Fransa'daki Venedik ANNECY
Hülya ile Gül sizin için Annecy'nin tüm güzelliklerini araştırdı.
"Bir sabah bir şehre girerken'' diye başlayan öyküleri öyle çok severim ki. Uzun yollar, yol üstünde karşımıza çıkanlar, yabancı bir şehir, tanıdık bir duygu, biraz da şaşkın bakışlar... Ne zaman bir yerlere gitsem, okuduğum öyküler ve bu yeni şehirler birbirine karışır aklımın içinde... Sisler arasında bir görünüp bir kaybolan köy evleri, çan kuleleri, elma bahçeleri, yine arkada kaldı. Tıpkı o öykülerdeki gibi, Gül'le birlikte bir kış sabahı giriyoruz Annecy'ye. Belli ki, güneşin kış sabahları bile yüzünü göstermekten esirgemediği bir şehirdeyiz. Biz su kenarındaki otelimize girerken, şehrin öğrencileri gruplar halinde okula gidiyor, yaşlı bir kadın sudaki ördekleri besliyor, genç bir anne oğluyla fırından ekmek alıyor, bir adam köpeğini gezdiriyor... Suya eğilmiş salkım söğütler, bu şehirde huzurun ve dinginliğin sembolü gibi, sabah ayazında sokakları dolduranlara adeta gülümsüyor.
"Uçan Kaz" masalı
Annecy Fransa'nın güneyinde, Savoie bölgesinin başkenti konumunda olan, içinden şırıl şırıl suların aktığı, kış aylarında bile her sokak başından, her pencereden rengarenk çiçeklerin fışkırdığı, üstelik kocaman bir dağ gölünün kıyısına kurulmuş olduğu için yemyeşil parklarla çevrilmiş rüya gibi bir şehir. Otelden çıktığımız gibi, kemerli dar sokakları, yeraltı dehlizlerini hatırlatan daracık pasajları ile tarihle iç içe yaşayan küçük ve sevimli bir Avrupa şehrinin tam kalbine düşüyoruz. Labirent gibi küçük sokaklarda sıra sıra dükkanlar, peynirciler, şarapçılar, şarküteriler, çikolatacılar ve onların arasında, hepsi birbirinden daha sevimli ve romantik küçücük lokantalar... Kimi beyaz örtülü, dantel perdeli, kimisi tahta masalı, pötikare perdeli... Küçücük tahta köprülerden geçip, minicik avlu gibi sokaklarda buluyoruz kendimizi. Sanki labirentlerde kaybolma oyunu başladı. Çiçekli rıhtımlar boyunca çağıldayan berrak derenin peşine takılıyoruz ama nafile. Kimi zaman küçük bir kilisenin altında kayboluyor, hiç beklemediğimiz bir anda sarmaşıklarla kaplı bir evin altından yine akmaya başlıyor. Çiçeklerle bezeli kanal boyunca yürüyoruz ki, bu kez karşımıza suların ortasına ada gibi kurulmuş bir Ortaçağ şatosu çıkıyor. Demirli küçücük pencereleri ve çıkış izni vermeyen devasa kapısıyla anlıyoruz ki, burası bir Ortaçağ hapishanesi. Şimdi ise Fransa'nın en çok fotoğrafı çekilen müzesi unvanını taşıyor. Gül durur mu hiç, elbette o da bu şatonun fotoğrafını çekecek. Beni soracak olursanız, çoktan peri padişahının masalı içine daldım bile. Havada kar kokusu, suda balık avlayan ördekler. Kanalın diğer ucunda ise kocaman kanatlarını çırpa çırpa gelen bembeyaz bir kuğu. Başımızın tam üstünden havalanıp uçuyor. O kadar büyülü bir an ki, doğanın güzellikleriyle bu kadar içli dışlı olmak, bizim de ruhumuzu, o kuğunun peşi sıra uçuruyor. Uçan Kaz masalını yaşadığımıza bir an inanıyoruz... Geceleri ise ışıklandırılan bu müze şato, etrafındaki küçük lokantaları, küçük ışıklı meydanı ile çok romantik. İnsan sevgilisine bu güzellikler arasında kesinlikle yeniden aşık olur. Hem zaten buraya Fransa'nın Venedik'i diyorlar. Üstelik oradan çok daha doğal, temiz ve çevresinde barındırdığı binlerce güzellikle keşfedilmeyi bekliyor.
