Bir obsesifin travmatik mücadelesi
Tüm sivri cisimleri erkek cinsel organı olarak algılayan, kendisine tecavüz edilecekmiş gibi hatta tecavüz edilmiş gibi hisseden, bu yüzden mutfağa giremeyen, evin içinde dolaşamayan, halka açık hiçbir banka ya da toplu taşıma aracına oturamayan, eğer bunları yaparsa hamile kalacağını düşünen bir kadın düşünün. A. L.’nin başına gelen, duyabileceğiniz en garip obsesif kompulsif bozukluk hikayelerinden...
Tedavi süreci başlıyor
Hastalığı yüzünden eşinin ağır bir vicdan azabı yaşadığını ve uzun süre yanından ayrılmadığını söyleyen A.L., annesinin de her gün evlerine gelerek hem çocuğuna hem kendisine baktığını, ev işlerine yardımcı olduğunu anlatıyor. Özellikle de üç yaşındaki bir kız çocuğu için anneannenin varlığı hayat kurtarıcı olmuş. Hayatın kendisi için yaşanmaz bir hale geldiğini sesi titreyerek anlatan A.L., hiçbir sorumluluğunu yerine getiremez bir kadına, çocuğunun ihtiyaçlarını dahi karşılayamayan bir anneye dönüştüğü günleri korkuyla hatırlıyor. Hasta olduğunu kabul etmesi ve acilen bir psikiyatr arayışı içine girmeleri de böylece başlamış. “Ruhsal bir hastalığım olduğunu ve düzenli ilaç kullanmam gerektiğini kabul etme konularında çok zorlandım. Zira saplantılarımın hastalıktan kaynaklandığını anlamak hem çok zor hem de çok ferahlatıcıydı” diyor A.L., tedavi sürecinin başlamasıyla takıntılarının azaldığını gözlemlediği günü ise şu kelimelerle anlatıyor; “Yaşadığım rahatlamayı nasıl tarif edebileceğimi bilmiyorum. Sanki kaynar bir kazanın içinden çıkmış ve kurtulmuş gibi hissettim.” Tedavi sırasında doktorunun ona verdiği tavsiye A. L.’yi çok etkilemiş. Şöyle ki, doktor bu yaşadıklarını ‘beyin ishali’ olarak görmesini söylemiş. Nasıl ki insan ishal olunca bağırsak hareketlerine engel olamaz, OKB hastaları da saplantılı düşüncelere engel olamazmış.Ta ki tedavi olana dek. Bu düşüncenin kendisini çok rahatlattığını söyleyen A. L.’ye konuşmanın en başından beri sormak istediğim soruyu yöneltiyorum bu kez; bu saplantılı düşüncelerden kurtulmayı başarabilmiş miydi? “Evet, takıntılarım yüzde 75 oranında düzeldi. Kalanlara ise günlük hayatta hakim olmayı başarabiliyorum ve çabuk atlatıyorum” diye yanıtlıyor.
Suçlu kim?
