Bahar depresyonu nasıl bir şeydir Tanrım?! Hava güzel, açık, dışarıda güneş parlıyor, kuşlar cıvıl cıvıl ama gel gör ki insanın üzerinde bir yorgunluk, bıkkınlık, tükenmişlik hali, hayat başlı başlına bir külfetmiş gibi günü doldurma ruh hali…Hani havalar açınca insan mutlu olurdu? Hani yaşama sevinci dolardı insanın içine? E oldu mu bu böyle? Sabahları çalar saatin o sinir bozucu sesi ile uyanmak, aynanın karşısında bu kış da verilmemiş kilolarla yüzleşip okul forması haline gelmiş kıyafetleri üste geçirmek, işe gitmek için o korkunç sabah trafiğini çekmek ve tabii ki işte lüzumsuz bir çok insanla muhatap olma zorunluluğu…Her şey aynı…Hayat aynı, ömür geçiyor ve hayal ettiğim hiçbir şey bu bahar da gerçekleşmedi duygusu ile boğuşma…Falımda bu sene gerçek aşkı bulacağım söyleniyordu, hani nerede beyaz atlı prensim, nerede kaldı, yoksa o da bahar depresyonu rehaveti ile mi boğuşuyor, kendi varlığını mı sorguluyor? İşte herkes sokakta sevgilisi ile el ele geziyor, pusetlerin içinde çocuklarını dolaştırıyor bana ne zaman sıra gelecek? Gerçi onlar da ne kadar mutlu tartışılır. O kadar büyük hayallerle evlendikleri adamlar eşofmanlarını beline kadar çekip akşamları maç seyrederken sofrayı toplamak, çocuğa ödevini yaptırmak, ikinci çocuğu yapsam hayatım değişir mi diye düşünmek, doğumdan sonra bozulan vücudu her bahar spora yazılıp kan ter içinde şekle sokmaya çalışmak için uğraşmak çok da keyif verici olmasa gerek! Herkes hayatından şikayetçi, gerçekten bu havalar mı mahvetti insanları yoksa genel mutsuzluk hali parlayan güneş gibi parlamaya mı başladı bilemiyorum. Bu havalarda mı bir şey var yoksa insanlarda mı? Neden herkes mutsuz, depresif? Neden antidepresanlar kuruyemişten daha çok satar oldu? Ne eksik ya da ne fazla? Annem her zaman “Biz çocukken daha mutluydu insanlar, televizyon yoktu, internet yoktu, komşular birbirine gidip sohbet ederdi, yerdi içerdi, kilo derdi yoktu, eşlerin birbirini bu derece aldatması yoktu, aşk vardı, gerçek aşk vardı” diye anlatır. Teknoloji gerçekten bozdu mu bizi? Sanırım Amerikan kültürünün her zaman daha iyisi vardır, elde edebilirsin mesajları sanırım ilk başta televizyonla sızmaya başladı evlerimize, ruhumuzu ve giderek büyüdü benliğimizi sardı. Herkes daha iyisini istiyor, arıyor, Amerikan rüyası yaşamak istiyor, dolayısıyla elindekinden devamlı mutsuz, devamlı şikayet eder halde. İlişkiler, aşk hep daha iyisini bulma üzerine, sanal alemde sanal kimlikler ve kendinden memnun olmamanın getirdiği sanal benliklerle yaşanır hale geldi. Mutlu olmak için Avusturalya’ nın balta girmemiş ormanlarına taşınmak gerekmiyor tabii ama kopyala yapıştır şeklinde başkalarından kopyalayıp kendi hayatımıza uyarlamaya çalıştığımız planlardan ve bu mesajı ilet şeklinde başkalarının onayına sunduğumuz davranışlardan kurtulup biraz “ben” olabilmenin zamanı gelmedi mi artık?
