Hepiniz bilirsiniz o şarkıyı, “Duygu, biraz duygu/bütün isteğim buydu/biraz deniz biraz uyku/bütün isteğim buydu/nasıl anlatsam/nereden başlasam/kaç kişiydik o zaman bak/kaç kişi kaldık şimdi/Bodrum Bodrum...”
MFÖ’nün bu şarkısını ilk dinlediğimden beri kim bilir kaç yıl geçti. Aynı şarkıda söylediği gibi birileri gitti; birileri sonsuzluğa, birileri bambaşka hayatlara gitti…
Birileri benim hayatımdan gitti…
Orada, ‘happy hour’larda gümbür gümbür müzikle dans edenlerin, en şık giysileriyle akşama doğru boy gösterenlerin, bu inanılmaz kalabalığın olduğu yer Ayşe teyzenin, mutfağındaki hortumla yıkandığımız pansiyonu değil miydi?
O akşamlarda sanki ıssızlığın ortasındaymışız gibi, o inanılmaz dolunay sanki bir tek bizim için yok muydu?
O parlak yıldızlar bir tek bizim dileklerimiz için kaymıyor muydu?
Havaalanında herkesin arkasından çekerek sürüklediği bavulların arasından geçerken peki benim bütün isteğim ne diye düşünüyorum.
Zaman ve yalnızlık belki…
Hayır elbette biliyorum, zamanı yanımıza alamayız. Ama belki yalnızlık…
Ne garip, eskiden yalnızlık en korkulan şeydi.
Şimdiyse yalnız kalmak neredeyse imkansız.
Herkesin elinde tabletler, telefonlar, laptoplar…
Dünyanın neresine giderseniz gidin, bütün hayatınız da yanınızda geliyor.
Artık dolunaya bakıp yalnızlığın ya da iki başına yalnızlığın keyfini çıkartmak yok. Hemen resmi çekilip Instagram’a konmalı… Sonra artık gökyüzüne bakmak yerine gelen yorumları okumalı…
Arada biraz oyun oynanırken biraz da iş maillerine bakmalı…
Bir yıldız daha mı kaydı? Ekrana bakıyordum, göremedim.
Artık yıldızlar da eskisi kadar kaymıyor mu ben mi abartıyorum?
Hayri baba akşam oldu mu masaya bir şişe rakı ya da ucuzundan bir şarap koyardı. Yanında taze köy ekmeği, peynir, karpuz, bolca yeşillik, buram buram kokan kıpkırmızı domates…
Birileri nasıl olsa tutmuştur, taptaze bir lagos ya da dülger vardır, hiç olmadı biraz barbun bulunur. O da yoksa Ayşe teyze patlıcan, biber kızartır kokusunu duyunca denizden çıkar geliriz.
Kimse daha masaya oturur oturmaz ‘dijon hardalı’, ‘parmesan peyniri’, ‘bresaola’ var mı diye aranmaz, kimse şarabın hangi üzümden, hangi bağdan hangi ülkeden olduğuyla ilgilenmezdi.
İşte biri yeni bir şiir yazmıştı, öteki yeni filmini anlatmak için sabırsızlanıyordu, bilmemkimin yeni romanı doğrusu kendini tekrarlamaktan başka bir şey değildi. Birileri aşıktı, birileri aşk kırgınıydı. Gece ilerleyince anlatırlardı mutlaka…
Belki Serdar gitarıyla gelip o harika şarkıları söylerdi birazdan.
Gecenin sessizliğinde o şarkıları dinlerken birileri aşık olurdu. Birileri geri döndüğümüzde yeni bir hayat kurardı… Birileri geri dönerken hüzünlenirdi bıraktıkları nedeniyle…
Yarın ne mi yapılacaktı? Kimin umurundaydı ki? Burada böylece otururdun işte. Gece karanlıkta da denize girilir, yakamozların fotoğrafını çekip birilerine göndermek için uğraşılmaz, ille telefonla İstanbul’la konuşulmaz, sanki zaman durmuş, bütün kış yaşadığın hayat bir anda değişmiş, sanki doğdun doğalı buralıymışsın gibi, iki gün sonra seni tanıyıp kuyruğunu sallayan köpeklerle bile ahbap olurdun.
Kimin ne zaman çıkıp geleceği belli olmazdı. Bir sabah uyanırdın ki sonradan belki tüm hayatını değiştirecek biri kumların üzerine uzanmış kitap okuyor. Akşamdan kalma halinle denize dalıp kendine gelirken tanışmak için nasıl bir yol izlemeli diye düşünürdün…
Beklenmedik bir macera o an senin içinde başlamıştı bile.
Acaba yalnız mıydı? Birini mi bekliyordu? Elindeki kitaptan mı girmeliydi söze?
Aklına gelir miydi günün birinde yıllar sonra bu pansiyonun dünyanın en pahalı yerlerinden biri olacağı?
En lüks teknelerini biraz ileriye demirleyenlerin, akşam yemeğine bilmemkaç yıllık az pişmiş steak ya da kuşkonmaz yatağında ördek isteyeceğini Ayşe teyze hiç düşünmüş müydü?
Ya şu karşıdaki çıplak tepelerin milyon euro’luk evlerle tıka basa dolacağını, artık öyle aklına esen yerde denize girmenin neredeyse imkansız hale geleceğini düşünür müydük?
Oralara gittiğimde hep zamanın nasıl görece bir şey olduğuna şaşardım.
Yaşlı bir adam sandalyesine oturur, o sıcakta kimselerin dolaşmadığı, ağustos böceklerinin, kuşların, köpeklerin sesi dışında neredeyse hiç ses duyulmayan bir yerde saatlerce aynı manzaraya bakardı.
Sanki zaman durmuş gibi ve sanki zamanın hiçbir değeri yokmuş gibi…
Zamanın onu kendi rüzgarında sürüklemesine inat edermiş gibi…
Mazhar Fuat Özkan’ın şarkısından yıllar sonra yapılmış bir başka şarkı, Mirkelam’ın şarkısı geliyor şimdi aklıma…
“Geçip giden zamanları/bir yerlerde bulsam/sonra üzülsem/üzüldüğüme üzülsem/Gittin şimdi sen/ yoksun yanımda/bir şey istemem/neye yarar hatıralar”
Geldim. Aynı sıcak. Aynı deniz. Aynı yer.
Ama değil. Yıllar insanı nasıl değiştiriyorsa yerleri de mi değiştiriyor?
Yok, telefonları açmıyorum, mesajlara da bakmıyorum. Müziği duymamak için kulaklığımı takıyorum.
En azından bir süreliğine yalnız kalmalıyım. Yeni romanıma birkaç satır yazabilmek için…