Aslında OKB için bir suçlu aramak doğru değil. 26 yaşında evlenen A. L.’nin bugün yaşadıklarına dair ilk sinyallerin çocukluktan ergenliğe geçiş döneminde ortaya çıktığını söylemek yanlış olmaz. O dönemler gelip geçici bir seyirde ve değişken şekillerde baş gösteren takıntılarla kendi kendine baş etmeyi başaran A. L.’nin sessiz mücadelesi günlük hayat koşturmacasının önüne geçecek noktaya hiçbir zaman gelmemiş. Peki, o yaşlarda nasıl takıntıları vardı? “Devamlı kapı ve pencereleri kapattım mı diye kontrol ederdim. Dönem dönem de halka açık tuvaletlere hiç girmediğim ve mikrop kaparım diye sık sık ellerimi yıkadığım zamanlar oluyordu” diye anlatıyor yaşadıklarını. Hal böyle olunca merak ediyorum, ergenlik döneminde cinsellikle ilgili endişeleri, korkuları var mıydı A. L.’nin? “Biz İstanbul’da ama muhafazakar bir kesimde yetiştirildik. Cinsellik ve erkekler bizim için tabuydu. Gece belli bir saatte evimize dönerdik. Erkekleri uzun süre sadece evlenilecek bir baba adayı ya da aile reisi olarak gördüm. Ama eşimi tanıyınca bütün bu fikirlerim değişmişti. Ona çok güvenmiş ve sevmiştim.” Bu cümleden sonra anladım ki ben dahil bu hikayenin boşanmayla sonuçlanmasını bekleyen herkes çok yanılmıştık. İhaneti öğrendikten sonra eşiyle ilgili aldığı kararı A. L. şöyle anlatıyor; “Ondan boşanmadım. Kendisi çok çok özür diledi ve ağladı. Yaşananların sadece bir duygusal boşluk olduğunu söyledi. Onu çok seviyordum ama çok incinmiştim. Her ikimiz de çok zor günler geçirdik.” İçimden, sormaya bile gerek yok, suçlu nasıl olsa belli diye geçirirken aslında A. L.’nin çok farklı düşündüğünü görmüştüm. Buna rağmen bastırmaya çalıştığım o asi soruyu kendisine yöneltiyorum; bütün bu yaşadıkları için suçladığı, sorumlu tuttuğu kişi kimdi? “Hiç kimse” diye yanıtlıyor A. L. sakince ve sözlerine şöyle devam ediyor; “Bu hastalığın kalıtımsal olduğunu, bir gün bende bu hastalığın başlama ihtimalinin zaten yüksek olduğunu psikiyatrımdan öğrendim.” İşte o anda çok şaşırıyorum. OKB’nin genlerle ilgili olabileceğini aklımın ucundan geçirmediğim gibi bunun önceden tespit edilebilecek bir bozukluk olduğuna da inanmamıştım çünkü. Konuşmamız boyunca A. L. attığı tüm sessiz çığlıklara rağmen bir an sanki bütün bunları yaşayan kendisi değilmiş gibi bir olgunlukla OKB ile mücadele edenlere söylemek istedikleri olduğunu dile getiriyor: “Tedaviye ve doktorlarına olan güvenlerini hiç kaybetmesinler. Düzelmek en az altı ay alabiliyor. Pes etmeden tedaviye devam etsinler.” Yanından ayrılamadan önce cevabını almak istediğim son bir soru vardı; bundan sonra gerçekleştirmeyi dilediği en büyük hayali neydi? “Eşim ve çocuğumla güzel bir Karadeniz seyahatine çıkmak” diyen A. L.’nin hayatını iyileştirmek adına aldığı kararsa hepimizin gerçek anlamda ‘aklına takılıp’ uygulaması gereken cinsten; “Kimseye güvenmemeyi öğrendim. Ama hayat çok güzel ve devam ediyor. Hayattan keyif almayı denemek lazım…”Yazı: Ece Üremez
Siz hiç kendi düşüncelerinizden kurtulmaya çalıştınız mı? Zihninize zorla giren, isteseniz de söküp atamadığınız, gerçek dışı ve rahatsız edici düşüncelerden bahsediyorum.
