Levent Üzümcü: "Tek istediğimiz biraz vicdan"

Olayların başından beri Gezi’de bulunan Levent Üzümcü yaşadıklarını, hissettiklerini, düşündüklerini Ayşe Arman'a dobra dobra anlattı. Kıvırmadan, eğip bükmeden…

Röportaj: Ayşe Arman
Prodüksiyon: Mürsel Çavuş
Fotoğraf: Cem Talu
Styling: Ceren Çetinoğlu

Nasıl bir ruh hali içindesin?
Ülkenin hali gibi. Karmakarışık! Ama tüm bu karışıklığın içinde, tuhaf bir huzur ve mutluluk da hissediyorum…

Neden?
Çünkü insanlar baskıcı bir rejime karşı çıktılar, kendi hayatlarına sahip çıktılar. “Yeter artık!” dediler. Bu ve bundan sonra bütün iktidarlara bir mesaj aslında...

Tam olarak nasıl bir mesaj veriyor insanlar?
“Arkadaş! Yıl olmuş 2013. Lütfen devlet eliyle bizim hayatımızı organize etmeye çalışma! Hepimiz, farklı kültürlerden geliyoruz ama hepimiz insanız ve bu ülkede birlikte bir yaşam kurmak istiyoruz. Farklılıklarımızla bir arada olmak istiyoruz. Bizi bölme, bizi ayrıştırma!” diyorlar. Türkçesi şu: Hiç kimse, ‘toplum mühendisliği’ yapmaya kalkmasın!
Yemiyor artık bu halk!

Senin içinde en ağır basan duygu ne?
Kandırılmışlık. Bizi sürekli kandırdılar. Çocukken bize, “Kürt yoktur, dağ Türk’ü vardır” dediler. Bizi resmen yalanlarla büyüttüler. Gerçeği farklı gösterdiler. Hadi biz erkekler, kadınlara göre, bir nebze daha şanslıyız, askere gittiğimiz için Türkiye gerçeğini gördük. Aslında kocaman bir coğrafya olduğunu, bu coğrafyada birbirinden farklı ırkların, dillerin, dinlerin, mezheplerin yaşadığını… Türkiye bizim kendi küçük Paris’lerimizden, New York’larımızdan ibaret değil. Artık herkes anladı bunu.

En başından beri Gezi’desin. Olayların bu raddeye geleceğini tahmin etmiş miydin?
Hayır. Kimsenin öngörebildiği bir şey değildi. Bardağın taştığı nokta oldu. Meğer binlerce, “Yettiniz be!” diyen insan varmış. Artık, hayatımızda, bize ne yapmamız gerektiğini söyleyen birilerini istemiyoruz. Geçenlerde, Brezilya’da inanılmaz bir protesto yaşandı. 100 binlerce insan, hükümeti protesto etti, sonra da sorunsuz bir biçimde evlerine gittiler. Üstelik Rio’nun bazı bölgelerinde, ışıklarda durmak bile tehlikelidir. Arabanı soyarlar. Buna rağmen, o ülkede 100 bin insan, toplandı, özgürce protestolarını yaptı ve olaysız bir şekilde dağıldı. Sonra ne oldu biliyor musunuz, hükümet, “Protestoculara hak veriyorum. Demokratik haklarını kullandılar. Onları alkışlıyorum” dedi ve ulaşım zamlarını geri aldı. Bizde de 2012’nin 1 Mayıs’ında yüz binlerce insan Taksim meydanında toplandı, olay çıkmadan dağıldı. Bir de Gezi’ye bak! El insaf! Sen insanların üzerine gaz bombası atıp, ilaçlı tazyikli suyla saldırırsan, onlar da ister istemez sana karşılık verir. Kendilerini korumak en doğal hakları…

Yaşadığımız şey neydi?
Biçimsel anlamda değil ama insanların kişisel hayatlarında bir devrimdi. Bir bilinç yükselmesi, tepki veremeyenlerin tepki vermesi, korku duvarının aşılması. İnsanlar, haksızlığa karşı durdular. Haysiyetleri için ayağa kalktılar. Buna saygı duymak lazım.

Peki liderleri olmayan bu insanlar bir araya gelip siyaset yapabilir mi? Mümkün mü sence?
Bence siyaset yapmak için değil, haklarını aramak için yola çıktılar. Hiç kimse de, bu rüzgarın içerisinde bir yönlendirici değildi. Kendi dinamikleri olan bir rüzgardı. Bu olayların içinde yer alanlar provokatörlere de izin vermediler.

Sen siyasete atılmayı düşünüyor musun?
Yok ya. Benim ne işim olur siyasetle!

