Harbi diyorum. Bütün hesapları kapatıp gideceğim sonunda. Bir yandan seviyorum. Bir yandan büyük gıcık oluyorum. Hem süper bir gözlem yeri ve dahası bir dolu yazı malzemesi veriyor insana, hem acı. Kimi zaman güldüren, kimi zaman acayip can yakan, kimi zaman da süper sinirlendiren malzemeler. Mesela bu sefer de bu ‘imaj’ meselesi geldi çattı vurdu damarıma. Olay şöyle gerçekleşti efenim: Ben bir cuma günü Kelebek yazımı yazamadım. Cuma yazısını çarşamba akşamı teslim etmek gerek. Ya da en geç perşembe sabah erkenden. İnanın pazartesi gününden perşembe sabahına kadar kurdeşen filan döktüm yazacak konu, kelime bulmak için. Bazen yazını yetiştirmen gereken bir zaman ve mekan olmasa çok daha rahat yazabileceğini düşünüyorum insanın. Ama o hadi hadi olayı var ya. Feci geri tepiyor bazen. Bak sakın; ‘Oha Yonca! Bu memlekette de yazacak tek kelime ve olay bulamadınsa sende bozukluk var’ da demeyin. Bazen Olay çok kelime yok. Benim olmuyor yani. Zaten bunu da açık açık demişimdir hep ben. Yazısını da yazdım bir kere; “Arkadaşlar fikrim yok, yazamadım, özür dilerim” dedim açık açık. Bir hafta boyunca saatlerce sağı solu taradım, bir dolu şey okudum, ama yok bir kelime yazı yazamadım. Düşünmekten, yoktan yazı var etmeye çalışmaktan yoruldum. Perişan oldum o hafta. E bu durumda ne yapar Yonca? Kitaplığıma bakıyordum ve gördüğüm şeyler gibiydim tam. Kurbağa, fil, inek. O fotoğrafı çektim, Instagram hesabımdan şöyle bir şey paylaştım:
“Tam böyle hissediyorum. Şaşkın bir kurbağa gibi. Gözleri pörtlek, taş üstüne çakılmış kıpırdayamayan. Bu haftayı çok zor geçirdim. Kitlendim kaldım. Tek kelime yazı yazamadım. Daha doğrusu kafamdaki konuların cümlelerin hiçbirini karşıma alamadım. Okuduklarım izlediklerim düşündüklerim bünyede hapis kaldı, çıkmadı. Kafamda sıkışıp kaldı. Biraz üzüldüm. Biraz sıkıldım. Biraz köşeye sıkıştım. Biraz da hep bir şeye, zamana, limite, yere, köşeye, oraya buraya yetişmekten bunaldım. Oluyor işte böyle. Bazen. Azcık durursun dinlenirsin toplanırsın geçer.” Birçok takipçim anladı beni. Bazısının ‘Eee dur bi dinlen’ demesine içerledim bir yandan. Çünkü yorgunluğum bedensel veya bir önceki uzun koşuyla alakalı değildi, ama bu konuda kesin kanı veya önyargı varmış gibiydi. Varsayılan oydu. Gönderme onaydı. Bense tamamen yazı fikri düşünüp bulamadığımı ve bundan yorulduğumu açık ve net dile getirdiğimi düşünüyordum. Neyse onu yazmıştım, ama altında sanki başka ima varmış gibi bir kanı vardı. O zaman düşündüm işte: Neden kelimesi kelimesine ne dediğime inanmak bu kadar güç acaba? Söylenenleri ben de böyle mi dinliyorum acaba?
Direkt olsan da, genelde hep ‘illa bir alt bant vardır bunda’ kafasına mı girmişiz çıkamıyoruz acaba? Öyle çok şey düşündüm ki... Ama esas en bomba olay bana gönderilen yaklaşık 20 küsur direkt mesajla patladı. Bana direkt olarak, yani ortaya değil de özelden yazan 20 takipçinin ortak mesajı ve kaygısı şuydu: “Yonca, sen her şeye pozitif bakan, pozitif imaj veren, imajı mutlu olan bir insansın. Ama böyle bir paylaşım yaparak bu imaja zarar verdiğini düşünmüyor musun? Şimdi insanlar senin için ne düşünecek?” Ben şok! Ben manşet! Ben çıldır! Sadece şöyle cevap verebildim: “İmaj kaygım yok.” Ne denir ki başka? Benim değil o kaygı. Hiç olmadı. Ben imaj olsun diye mutlu, pozitif, enerjik filan olmadım. Değilim. HİÇ DEĞİLİM! Bu kaygı belki de senindir. Ben blumik olduğumu da yazdım. Yahu pozitif, sağlıklı insan imajı kaygım olsa geçen ay bu dergide yazdığım yazıyı da yazmam değil mi? Memelerimin küçük olduğunu yazdım, bir süre bunun eziklik meselesi olduğunu, ama sonra bu küçük memeli olma halimle mutlu olduğumu ve büyütmeyi de düşünmediğimi de yazdım. İmaj kaygım olsa yazmazdım. Daha doğrusu böyle bir estetik kaygım olsa zaten belki kimse bilmez, kafamdan geçeni yapar, öyleymiş gibi hayata devam ederdim. Hatta çok komik, dün evde yere yapışıp plank yaparken tişörtümden içeri baktığımda minik memelerimin nasıl komik sarktığını görüp kahkaha attım. Çok saçma yahu insan kafası. Hani ineklerin sütünü sağarken böyle minicik ve uzun ne görüyorsan o hale geliyor küçük meme sen tepe taklak durunca. Çok itici. Ama durum ve gerçek bu. İmaj