Peki, siz hiç istem dışı gelişen davranışlarınızın esiri oldunuz mu? Şimdi, bu sorulara ‘evet’ yanıtını veren bir kadının, obsesif kompulsif bozukluk hastalığına özgürlüğünü teslim edişine tanık olacaksınız. Bu ilginç hikaye şöyle başlıyor... A. L. her güne, büyük bir aşkla evlendiği eşiyle mutlu bir beraberliğe sahip olmanın huzuruyla başlarken, bir sabah geliyor ki önceki dört yılı bir kalemde çöpe tıkacak bir olay gerçekleşiyor. 31 yaşındaki A. L., eşi işe gitmek üzere hazırlanmak için duşa girdiğinde, komodinin üstünde bıraktığı telefona gelen mesaj sesiyle uyanıyor. 10 saniyelik süre içinde o gelen mesaja bakıp bakmaması konusunda aklından o kadar çok düşünce geçiyor ki, bu kısacık zaman diliminde neler yaşanabileceğine dair yürüttüğü fikirlere kendi de şaşırıyor. Ama sonunda her şeyi göze alıp elini telefona uzatıyor ve bir gün hayatlarına karışmasından hep korktuğu o üçüncü şahıstan gelen mesajla karşılaşıyor. Hayatta tek bir anın iki kişinin hayatını nasıl tepetaklak edebildiğinin hikayesi de böylece başlıyor aslında. A.L.’nin çocukluğundan beri değişik şekillerde ve belli dönemlerde gün yüzüne çıkıp kaybolan takıntıları bu kez en güçlü halleriyle ortaya çıkıyor. Nasıl bir durumla mücadele ettiğiniyse kendisinden başka kimsenin tam olarak anlamasının mümkün olmadığını söylüyor; “Bir yıl önce eşimin başka bir kadınla yazışmalarına tanık olduğum o sabah dünya başıma yıkıldı gibi hissettim. Çok güzel bir evliliğimiz olduğunu düşünüyordum. Severek evlenmiştik ve iyi anlaşıyorduk. Eşim önce yaşadıklarını yalanladı. Sonra çok üzerine gittim. Yaşadıklarını itiraf etmek durumunda kaldı. Aralarında bir şey geçmemiş. Sadece duygusal olarak yakınlaşmışlar.” Buraya kadar olan kısmı size sıradan bir aldatma hikayesi gibi gelmiş olabilir; ama asıl olay bundan sonra başlıyor. “Bunları takiben, gördüğüm tüm sivri cisimleri erkek cinsel organı olarak algılamaya, bana tecavüz edilecekmiş gibi hatta tecavüz edilmiş gibi hissetmeye başladım. Mutfağa giremez oldum, evin içinde dolaşamaz hale geldim. Yolda halka açık hiçbir banka ya da toplu taşıma aracına oturamıyor, halka açık tuvaletlere giremiyordum. Eğer bunları yaparsam hamile kalacağımı düşünüyordum. Bunların saçma olduğunu biliyor ama o an bunları gerçek zannediyordum.”
En zor dönem
Evet, obsesif kompulsif bozukluk A. L.’nin bu yaşadıklarına sebep olan hastalığın adı. Obsesyon, takıntılı düşünce, fikir ve dürtüleri kapsarken; kompulsiyon yineleyici zihinsel eylemler ve davranışları ifade ediyor. Bir başka deyişle, istenmeyen ya da tekrarlanan düşünceler, hisler, fikirler, takıntılar ya da davranışlar tarafından esir alınmak olarak da tanımlanabiliyor. Özünde bir anksiyete bozukluğu olan bu ruhsal hastalığa dair en can alıcı nokta, saplantıların kontrol dışında gelişiyor ve kişinin kendi tarafından önlenemez bir tepe noktaya ulaşıyor oluşu. İşin ilginç yanı ise kişi, davranışlarının saçma, gereksiz ve anlamsız olduğunun farkında. Ancak farkında olmasına rağmen kendini bu takıntılı durum içine girmekten alıkoyamıyor. Özel bir lisede İngilizce öğretmenliği yapan A. L. de kendi durumunun bilincindeymiş. Buna rağmen bu saplantı her yerde ve her şartta ortaya çıkabiliyormuş. Özellikle de sivri, uzun ya da erkek cinsel organına benzeyen herhangi bir cisim gördüğü her anda... Üstelik bu cisimleri eline almak bir yana, dokunduğu zaman dahi sanki üst katta yaşamakta olan ablasının eşinin ya da yakınlarında olan herhangi bir erkeğin kendisine tecavüz ettiğini hissediyormuş. İçinizden; ‘Nasıl bir his bu?’ diye soruyorsanız şayet cevabı da size kendisi versin. “Sanki her an her fırsatta, birileri bana tecavüz edecekmiş gibi, kirlenmişim gibi, günah işlemişim gibi bir his…”Adeta bir