Kuğu gölünün güzellikleri
Labirent gibi kanalları arkada bırakıp, geniş caddelere doğru çıkınca, şehir yeni, modern ve genç yüzünü göstermeye başlıyor. Ünlü markaların şık butikleri, ışıl ışıl vitrinler, alışveriş merkezleri ve elbette kayak malzemeleri satan dükkanlar... Şıklık ve kalite bu şehrin en belirgin özelliği. O şık ayakkabı mağazalarında, insan hangi rugan botu deneyeceğini, hangi süet çizmeyi alacağını şaşırıyor. Yani anlayacağınız burada eski bir şehrin gizemini, modern bir şehrin lükslerini ve doğanın mucizevi güzelliklerini bir arada yaşıyorsunuz.
Kış güneşi altında, dağların arasında gümüşi bir göl parlıyor. Gölün etrafındaki devasa ağaçlarla kaplı parklar, yürüyüş yapan gençlerle, ördekleri besleyen çocuklarla cıvıl cıvıl bir canlılık içinde. Gün içinde maviden yeşile, eflatundan kızıla ve gece mavisine dönüşen bu göl, Avrupa'nın en temiz ve berrak sularına sahip. Savoie Alpleri'nin eteklerindeki gölün etrafı ise yalnızca park ve bahçelerle değil, tarihi şatolarla ve yazları hareketli bir sayfiye yerine dönüşen çok şirin kasabalarla çevrili. Fransa, İtalya, İsviçre sınırına çok yakın olan Annecy, bu üç ülkenin kültüründen parçalar taşıyor. Öğle saatlerinde dolup taşan kafeleri, sokakları tutan işportacıları ve eski kentin mimarisi ile İtalya'nın Como Gölü kıyısını hatırlatıyor. Kanallardan akan suların berraklığı, sokaklardan taşan çiçekleri ve düzeniyle sanki biraz İsviçreli. Lezzet ve yaşama sanatı üstüne kurulan hayat biçimiyle de Annecy tam bir Fransız. Özellikle de demin sözünü ettiğim lüks dükkanlarda ve birbirinden ilginç lokantalarda bunu çok iyi görebiliyorsunuz. Ayrıca burası Fransa'nın sakin ve doğayla iç içe yaşamayı seçen varlıklı ailelerinin tercih ettiği bir şehir. Bu nedenle de eski eserleri korumanın ve betonlaşmaya karşı çıkmalarının tek nedeni turizm değil. Hem buna ihtiyaçları yok, hem de huzur ve mutluluk, hayatlarının birinci sırasında yer alıyor. Güneş batmak üzere, dağlar morun tüm tonlarıyla rüya hissi uyandırıyor. Gölün üstünde küçük bir tekne, belli ki balıktan dönüyor. Ulvi ağaçların çıplak dallarında serçeler. İnsanın yüreği göl kadar temizleniyor, genişliyor.
Her mevsimin şehri
Öyle temiz ki gölün suları, insan şaşkınlığa düşüyor. Bu sebeple de şehir, yüzücülerin ve balıkçıların en gözde yeriymiş. Üstelik Annecy Gölü, en değerli tatlısu balıklarını barındırıyormuş. Haliyle Annecy'ye gittiğinizde kendinize bir balık ziyafeti sunarsınız değil mi! Hem zaten Savoi, Fransa'nın gastronomisiyle ünlü bölgesi. Peynir fondüler, keçi peynirli salatalar, birbirinden lezzetli etler ve nefis şaraplar aklınızı başınızdan alacak. Tüm dünyada lezzet sihirbazı, otların ve tatların simyacısı olarak anılan ünlü Fransız ahçı Marc Veyrat'ın da, Annecy'ye çok yakın olan Veyrier du Lac'da çok sevimli bir lokantası var. Mesela, şehrin civarındaki kasabaları ve doğal güzellikleri keşfe çıktığınız bir gün, öğle yemeğinizi, Aurberge de L'Eridan adlı lokantada, bir lezzet şölenine dönüştürebilirsiniz. (Tel: 00334- 50 60 24 00). Aslında Annyce'de yapılacak en doğru şey, bir araba kiralayarak, gölün çevresindeki küçük köylerin ve kasabalarının doğal güzelliklerini keşfe çıkmak. Hatta kış aylarında, bir saat uzaklıktaki La Cluzas'a çıkabilir, yılbaşı kartpostallarını hatırlatan bu dağ kasabasında kayak yapma zevkini bile yaşayabilirsiniz. Biz de öyle yapıyoruz zaten. Gölün etrafındaki küçük kasabalardan geçiyoruz. Çan kuleli