Başbakan’ın bazı sanatçıları hedef göstermesi sence nasıl bir şey?
Fena ama bu aslında o sanatçıların toplum üzerinde ne kadar etkili olduğunun, onlardan ne kadar çekinildiğinin de göstergesi…

Eşin bir terapist, o ne diyor?
Ne desin? Türkiye psikolojik anlamda bir cehennem, sosyolojik anlamda cennet diyor. Türkiye’deki şiddetin, istismarın boyutları ortada. Adalete karşı güven çok azaldı. Bu da, insanları psikolojik olarak çok yoruyor. Artık, şahince politikalar güdülmemeli. “Bu kadar oy aldım, bana oy verenleri evinde zor tutuyorum!” lafları edilmemeli. Bunlar halkı kamplaşmaya iter. Sosyal medyadaki insanların sayıca az olduğunun ve genelin bir resmi olmadığının farkındayım. Ama yine de, farklılıkları körüklemek, eylem yapan insanları düşmanmış gibi göstermek doğru değil. Koskoca emniyet müdürlerinin, olayların ardından, “Çanakkale’den bu yana görülen en büyük zafer” diye polislere mesaj atması ne acı! Lütfen bir an evvel uzlaşalım. Aklıselim olalım. Ben AKP’lileri düşman olarak görmüyorum. Ama hayatımda hiçbir parti tarafından doğru düzgün temsil edilmedim. El insaf, 41 yaşındayım!

Suya sabuna dokunmayan, çağının ve ülkesinin sorumluluğunu taşımayan ‘sanatçı’ olabilir mi?
Gerçekten bu konuda ne düşündüğümü bilmek isteyenler, ‘Little Ashes’ adlı filmi izlesinler. 1930’ların İspanya’sında geçiyor. Salvador Dali ve sınıf arkadaşlarının yaşadıkları anlatılıyor. Harika bir film. Mutlaka görülmeli.

Başbakanın sözünü ettiği o iki farklı yüzde 50 bir arada yaşayamaz mı?
Böyle bir şey yok. Türkiye’yi ikiye ayırmanın manası da yok. Zaten temsil edilmeyen bir 10 milyon insan var. Bu çok önemli bir oran. Toplumda, bugün yapılmaya çalışılan kamplaşma işe yaramayacak. Toplumları düze çıkartmayacak her sistem, her parti yok oluyor. Türkiye’de yok olan siyasi partiler var. Anavatan, Doğruyol partileri gibi. Eğer toplumu düze çıkarma amacında değillerse, onlar da yok olmaya mahkum.

Tüm bu olaylarda, gözlerinin dolmasına sebep olan görüntüler neydi?
Çocukların düştüğü durum. Bir anda ateşin arasında kalan baba-oğul. Metronun içine atılan gazda çocukların o çaresiz hali. Gözlerindeki korku. Ve tabii, parkı boşaltırken attıkları bombalar sırasında yaşanan panik. Bu travmanın bedelini kim ödeyecek?

Biz bu gençliği yanlış mı tanımış, yanlış mı değerlendirmişiz?
Birçok profesör, “Bu genç şöyleymiş, şöyleymiş” diye atıp tuttu. Evet, genç bir kitle oradaki. Çoğu üniversite öğrencisi. Ama aralarında ilkokul mezunları da vardı. Çok güzel insanlar tanıdım orada. Aslında yaş ve eğitimle sınırlandırılamayacak bir kitle var karşımızda. Onuru korumaya çalışan insanlar onlar. Ve bu insanlar, o park içinde bir onur mücadelesi verdiler. Hepsinin önünde saygıyla eğiliyorum.Şu andan itibaren sence ‘cadı avı’ başlayacak mı?
Başladı bile. Bu rejim, normal bir rejim değil, diktatörlük rejimi gibi. İnsanların itirazı da buna. Bu ülkenin haber kanalları beş gün boyunca sağır, dilsiz ve kör oldular. Neden bu kadar korktular? Demokratik bir ülkede bunlar olur mu? O kanallardan bir tanesinin genel yayın yönetmeni ayrıldı kanaldan…

Sen peki söyleyeceklerinde, herhangi bir biçimde frene basıyor musun?
Süratli gitmiyorum ki, frene basayım. Biz kötü niyetli insanlar değiliz, bu ülkenin kötülüğünü istemiyoruz. Ama kendini ‘karşı taraf ’ olarak görenler, bizi bu ülkenin vatandaşı saymıyor. Bizi, vatanı bölmeye çalışan ‘vatan haini’ olarak görüyorlar. Bu insanlarla oturup ne konuşabileceğimi, kendimi nasıl ifade edeceğimi bilmiyorum. Çıkıp, “Ben vatan haini değilim” demeyi de zül addederim.

Hürriyet’te yayınlanan röportajdan sonra, baktım Twitter’da sana küfür kıyamet gırla. Tehdit savuranlar da var. Korkmuyor musun?
Hayır korkmuyorum. Ben yanlış bir şey yapmadım, yapmıyorum. Sosyal medya aracılığıyla, tehdit savuranlara pabuç bırakacak biri de değilim. Ama bu, bir meydan okuma değil. Sadece kendimi ifade ediyorum, susmuyorum, susmayı ‘suça iştirak’ gibi algılıyorum. Şu anda bir tarih yazılıyor, belki sıcağı sıcağına anlamıyoruz ama insanlar gün gelip gerçekleri öğrenecekler, neyin ne olduğunu anlayacaklar.