cehennem azabı olarak tanımladığı hastalığını utancından uzun süre kimseyle paylaşamadığını ifade eden A.L. o günleri şu kelimelerle anlatıyor; “İçinde olduğum durumun farkına ilk vardığımda çok panik oldum. Uzun bir süre aklımı kaçırdığımı zannettim. Herkes bana deli diyecek diye çok korktum. Eşime ve aileme dahi anlatamadım, çok çok utanmıştım.” Bu sözler ağzından dökülürken dahi daimi bir dehşet içine düştüğünü gözlemlediğim A. L.’ye durumu yakın çevresinden ilk kiminle paylaştığını sorduğumda ise beklemediğim bir cevap alıyorum; “İlk eşimle paylaştım. Kendisi çok üzüldü ve aşırı suçluluk duydu. Sonra anneme anlattım.” İşte en zor dönem de bundan sonra başlıyor. Hastalığını itiraf eden A. L. her ne kadar eşinin ve ailesinin desteğini görmeye başladıysa da henüz tedavi olması gerektiğini kabul edemiyormuş. Ta ki evde yemek yapmak için mutfağa giremez, evden işe gitmek için bile çıkamaz hale gelene dek. Özellikle de hastalığının son evresinde, erkekler ona baktığında bile hamile kalacağını düşünür hale geldiğinde tehlike çanlarının tüm gücüyle çaldığına ikna olmuş. O bunları anlatırken kaçınılmaz olarak merak ediyorum, takıntılarının onu güçsüz kıldığını düşündüğü anlar olmuş muydu? “Hem de çok... Hem de çok… Bunlara zihin gücüyle engel olamamak, bunların altında kalmak çok zor bir duygu. Gerçekmiş gibi geldiğinde yaşananlar çok ağır.”
OBSESİF KOMPULSİF BOZUKLUK NEDİR?
Eğer bundan 20 yıl önce bu yazı yayınlanıyor olsaydı, nadir görülen bir hastalık olarak tanımlanabilirdi. Ancak obsesif kompulsif bozukluk, son yıllarda oldukça sık rastlanır bir durum. Tek bir nedenle açıklanamayan hastalığın ortaya çıkmasında, mutluluk hormonu olarak bilinen serotonin dengesizliğinden kaynaklanan biyolojik faktörler olduğu kadar strese neden olan çevresel faktörlerin de önemli rol oynadığı tespit edilmiş. Prof. Dr. Mehmet Kerem Doksat, obsesif kompulsif bozukluk hakkındaki bilinmeyen gerçekleri şöyle anlatıyor: “Obsesif kompulsif bozukluk (saplantı zorlantı hastalığı), beyinden kaynaklanan organik-biyolojik-nörokimyasal bir hastalık. Çok eskiden beri tanınan ve bilinen bir ruhsal bozukluk. Genetik yönü kuvvetli. Belirtiler 4-5 yaşından itibaren başlayabiliyor. Çocuklar gelişimleri sırasında yaygın obsesif semptomlar göstermekle birlikte bunların çok azı OKB olarak gelişiyor. OKB yaygınlık, sosyoekonomik durum, eğitim ve etnik farklardan fazla etkilenmiyor. Hastalığın hayat boyu yaygınlığının ise yüzde iki olduğu söyleniyor. En sık rastlanan belirtileri Tanrı’ya veya kutsal değerlere sövmek ve sıklıkla el yıkamak olarak gözlemleniyor. Kişiler bunların saçma olduğunu biliyor ama kafalarından atamıyor. Ağır vakalarda yer yer bunlar gerçekmiş gibi idrak edilebiliyor. Psikotik vakalar bunların gerçek olduğunu düşünüyorlar. Çocuklar ise her durumda bu düşüncelerin gerçek olduğuna inanıyor. Sosyal, akademik ve mesleki işlevsellikleri bozuluyor. ‘Takma kafana’ şeklindeki söylemlerle düzelmeyen bir hastalık. Kişi bu düşüncelerine engel olamıyor. Mutlaka tedavi edilmesi gerekiyor. Teşhisi ise bir psikiyatrın koyması şart. Tedavisinde özellikle orta ve üzeri şiddetteki durumlarda ilaç tedavisi esas. Bilişsel davranışçı terapi bu tedaviye eklenirse, iyilik oranı daha yükseliyor ve daha hızlı iyileşiliyor. Bazı hafif şiddetteki vakalarda sadece bilişsel davranışçı terapi kullanılabiliyor. Ancak daha ileri şiddetteki durumlarda ilaç tedavisi eklenmezse şifası mümkün olmuyor. Tedavide sonuç almak düzenli devam etmek kaydıyla en erken 6-8 ayı buluyor. Tedavi sonucunda, takıntılar tam sıfırlanmasa da büyük oranda azalıyor ve kişinin sosyal akademik ve mesleki uyumu düzeliyor. Hayat boyu süren, alevlenme ve yatışmalarla devam eden bir hastalık.”