meydanlarda şirin kafeler, göl kenarındaki birbirinden güzel evler, uçsuz bucaksız çayırlar, otlayan inekler ve karşımızda Alpler'in göz alıcı yeşilliği... Manthon Saint Bernard şatosunu gezmek, Ortaçağ'dan gizem dolu saatler çalmış gibi bir his uyandırıyor. Forclaz Boğazı'nda trekking yapan gruba katılıp yürüyüş yapmak, yemyeşil çayırlarda hoplaya zıplaya oynaşan yavru kuzucukları sevmek için ölüyorum. Hele gökyüzünde kartallar gibi süzülen, yamaç paraşütçülerinin renkli dansıyla karşılaşmak, resmen aklımı başımdan alıyor. Tanrım, burası cennet olmalı diye derin bir iç geçiriyoruz Gül'le. Bu yaz tatilimi kesinlikle burada geçirmeye karar veriyorum. Göl kenarındaki sayfiye kasabası Talloires'in sahilinde dolaşırken bu kararımdan dolayı kendimi yeniden kutluyorum. Bahçe içindeki eski evler, şahane birer butik otele dönüştürülmüş. İskelenin yanına sıralanmış sörfler, kanolar, yelkenli tekneler kış uykusuna yatmışlar. Ama belli ki yazın gölün üstü sörfçülerle, su kayağı yapanlarla, beyaz yelkenlilerle dolup taşıyor. Kocaman çınarın altındaki banka oturuyor, batmakta olan günün güzelliğini izliyoruz. Karşımızda efsanevi Duingt Şatosu. Bu kez bir Cezanne tablosu içindeyiz. Kimler etkilenmemiş ki bu güzellikten. Cezanne tablolarına taşımış bu şatonun mağrur güzelliğini. Jean Jacques Rousseau ve Andre Gide aşkla bağlanmış bu şehre. Margarite Duras, bütün yazlarını Annecy Gölü kenarındaki evinde geçirmiş. Evet evet, doğanın sunduğu bu muhteşem güzelliklerle daha da kaynaşmak istiyorum. Yaz tatilimi de kesinlikle burada geçireceğim.
Doğa sporları merkezi
Yemyeşil Savoue Alpleri'nin ve bu muhteşem gölün sunduğu spor imkanları sınırsız. Birbirinden şık ve güzel sayfiye kasabalarında kalırken, gölde yelken, dalış, kürek, su kayağı yapabilir, tertemiz sularda gönlünüzce yüzebilirsiniz. Dağ ve orman yollarında yürüyüş yapmak ve bisikletle çevreyi gezmek, kesinlikle başka bir dünyanın kapılarını açacaktır. Yukarılara çıktığınızda, yaz başına kadar kayak yapmak mümkün. Golf oynamak isteyenler içinse, Avrupa'nın neredeyse en doğal ve güzel parkurları burada. Daha bitmedi, kanyoning yapıp şelalelerden inmek, raftingle suların coşkusuna kapılmak, kaya tırmanışıyla dağlara çıkmak, yamaç paraşütüyle bulutların üstünde kuşlar gibi süzülmek, mağara dalışı yapmak, balonla gökyüzünü dolaşmak? Bunların hepsini Annecy'de yapabilirsiniz. Tek yapmanız, Takamaka adlı doğa sporları kulübünü aramanız olacak. Hatta isterseniz internete girip şimdiden onlarla bağlantı kurabilirsiniz. (www.takamaka.fr) İnanın, burada günleriniz o kadar dolu dolu geçecek ki, bir günün içine ne kadar çok güzellik ve zenginlik sığdığına inanamayacaksınız. Fier Geçidi'nin güzelliği, Clermont Şatosu'nun asaleti, Seythenex Çağlayanı'nın ihtişamı, Tamie Manastırı ile Ortaçağdan kalma Alby-sur-Cheran kentinin gizemi, Seyssell Mağaraları'nın derin güzelliği, Çan Müzesi Fonderie Paccard'ın çanları karşısında resmen büyülenecek, siz de Annecy'ye en kısa zamanda tekrar dönmeye karar vereceksiniz. Çünkü bu kent size hayatın içinde unuttuğumuz bütün güzellikleri, lezzeti, tarihi, lüksü, doğayı ve doğanın mucizelerini birarada sunuyor. Annecy'e nasıl gidebilirim diyorsanız, cevabımız çok basit. Derhal Cafe Tur'u arıyorsunuz, rezarvasyonunuzu yaptırıyorsunuz ve Cafe Tur güvenli uçak yolculukları, kaliteli otelleri ve ayrıntılı rehberlik hizmetleriyle size Annecy'de unutamayacağınız bir tatil yaşatıyor.