Türkiye’de halkla ilişkiler mesleğinin temelini atan, binlerce insana ilham olan, 90’ına yaklaşırken dinçliğini hiç boş durmamasına bağlayan muhteşem kadın. Sevgili Ece (Üremez), Pozitif dergisi için röportaj yapacaktı, ben de takıldım peşine. Onun samimi sohbetini dinlemek, mütevazılığına tanık olmak, evinin havasını solumak, asistanı dünya tatlısı Burcu Erduran ile ayaküstü projeler üretemek harikaydı.
Ama çok önemli bir şey daha oldu.
Bodrum’dayım.
Bir kış günü… Bodrum sakin, ıssız ve biraz hüzünlü. Elimde gazete… Betûl Mardin’in bir röportajını okuyorum. Halkla İlişkiler alanına girişini, karşılaştığı zorlukları, bunları aşmak için nasıl çaba harcadığını anlatıyor, yanlış hatırlamıyorsam kadınların dayanışmasına dair de birşeyler söylüyor, gençlerin harikalığından dem vuruyor. Fotoğrafına bakıyorum. Topuz yapılmış beyaz saçlarına, şık kazağına, gözlüklerinin arkasından muzipçe bakan gözlerine… Ve korkuyorum. Ondan korkuyorum. ‘Onun gibi bir kadın ile çalışmak ne kadar zordur’ diye düşünüyorum. Ona kızgınım da ama nedenini bilmiyorum. Sonra gazeteyi kapatıp tüm bu düşünceleri, geçen hafta bir kez daha hatırlanmak üzere bilincimin derinliklerine gönderiyorum.
Betûl Mardin’in evinin önündeyiz.
Röportaj bitmiş, çok keyifli bir gün geçirdiğimiz için mutluyuz. Burcu ile sarılıp ayrılıyoruz. O sıralarda ben bir yandan su yüzüne çıkan bu anımı evirip çeviriyorum. O gün tabii ki hiç tanımadığım bir kadına değilmiş kızgınlığım, fark ediyorum. Gerçekten isteyerek eğitimini aldığım, İzmir’de Yeni Asır gazetesinin kapısından girdiğim gün başka bir iş yapmak istemediğimi anladığım mesleğimi bıraktığım için, kendime güvenemediğim için, İzmir’de deniz bitince İstanbul’a gitmediğim için, başka işler yapmaya kalktığım için kızgınmışım kendime. Betûl Mardin bana, “Sen de yapabilirsin” diyormuş röportajdan ve ben bunu duymak istemiyormuşum. Korkuyormuşum ama aslında çok da istiyormuşum.
İsteyince hayat bazen kolaylıkla bazen de biraz dolambaçlı yollardan açıyor kapıları neyse ki.
Ece’ye hızlı hızlı bunları anlatıyorum. Ece beni anlasın, o bazı konulara erken uyansın istiyorum.
2009 yılında birçok insanın deli cesareti dediği şartlarda kalktık geldik sonuçta İstanbul’a... O zamanlar bakkalından doktoruna onlarca insan “Bodrum bırakılıp İstanbul’a gelinir mi?” diyordu bize. Güneyde bir kasabada yaşamanın güzellikleri kadar zorlukları olduğunu da anlatıp durmuştum onlara.
Eğer bugüne kadar en az bir kez ‘güneye yerleşme’ hayali kurmuş olanlardansanız beni anlamakta zorlanabilirsiniz, kabul ediyorum.
Ancak bugün aynı soruyu sorana daha farklı bir cevap veririm:
“Eğer hayat amacını bulduysan, bunu derinden hissediyorsan ve hayat amacını gerçekleştirmek için bulunman gereken yer Bodrum ise durma git. Risk alarak da olsa git… Ama olduğun yerde sürekli ve sadece şikayet ediyorsan bil ki yanlış yerdesin.”
Benim hayatımın bu bölümünde bulunmam gereken yer, aslında ata kayıtlarıma göre zaten memleketim olan İstanbul’muş. O kadar…
Geçtiğimiz günlerde bindiğim taksinin şoförü, yolculuğun bir yerinde İstanbul’un berbat bir yer ve İstanbul’da yaşayan herkesin istisnasız berbat insanlar olduğunu söylemeye başladı. Cevap vermedim. Biraz sonra tekrar aynı cümleleri daha ağır kelimeler kullanarak tekrar etmeye başladı. Biraz çekindim açıkçası ve ona “Biliyor musunuz, biz de yedi yıl kadar önce İstanbul’a geldik ve ben her sabah bunun için şükrediyorum” demedim.
NOT: Bodrum’da geçen yedi yılda bazen sevgiyle bazen zorlukla çok şey öğrendiğimi, bugün kendimi doğru yolda hissetmemi oradaki deneyimlerime de borçlu olduğumu eklemeliyim. Hayatta hiçbir deneyim boş yere yaşanmıyor.
Hayat amacınızı fark edip takip etmeniz niyetiyle…
Mart 2016
ycetinkaya@doganburda.com