Hastalığı yüzünden eşinin ağır bir vicdan azabı yaşadığını ve uzun süre yanından ayrılmadığını söyleyen A.L., annesinin de her gün evlerine gelerek hem çocuğuna hem kendisine baktığını, ev işlerine yardımcı olduğunu anlatıyor. Özellikle de üç yaşındaki bir kız çocuğu için anneannenin varlığı hayat kurtarıcı olmuş. Hayatın kendisi için yaşanmaz bir hale geldiğini sesi titreyerek anlatan A.L., hiçbir sorumluluğunu yerine getiremez bir kadına, çocuğunun ihtiyaçlarını dahi karşılayamayan bir anneye dönüştüğü günleri korkuyla hatırlıyor. Hasta olduğunu kabul etmesi ve acilen bir psikiyatr arayışı içine girmeleri de böylece başlamış. “Ruhsal bir hastalığım olduğunu ve düzenli ilaç kullanmam gerektiğini kabul etme konularında çok zorlandım. Zira saplantılarımın hastalıktan kaynaklandığını anlamak hem çok zor hem de çok ferahlatıcıydı” diyor A.L., tedavi sürecinin başlamasıyla takıntılarının azaldığını gözlemlediği günü ise şu kelimelerle anlatıyor; “Yaşadığım rahatlamayı nasıl tarif edebileceğimi bilmiyorum. Sanki kaynar bir kazanın içinden çıkmış ve kurtulmuş gibi hissettim.” Tedavi sırasında doktorunun ona verdiği tavsiye A. L.’yi çok etkilemiş. Şöyle ki, doktor bu yaşadıklarını ‘beyin ishali’ olarak görmesini söylemiş. Nasıl ki insan ishal olunca bağırsak hareketlerine engel olamaz, OKB hastaları da saplantılı düşüncelere engel olamazmış.Ta ki tedavi olana dek. Bu düşüncenin kendisini çok rahatlattığını söyleyen A. L.’ye konuşmanın en başından beri sormak istediğim soruyu yöneltiyorum bu kez; bu saplantılı düşüncelerden kurtulmayı başarabilmiş miydi? “Evet, takıntılarım yüzde 75 oranında düzeldi. Kalanlara ise günlük hayatta hakim olmayı başarabiliyorum ve çabuk atlatıyorum” diye yanıtlıyor.
Suçlu kim?
Aslında OKB için bir suçlu aramak doğru değil. 26 yaşında evlenen A. L.’nin bugün yaşadıklarına dair ilk sinyallerin çocukluktan ergenliğe geçiş döneminde ortaya çıktığını söylemek yanlış olmaz. O dönemler gelip geçici bir seyirde ve değişken şekillerde baş gösteren takıntılarla kendi kendine baş etmeyi başaran A. L.’nin sessiz mücadelesi günlük hayat koşturmacasının önüne geçecek noktaya hiçbir zaman gelmemiş. Peki, o yaşlarda nasıl takıntıları vardı? “Devamlı kapı ve pencereleri kapattım mı diye kontrol ederdim. Dönem dönem de halka açık tuvaletlere hiç girmediğim ve mikrop kaparım diye sık sık ellerimi yıkadığım zamanlar oluyordu” diye anlatıyor yaşadıklarını. Hal böyle olunca merak ediyorum, ergenlik döneminde cinsellikle ilgili endişeleri, korkuları var mıydı A. L.’nin? “Biz İstanbul’da ama muhafazakar bir kesimde yetiştirildik. Cinsellik ve erkekler bizim için tabuydu. Gece belli bir saatte evimize dönerdik. Erkekleri uzun süre sadece evlenilecek bir baba adayı ya da aile reisi olarak gördüm. Ama eşimi tanıyınca bütün bu fikirlerim değişmişti. Ona çok güvenmiş ve sevmiştim.” Bu cümleden sonra anladım ki ben dahil bu hikayenin boşanmayla sonuçlanmasını bekleyen herkes çok yanılmıştık. İhaneti öğrendikten sonra eşiyle ilgili aldığı kararı A. L. şöyle anlatıyor; “Ondan boşanmadım. Kendisi çok çok özür diledi ve ağladı. Yaşananların sadece bir duygusal boşluk olduğunu söyledi. Onu çok seviyordum ama çok incinmiştim. Her ikimiz de çok zor günler geçirdik.” İçimden, sormaya bile gerek yok, suçlu nasıl olsa belli diye geçirirken