Kaygıyı genel manada tanımlamak gerekirse kişilerin geleceğe dair duydukları endişe veya korku olarak özetleyebiliriz. Kaygılı olmak kişi için kişisel bir nitelik halini almış olabilir veya kronikleşerek daha ciddi şekilde de seyredebilir. Klinik psikoloji alanında yapılan çalışmalarda da günümüz toplumlarında kaygı ve depresyon vakalarının arttığına vurgu yapılıyor. Bu iki önemli psikolojik problem kişilerin mutsuzluğuna bağlı olarak artış gösteriyor, artış göstermesi aynı zamanda mutsuzluğu da körüklüyor. Kişi için adeta bir kısır döngü halini alıyor aslında. Kaygı bir psikolojik rahatsızlık olarak farklı şekillerde seyredebiliyor. Yaygın kaygı bozukluğu kişilerin günlük hayat içerisindeki düşünsel çarpıtmaları ve yanlış mantıksal çıkarımları ile birlikte geleceğe dair olumsuz bir beklenti içerisinde olması ve buna bağlı olarak günlük hayat işleyişinin olumsuz yönde etkilenmesi şeklinde tanımlanabilir. Kaygıya ilişkin bir diğer altbaşlık da fobiler. Fobi, kişinin şiddetli bir korku hissini belirli durumlarda hissetmesi olarak tanımlanmakta. Günlük hayatta insanların dile getirdiği ve oldukça yaygın olan ve normal olmayan korkular arasında dışarı çıkma korkusu, kapalı alan korkusu ve yükseklik korkusu başta geliyor. Bu fobilerin dışında şu an tanımlanmış beşyüzden fazla fobi bulunuyor! Kaygıya ilişkin bir diğer psikolojik problem de “Panik Atak Sendromu”. Panik atak şu sıralar yine insanlardan gelen şikayetler doğrultusunda yaygınlaşmakta olan bir kaygı bozukluğu. Fiziksel bir sebep olmaksızın kişinin adeta bir kalp krizi geçiriyormuşcasına ataklar geçirmesi, bu durumun belli alanlarda ve durumlarda kendini göstermesi veya ortaya hiçbir tetikleyici olmaksızın kişinin hissettiği yoğun bunaltı hissi olarak özetlenebilir. Kaygının derecelendirmesinde üst düzeyde seyreden ise düşünsel çarpıtmaların takıntı halini alması ve kişilerin takıntılı hislerinden dolayı hissettikleri mutsuzluk ve huzursuzluk hissinden kurtulmak adına tekrarlayıcı ve ayırt edici davranışlar edinmesidir. “Obsesif Kompulsif Bozukluk” olarak tanımlanan bu tür kaygı bozukluklarında kişiler tekrar tekrar birtakım davranışlar sergileyip içinde bulundukları kaygı yaratan durumdan kurtulmayı hedeflerler, fakat takıntıya sebep olan tetikleyici faktör yine o kişinin çarpıtmalarına bağlı oluşmuştur ve geliştirilen davranış ise günlük hayat seyrinde ayırt edici niteliktedir. “Sosyal Kaygı” ise yine fobilerde belirtildiği gibi dışarı alan korkusu ise benzerlik gösterebilen, kalabalık ortamlardan uzak kalma isteği, toplulukta kendini ifade etmekte zorlanma ve hatta mecbur kalındığı takdirde kaygıya bağlı olarak kişinin fiziksel reaksiyonlar göstermesi (terleme, konuşma güçlüğü, panik gibi) olarak tanımlanabilir. Son olarak ise “Travma Sonrası Stres Bozukluğu” olarak tanımlanan kaygı bozukluğu kişilerin hayatlarının daha önceki evrelerinde yaşadıkları yıkıcı hayat deneyimlerine bağlı olarak (Doğal afet, savaş, ölüm gibi) sonraki dönemlerde hissettiği kaygı ve korku olarak tanımlanabilir. Kişilerin tekrar o olayı yaşayacakmış gibi hissetmesi, buna bağlı olarak günlük hayata uyum problemleri yaşaması bu tür kaygı bozukluğunda rastlanılan niteliklerdendir.
Peki kaygı bozuklukları günümüz toplumlarında bilhassa modern toplumlarda neden artış gösteriyor? Günlük hayatta insanların birbirleri ile olan diyaloglarında bile yer bulmaya başlayan “Bende panik atak var” cümlesini sıklıkla duyar olduk. Toplumsal olarak kaygının belki de şekil değiştirmiş hali ile mücadele ediyoruz. Kaygı ve korku öncelikli olarak kişilerin hayatta kalması için gerekli olan iki önemli dürtü aslında. Dövüş ya da kaç komutunu veren bu iki duygu insanlığın varoluşundan bu yana tehlikelerden koruyucu bir niteliğe sahip. Korku duygusu olmasa hayatta kalmamız mümkün olmazdı, fakat şu an kişilerde hissedilen korku ve kaygı yine içinde bulunduğumuz toplumsal faktörlere bağlı olarak normalin dışında seyrediyor. Kierkegaard, kaygının varoluşsal temellere dayandırılabilecek bir olgu olduğuna değiniyor. Gerçekten de “Kaygılıyım, öyleyse varım!” diyebiliyor muyuz? Yoksa toplumsal değişkenlerin kişilere sağladığı ihtimaller denizinde kaybolmak pahasına da olsa o kaygı girdabında sürükleniyor muyuz? Toplumsal değişkenlerden bir tanesi de aslında insanlar için seçeneklerin eski dönemlere göre artış göstermesi ile açıklanabilir. Barry Schwartz “Seçim Paradoksu” kitabında, alternatiflerin artmasıyla insanların mutsuzlaştığını öne sürüyor. Mutsuz olan kişi o seçenekler arasında kararsız kalıyor ve geleceğe dair yanlış öngörülerde bulunabiliyor. Böylelikle kaygı bozukluklarının ortaya çıkma ihtimali kuvvetleniyor. İhtimaller üzerine neden bu kadar düşünüyoruz? İhtimaller kişilerin yaptığı ya da yapabileceği seçimlere bağlı olarak farklı kombinasyonlar oluşturabiliyor ve seçeneklerin çokluğu da ihtimalleri çoğaltabileceği gibi kişinin hep daha fazlasını istemesi ve tüketim odaklı olmasıyla birlikte mutsuzluğu artıyor. Özellikle büyük şehirlerde yaşayan ve çalışan bireylerin yaşadıkları ve çalıştıkları ortamın koşullarına göre uyum sorunu yaşama olasılığı daha fazla oluyor. Büyük şehrin getirdiği stresli koşullar, iş hayatındaki çekişmeler, ev hayatındaki olası sorunlar kişileri mutsuzluğa sürükleyebiliyor ve geleceğe dair daha kötümser bakmalarına yol açıyor. Modernite beraberinde kaygıyı getiriyor bir anlamda. Kaygı varoluşumuzu perçinliyor bizim hayata dair duruşumuzu ve sonrasına dair düşündüğümüz ihtimalleri körüklüyorsa kaygılıyım öyleyse varım! demek doğru bir yaklaşım olabiliyor. Ancak, modern toplumda bireylerin gelecek kaygısının olması, yaşanan olası toplumsal huzursuzluklara dair korkularının olması, sürekli artan doyumsuzluk ve memnuniyetsizlik, tüketim odaklı bir tutum içerisinde olunması kaygı ve korkuyu varoluşsal bir bunaltıdan çok toplumsal bir fenomen haline getirebiliyor.