doğal güzelliklerimizi belleğime kazıyacağım.
Hatta öylesine ezberleyeceğim ki o güzel yolu;
Son nefesim gelip gözlerimi kapattığımda;
Kendimi Gelidonya Feneri’nin orada...
Tam da bulutlarla denizin birbirine karışıp Olympos’a dönüştüğü o mucizevi manzarada
Güneşin doğduğu andaki ışığa bıraktığımı hayal edeceğim.
Huzurla...
Yonca 'Likyalı'
Ben ölecek adam değilim
Kapımı çalıp durma ölüm,
Açmam;
Ben ölecek adam değilim.
Alıştım bir kere gökyüzüne;
Bunca yıllık yoldaşımdır bulutlar.
Sıkılırım,
Kuşlar cıvıldamasa dallarında,
Yemişlerine doymadığım ağaçların,
Yağmur mu yağıyor,
Güneş mi var,
Farketmeliyim
Baktığım pencereden.
Deniz görünmeli çıksam balkona.
Tamamlamalı manzarayı
Karlı dağlarla sürülmüş tarlalar.
Ekmekten olamam doğrusu,
Nimet bildiğim;
Sudan geçemem,
Tuzludur teneffüs ettiğim hava.
Ya nasıl dururum olduğum yerde,
Öyle upuzun yatmış,
İki elim yanıma getirilmiş,
Hareketsiz,
Sükûta râmolmuş;
Sanki devrilmiş bir heykel?
Ellerim ne der sonra bana?
Soğumuş kalbime ne cevap veririm?
Utanmaz mıyım ayaklarımdan?
Kalkmalıyım,
Dolaşmalıyım,
Sokaklarda, parklarda.
El sallamalıyım
Giden trenlere,
Kalkan vapurlara.
Bilmeliyim,
Gölgelerin boyundan,
Saatin kaç olduğunu...
Islık çalmalıyım.
Türkü söylemeliyim
Yol boyunca,
Keyfimden ya hüznümden.
Geçmiş günleri hatırlamalıyım,
Dalıp dalıp akarsuya,
Hayaller kurmalıyım,
Güzel geleceğe dair.
Yanımdan geçenler olmalı,
Selâm almalıyım;
Robenson’u düşünmeliyim,
Garipliğini:
Şükretmeliyim
İnsanlar arasında olduğuma.
Nedir ki eninde sonunda ölüm?
Ayrı düşmek değil mi aşinalardan?
Kapımı çalıp durma ölüm,
Açmam;
Ben ölecek adam değilim.
Cahit Sıtkı Tarancı