aslında A. L.’nin çok farklı düşündüğünü görmüştüm. Buna rağmen bastırmaya çalıştığım o asi soruyu kendisine yöneltiyorum; bütün bu yaşadıkları için suçladığı, sorumlu tuttuğu kişi kimdi? “Hiç kimse” diye yanıtlıyor A. L. sakince ve sözlerine şöyle devam ediyor; “Bu hastalığın kalıtımsal olduğunu, bir gün bende bu hastalığın başlama ihtimalinin zaten yüksek olduğunu psikiyatrımdan öğrendim.” İşte o anda çok şaşırıyorum. OKB’nin genlerle ilgili olabileceğini aklımın ucundan geçirmediğim gibi bunun önceden tespit edilebilecek bir bozukluk olduğuna da inanmamıştım çünkü. Konuşmamız boyunca A. L. attığı tüm sessiz çığlıklara rağmen bir an sanki bütün bunları yaşayan kendisi değilmiş gibi bir olgunlukla OKB ile mücadele edenlere söylemek istedikleri olduğunu dile getiriyor: “Tedaviye ve doktorlarına olan güvenlerini hiç kaybetmesinler. Düzelmek en az altı ay alabiliyor. Pes etmeden tedaviye devam etsinler.” Yanından ayrılamadan önce cevabını almak istediğim son bir soru vardı; bundan sonra gerçekleştirmeyi dilediği en büyük hayali neydi? “Eşim ve çocuğumla güzel bir Karadeniz seyahatine çıkmak” diyen A. L.’nin hayatını iyileştirmek adına aldığı kararsa hepimizin gerçek anlamda ‘aklına takılıp’ uygulaması gereken cinsten; “Kimseye güvenmemeyi öğrendim. Ama hayat çok güzel ve devam ediyor. Hayattan keyif almayı denemek lazım…”Yazı: Ece Üremez
Siz hiç kendi düşüncelerinizden kurtulmaya çalıştınız mı? Zihninize zorla giren, isteseniz de söküp atamadığınız, gerçek dışı ve rahatsız edici düşüncelerden bahsediyorum.
Peki, siz hiç istem dışı gelişen davranışlarınızın esiri oldunuz mu? Şimdi, bu sorulara ‘evet’ yanıtını veren bir kadının, obsesif kompulsif bozukluk hastalığına özgürlüğünü teslim edişine tanık olacaksınız. Bu ilginç hikaye şöyle başlıyor... A. L. her güne, büyük bir aşkla evlendiği eşiyle mutlu bir beraberliğe sahip olmanın huzuruyla başlarken, bir sabah geliyor ki önceki dört yılı bir kalemde çöpe tıkacak bir olay gerçekleşiyor. 31 yaşındaki A. L., eşi işe gitmek üzere hazırlanmak için duşa girdiğinde, komodinin üstünde bıraktığı telefona gelen mesaj sesiyle uyanıyor. 10 saniyelik süre içinde o gelen mesaja bakıp bakmaması konusunda aklından o kadar çok düşünce geçiyor ki, bu kısacık zaman diliminde neler yaşanabileceğine dair yürüttüğü fikirlere kendi de şaşırıyor. Ama sonunda her şeyi göze alıp elini telefona uzatıyor ve bir gün hayatlarına karışmasından hep korktuğu o üçüncü şahıstan gelen mesajla karşılaşıyor. Hayatta tek bir anın iki kişinin hayatını nasıl tepetaklak edebildiğinin hikayesi de böylece başlıyor aslında. A.L.’nin çocukluğundan beri değişik şekillerde ve belli dönemlerde gün yüzüne çıkıp kaybolan takıntıları bu kez en güçlü halleriyle ortaya çıkıyor. Nasıl bir durumla mücadele ettiğiniyse kendisinden başka kimsenin tam olarak anlamasının mümkün olmadığını söylüyor; “Bir yıl önce eşimin başka bir kadınla yazışmalarına tanık olduğum o sabah dünya başıma yıkıldı gibi hissettim. Çok güzel bir evliliğimiz olduğunu düşünüyordum. Severek evlenmiştik ve iyi anlaşıyorduk. Eşim önce yaşadıklarını yalanladı. Sonra çok üzerine gittim. Yaşadıklarını itiraf etmek durumunda kaldı. Aralarında bir şey geçmemiş. Sadece duygusal olarak yakınlaşmışlar.” Buraya kadar olan kısmı size sıradan bir aldatma hikayesi gibi gelmiş