değil, gerçek gerçek. İmaj dediğin şeyde bir mecburiyet, zorunluluk, uygunluk ve belirlenmiş bir tanım var. İyi de kime göre, neye göre? Totomun kimi zaman spordan küçüldüğünü, kimi zaman oturmaktan büyüdüğünü de yazdım. Bu da doğru. Mesela bu ara büyüme dönemi. Ve ben biliyorum yılbaşı geliyor, süsleneyim dediğimde buna acayip gıcık olacağım, sinir yapacağım filan. E 30 yıldır aynı krizlere girip çıkan Yonca, benim. Alıştım kendime. Dönemsel krizler bunlar. Etrafın üstüme yapıştırmaya benim de itmeye çalıştığım şeylerin çemkirmesi yani. Çok mutlu olduğum zamanları yazdım. Anksiyetenin tavanına çarptığım zaman alemin en uzun anksiyete yazısını yazdım. İnanır mısınız, ordumuzdan askerlerden, evet erkeklerden mail geldi o yazıma. Benim de halim bu, demek karımın da hali bu diye... O mail’lere ayrı ağladım. Gebere gebere yazdım o yazıyı. Üstelik koca memleketin koca Hürriyet gazetesinde yazınca böyle şeyleri, ‘Git işine çocuğuna bak, bize ne senin anksiyetenden uleeeen’ diyenler olsa da yazacağım, olmasa da yazacağım dedim de yazdım. Ağlamaktan içim çıktığında ağlıyorum yazdım. Güldüğümü de yazdım. Bu iş yazmaktan taşıp sosyal medyada sesli sözlü görüntülü paylaşımlara geçince de filtre olayları bir ara oyun gibiydi; yani renk filtreleri diyorum. Fotoşoplu uygulamaları demiyorum. Dergi için çekim yaptık, o zaman fotoşop yapıldı sanırım. Ama bana, kendime yabancı gibi gelmediydi, ses etmedim. Keza Elele ekibi de biliyor benim bu fotoşoplara ne kadar kıl olduğumu. Bir kere bu dergide ‘sabah ne giyeceğimi bilemiyorum’ krizi yazım için çektiğim fotoları basmak isteyip istemediğimi sormuştu editörüm. Tabii yahu. Gerçek onlar. Basacağız demiştim. Kayınpederim ve annem, “Yonca pes!” demişlerdi. “Bu fotoğraflar resmen çirkin. Utanmıyor musun, endişen yok mu?” Yok. Yok öyle bir endişem. Acayip eğleniyorum. Hayal kurmayı çok seviyorum. Kurduğum hayaller içinde imajlar yaratmayı da seviyorum. Ama ‘imaj kaygılı’ bir hayat yaşamıyorum. Acayip ters bana bunlar. Bana ters bakın. Başkasını bilmem. Ama o takipçilerin bana bunu sormaları da haksız değil. Bunu da düşündüm. Çünkü sosyal medya dediğin ortamda hangimiz üzüntüden, hayal kırıklığından, sinirden hüngür hüngür ağlarken bir fotoğraf veya video paylaşıyoruz ki? Ben görmedim. De ki oldu, aman Allah! Onu da ajitasyon olarak gören oluyor bu defa. O da başka bir imaja yarıyor gibi.
Çok fena. Bir kere 6 bin zeytin öldürüldüğünde çok feci ağlarken bir video çekmiştim. Yani insanlara durun demek isterken, elimde olmadan ağlıyordum. Tam paylaşacakken durdum. “Allah’ım zeytinler için ağlamamı anlamsız bulacak ve belki benim abarttığımı düşünecek birileri. Olay zeytinler değil, ben olacağım” dedim, paylaşmadım. Sonra şunu düşündüm; genelde tadım olmadığında, sessizce çekiliyorum sosyal medyadan. Ya da bir şekilde, samimiyetle anlatıyorum, tadım yok diye.
İmaj için değil. Samimiyetle ne hissettiğimi paylaşmak istediğim ve aslında oralarda bir yerlerde asla ve sakın bizlerin uzaylı yaratıklar olduğunu sanarak kendinizi dövmeyin diye. Yazar çizeriz, ama bilin ki biz de düştük mü feci düşeriz. Düşüyoruz da. Aynı şu satırları okuyan sen gibi sorunlarım var benim. Çocuklarıma gıcık olduğum, kocamdan kurtulmak istediğim, sonra hepsini her şeyden çok sevdiğim günlerim var. Kendimi sevdiğim, kendimden nefret ettiğim günlerim var. Tembellikten günlerce banyo yapmadığım günler var. Çalışmaktan duş yapmaya zaman bulamadığım günler olduğu gibi.
Nitekim, şu geldiğimiz yılın son ayı itibarıyla, canım hemcinslerime bütün kaygılarından sıyrılmış bir yeni yıl diliyorum. Yaşımız kaç olursa olsun hem de! Başlarım ben böyle manyak imaj hastalığının içine. Özgürlük değil bu, bir çeşit pranga! Modern bir kölelik sistemi icabında. Hiçbirimiz istemediğimiz şekilde/ halde bir kaygı yüzünden ‘mış gibi’ yapmak, yaşamak zorunda kalmayalım 2016 yılında. Yürekten, en içten dileğim budur. Kaygıyla yaşamak yaşamak değil a dostlar. Güzellik kaygısı çirkin yapıyor insanı. Mutluluk kaygısı mutsuz. 2016, kendimiz gibi olmanın tadına vardığımız, gerçekten mutlu olduğumuz bir yıl olsun... Kaygıları attık mı denize... Mutluluk, aşk, huzur dalgalarla gümbür gümbür gelir.