Liseden sonra üniversite sınavları için çalış iyi bir üniversiteye gir, üniversiteden sonra yüksek lisans gerek, iyi bir şirkette iş bulmak olmazsa olmazıdır hayatın. Sabah erken kalk, kahvaltını et aman fazla kalorili olmasın yoksa kilo alırsın, servise bin ve trafiğe çık işe ulaşmaya çalış. Şirkette nasıl terfi edilir ne yapmak gerek, sonsuz bir stres. Bir yandan mülakatlara git ve yeni bir iş bakın çünkü bu işte geleceğin nokta belli, bu sene kaç gün tatil var hesap et, arkadaşlarınla kredi kartına 12 taksit bir tatile git, hafta sonları kahvaltı, gece yemek, yaza yaklaşırken de bir spor salonuna üye ol ki kilo verebilesin malum bikini giymek gerek yazın, canın çok sıkıldığı zaman alışverişe git, çanta ayakkabı ne kadar çok olursa o kadar iyi; kısacası herkes aynı hayatı yaşıyor, aynı rutinlikten şikayetçi. Hani lisede okul koridorunda gördüğün zaman kalbin yerinden çıkacakmış gibi hissedip midene kramplar sokturan,içinde klişe kelebekleri havalandıran, hayatı rutinden kurtaran, sabahları uyanmak için bir sebep yaratan bir duygu vardı;aşk. O nerede? Artık aşk da mı yok? O da mı annemin dediği gibi teknolojiye kurban gitti? Evlilikler delicesine birbirine aşık olup sonsuza kadar birbirine sadık kalma, bir yastıkta kocama durumundan çıkıp üreme amaçlı bir sözleşme haline geldi sanki. Yaş geçmeden çocuk sahibi olayım, yalnız ölmeyim telaşı ile belediye onayı alma haline ne zaman geldi bu evlilikler? Hala kaç kişi kendisini 70 ine geldiğinde parkta eşi ile el ele yürürken hayal edebiliyor bilmiyorum. Üreme amaçlı yapılan evlilikler aldatmalarla sürdürülen, çiftlerin birbirine rol yaptığı bir oyun haline geldi, en kötüsü de bu bir norm haline gelmeye başladı. Aldatmalar, sık yapılan iş seyahatleri, ani çıkan ameliyatlar, çok yorgunum sevişemem bahaneleri, cep telefonuyla gizlice mesajlaşmalar ve tabii cep telefonunu köşe bucak eşten kaçırmalarla yok var sayılmaya başlandı. Sebep; elimde bu var bunu tutayım ama heyecan lazım, hayat rutin ve sıkıcı düşüncesi. Hani okuldayken hayata dair amaçların vardı, inancın vardı, yapmak istediğin birçok şey vardı onlara ne oldu? Tüm o çaba, çalışma bunun için miydi? Neden bu sıkılmışlık hali, günü doldurma isteği, bir gün her şey değişecek umudu ile yaşama durumu?! Tükenmişlik, yorgunluk duygusu sadece baharla mı geldi? Kış depresyonu geçti, bahar depresyonu mu geldi? Yaza her şey değişir ya peki sonbaharda ne olacak? Mevsim geçişleri mi bu kadar çökerten insanları yoksa genel depresif ruh hali mevsimlere göre dalgalanarak yüzeye mi çıkıyor? Belki de mevsim sadece bahane, belki artık silkelenip bir hayata göz atıp neleri değiştirebileceğini düşünmeli insan, hiçbir şeye mecbur olmadığının farkına varmalı, kabullenmesi gereken şeyler olduğu kadar değiştirebileceği şeylerin de olduğunu anlamalı, hayatının kontrolünü eline alabileceğine inanmalı. İnanç ve cesaretle adımlarını atmalı. Filmlerde verilen “İdeal olan budur, ancak bu şekilde mutlu olursun” mesajlarının etkilerinden biraz kurtulup başkaları ile aynı hayatı yaşamaya mecbur hissetmemek, “ideal olan budur, bunu yapmam gerek ancak öyle mutlu olabilirim” ile verilen kararları gözden geçirmek var olan mutsuzluğun sebeplerini bulmak için yapılması gereken şeylerden bir tanesidir. Kopyala yapıştır şeklinde yaşanan ve sonunda rutin ve sıkıntı veren hayatlar, ancak başkaları ne der ile atılamayan adımları atarak değişmeye başlayabilir. En önemlisi insanın kendisini tanıması gerekir, gerçekten ne istediğini, onu neyin mutlu edebileceğini dışarıdan gelen “ideal olan budur” mesajlarına kulaklarını kapatarak bulabilir. Her insan bir noktada birbirine benzer tabii ki ama her insan farklıdır, aynı şeylerle mutlu olmak zorunda değildir. Sonsuz bir sıkıntı ve tükenmişlik hali içinde “belki bir gün her şey değişir” duygusu ile hayata devam etmek mi yoksa bir şeyleri değiştirmek için adım atacak cesareti bulup var olan sıkıntıdan kurtulmanın umuduna dair ilerlemek mi? Seçim sizin. Mükemmel karar diye bir şey yoktur, mükemmel hayat olmadığı gibi ve tabii ki her kararın artı ve eksileri vardır. Yalnız hiç olmazsa verilen bir kararın eksiklerini yaşarken insanın bu kararın tamamen kendine ait olduğunu, kendi istek ve seçimlerinin sonuçlarını yaşadığını bilmesi, ezbere yaşanan bir hayattan ve hiçbir şey yapamamaktan, “keşke” lerle yaşamaktan çok daha güçlü hissettirir kendisini. Ne istediğini düşünmek, ona göre adımlar atmak, değişme cesaretini gösterebilmek hayatına sahip çıkabildiğini hissettirir insana. Sadece bu duygu bile insanı sonsuz bir bıkkınlıktan ve depresif ruh halinden kurtarmaya yetebilir.