olabilir; ama asıl olay bundan sonra başlıyor. “Bunları takiben, gördüğüm tüm sivri cisimleri erkek cinsel organı olarak algılamaya, bana tecavüz edilecekmiş gibi hatta tecavüz edilmiş gibi hissetmeye başladım. Mutfağa giremez oldum, evin içinde dolaşamaz hale geldim. Yolda halka açık hiçbir banka ya da toplu taşıma aracına oturamıyor, halka açık tuvaletlere giremiyordum. Eğer bunları yaparsam hamile kalacağımı düşünüyordum. Bunların saçma olduğunu biliyor ama o an bunları gerçek zannediyordum.”
En zor dönem
Evet, obsesif kompulsif bozukluk A. L.’nin bu yaşadıklarına sebep olan hastalığın adı. Obsesyon, takıntılı düşünce, fikir ve dürtüleri kapsarken; kompulsiyon yineleyici zihinsel eylemler ve davranışları ifade ediyor. Bir başka deyişle, istenmeyen ya da tekrarlanan düşünceler, hisler, fikirler, takıntılar ya da davranışlar tarafından esir alınmak olarak da tanımlanabiliyor. Özünde bir anksiyete bozukluğu olan bu ruhsal hastalığa dair en can alıcı nokta, saplantıların kontrol dışında gelişiyor ve kişinin kendi tarafından önlenemez bir tepe noktaya ulaşıyor oluşu. İşin ilginç yanı ise kişi, davranışlarının saçma, gereksiz ve anlamsız olduğunun farkında. Ancak farkında olmasına rağmen kendini bu takıntılı durum içine girmekten alıkoyamıyor. Özel bir lisede İngilizce öğretmenliği yapan A. L. de kendi durumunun bilincindeymiş. Buna rağmen bu saplantı her yerde ve her şartta ortaya çıkabiliyormuş. Özellikle de sivri, uzun ya da erkek cinsel organına benzeyen herhangi bir cisim gördüğü her anda... Üstelik bu cisimleri eline almak bir yana, dokunduğu zaman dahi sanki üst katta yaşamakta olan ablasının eşinin ya da yakınlarında olan herhangi bir erkeğin kendisine tecavüz ettiğini hissediyormuş. İçinizden; ‘Nasıl bir his bu?’ diye soruyorsanız şayet cevabı da size kendisi versin. “Sanki her an her fırsatta, birileri bana tecavüz edecekmiş gibi, kirlenmişim gibi, günah işlemişim gibi bir his…”Adeta bir cehennem azabı olarak tanımladığı hastalığını utancından uzun süre kimseyle paylaşamadığını ifade eden A.L. o günleri şu kelimelerle anlatıyor; “İçinde olduğum durumun farkına ilk vardığımda çok panik oldum. Uzun bir süre aklımı kaçırdığımı zannettim. Herkes bana deli diyecek diye çok korktum. Eşime ve aileme dahi anlatamadım, çok çok utanmıştım.” Bu sözler ağzından dökülürken dahi daimi bir dehşet içine düştüğünü gözlemlediğim A. L.’ye durumu yakın çevresinden ilk kiminle paylaştığını sorduğumda ise beklemediğim bir cevap alıyorum; “İlk eşimle paylaştım. Kendisi çok üzüldü ve aşırı suçluluk duydu. Sonra anneme anlattım.” İşte en zor dönem de bundan sonra başlıyor. Hastalığını itiraf eden A. L. her ne kadar eşinin ve ailesinin desteğini görmeye başladıysa da henüz tedavi olması gerektiğini kabul edemiyormuş. Ta ki evde yemek yapmak için mutfağa giremez, evden işe gitmek için bile çıkamaz hale gelene dek. Özellikle de hastalığının son evresinde, erkekler ona baktığında bile hamile kalacağını düşünür hale geldiğinde tehlike çanlarının tüm gücüyle çaldığına ikna olmuş. O bunları anlatırken kaçınılmaz olarak merak ediyorum, takıntılarının onu güçsüz kıldığını düşündüğü anlar olmuş muydu? “Hem de çok... Hem de çok… Bunlara zihin gücüyle engel olamamak, bunların altında kalmak çok zor bir duygu. Gerçekmiş gibi geldiğinde yaşananlar çok ağır.”