Eşin, çocukların ne diyor? Evde bir tedirginlik var mı?
Ben aileme çok düşkünüm. Sadece para kazanmak için evden çıkan biriyim, o kadar evcimenim. Evet, başta kendi adıma değil ama onlar adına bir endişem oldu. Ama sonra şöyle düşündüm, “Ben karayollarında otoyol tamircisi olan bir adamın çocuğuyum. Babam ve annem ilkokul mezunu. Bu mesleğe girerken, para kazanmayı beklemiyordum. Her şey hasbelkader oldu. Ama bu halk sayesinde oldu. Yine onlar sayesinde, çocuklarıma bir gelecek hazırladım. Bunu tek başıma yapmazdım, bu halkla yaptım. Şimdi de susamam, üç maymunu oynayamam. Yaşadıklarımı, tanık olduklarımı onlarla paylaşmam lazım, bu benim bu halka borcum!”

Yine de tüm bu yaşananların olumlu olduğunu düşünüyorsun…
Elbette. O kadar vahşi kararlar alınıyordu ki Türkiye’de ve kabulleniyorduk, sesimiz çıkmıyordu. Ödenekli sanat kurumlarıyla ilgili dehşet kararlar alındı. Bu bir sosyal patlamadır ve özgür bir gelecek için şarttır.

Kritik olan hataları tek tek say…
Ayın 28’inde başladı zincirleme hatalar. Yol düzenlemesi yapılırken, ağaçlar söküldü, “İzniniz var mı?” denildi. ‘Ih ıh’ yoktu. Her şey, birbirine girdi. Sen, hükümet de olsan, kamuya ait bir parkın duvarını izinsiz yıkamazsın, ağacı sökemezsin. Kanunsuzluk yapıyorsun. O arada mahkeme, yürütmeyi durdurma kararı veriyor, sen hala dinlemiyorsun, karara uyacağım demiyorsun. İnsanlar, haklı olarak karşı çıktılar. Hükümet de, polisi o insanların üzerine sürdü. Zaten uzun zamandır, polisin içindeki durumu anlatan kitaplar yazılıyordu. Bir tanesinin yazarı, daha kitap çıkmadan, içeri atıldı. Şunu anlatmaya çalışıyorum: İnsanların bir polis devleti olmaya başladığımıza dair kaygıları vardı. Derken, çadırlar yakıldı. Ve sonra, insanlara gazla saldırdılar, inanılmaz şiddet uyguladılar. Dört insanımızı kaybettik. Kaybımız çok daha büyük olabilirdi. Yine de bizi sağduyumuz korudu…

Başbakan’ın parka bir kere bile gitmemesi, sence olayları tırmandırdı mı?
Elbette. Başbakan gitmeliydi. Gitmeyi bırak, daha babacan bir tavır sergileseydi, garanti ediyorum, bir sonraki seçimde yüzde 60 oy alabilirdi. Bundan adım kadar eminim. Ama o, radikalleşmeyi, kendi destekçilerini de radikalleştirmeyi tercih etti…

Peki, tam dağılma sürecine girilmişken yeniden parka saldırılmasını nasıl değerlendiriyorsun…
O, akıl alır gibi değil! Parka, son saldırı 15’indeki Sincan mitinginden sonra oldu. Başbakan’ın arkasında Bakanlar Kurulu ve AKP’nin ileri gelenleri vardı. Böyle bir gövde gösterisi eşliğinde çok sert bir konuşma yaptı. İstanbul’a bir Fatih edasıyla gelmek istedi. Gezi’deki gösteriye tahammülü yoktu. Oysa o esnada insanlar, çadırları tek çadıra indirmeye karar vermişti, parkı terk etmeye hazırlanıyorlardı. Kendini savunacak hiçbir şeyleri olmayan insanlara, gaz bombaları atıldı. Vali, onları ‘marjinal’ ilan etti. Gerçekten akla ziyan şeyler yaşandı!

Başbakana bir şey söyleyebilecek olsan ne söylerdin?
Azıcık daha vicdan!

Pınar Altuğ ve Yağmur Atacan'ın kızları Su 15 yaşına girdi! Eşi ve kızlarıyla Mauritius'a giden Sinem Kobal'dan yeni kareler İşte Öyle Bir Geçer Zaman ki'nin Osman'ı Emir Berke Zincidi 90'lı yılların yakışıklısıydı... İşte Kaan Girgin'in son hali... 'Kızılcık Şerbeti'nden yeni 2. fragman: Daha önce tanışmış mıydık Demet Şener: Sevgilime gönülden bağlıyım, evlilik şart değil