OBSESİF KOMPULSİF BOZUKLUK NEDİR?
Eğer bundan 20 yıl önce bu yazı yayınlanıyor olsaydı, nadir görülen bir hastalık olarak tanımlanabilirdi. Ancak obsesif kompulsif bozukluk, son yıllarda oldukça sık rastlanır bir durum. Tek bir nedenle açıklanamayan hastalığın ortaya çıkmasında, mutluluk hormonu olarak bilinen serotonin dengesizliğinden kaynaklanan biyolojik faktörler olduğu kadar strese neden olan çevresel faktörlerin de önemli rol oynadığı tespit edilmiş. Prof. Dr. Mehmet Kerem Doksat, obsesif kompulsif bozukluk hakkındaki bilinmeyen gerçekleri şöyle anlatıyor: “Obsesif kompulsif bozukluk (saplantı zorlantı hastalığı), beyinden kaynaklanan organik-biyolojik-nörokimyasal bir hastalık. Çok eskiden beri tanınan ve bilinen bir ruhsal bozukluk. Genetik yönü kuvvetli. Belirtiler 4-5 yaşından itibaren başlayabiliyor. Çocuklar gelişimleri sırasında yaygın obsesif semptomlar göstermekle birlikte bunların çok azı OKB olarak gelişiyor. OKB yaygınlık, sosyoekonomik durum, eğitim ve etnik farklardan fazla etkilenmiyor. Hastalığın hayat boyu yaygınlığının ise yüzde iki olduğu söyleniyor. En sık rastlanan belirtileri Tanrı’ya veya kutsal değerlere sövmek ve sıklıkla el yıkamak olarak gözlemleniyor. Kişiler bunların saçma olduğunu biliyor ama kafalarından atamıyor. Ağır vakalarda yer yer bunlar gerçekmiş gibi idrak edilebiliyor. Psikotik vakalar bunların gerçek olduğunu düşünüyorlar. Çocuklar ise her durumda bu düşüncelerin gerçek olduğuna inanıyor. Sosyal, akademik ve mesleki işlevsellikleri bozuluyor. ‘Takma kafana’ şeklindeki söylemlerle düzelmeyen bir hastalık. Kişi bu düşüncelerine engel olamıyor. Mutlaka tedavi edilmesi gerekiyor. Teşhisi ise bir psikiyatrın koyması şart. Tedavisinde özellikle orta ve üzeri şiddetteki durumlarda ilaç tedavisi esas. Bilişsel davranışçı terapi bu tedaviye eklenirse, iyilik oranı daha yükseliyor ve daha hızlı iyileşiliyor. Bazı hafif şiddetteki vakalarda sadece bilişsel davranışçı terapi kullanılabiliyor. Ancak daha ileri şiddetteki durumlarda ilaç tedavisi eklenmezse şifası mümkün olmuyor. Tedavide sonuç almak düzenli devam etmek kaydıyla en erken 6-8 ayı buluyor. Tedavi sonucunda, takıntılar tam sıfırlanmasa da büyük oranda azalıyor ve kişinin sosyal akademik ve mesleki uyumu düzeliyor. Hayat boyu süren, alevlenme ve yatışmalarla devam eden bir hastalık.”