Mert Fırat ve içindekiler

Yanında sonsuza dek kalsanız sıkılmayacakmışsınız gibi hissettiren, sevdiklerinin sorunlarını kendi sorunları gibi sahiplenen, düşünceli, zeki ve ‘Bu yaşa geldim ben neler başardım?’ sorusunu kendinize sordurtacak kadar başarılı... Mert Fırat ile samimi bir randevuya hazır mısınız?

İçimizdeki ruhsal boşluğu doldurmak adına kimisi nefes terapilerine gidiyor kimisi meditasyon yapıyor. Sizin bir kaçış planınız var mı?
Yogayı çok seviyorum ve fırsat buldukça da yapıyorum. Fiziksel bir aktivite olması cezbedici çünkü spor da bir terapi. Kickbox’a da gidiyorum. Aslında gün içinde her şeyden kopup iki saat neye odaklanırsan o senin terapin oluyor. Herkes kendinin şifacısı olmalı ve neyin ona iyi geldiğini bulmalı. Vücudumuz hafızanın kendisi. Yaşadığımız her şey çakramızda birikiyor. Bunların bilincinde olmadan yoga yapılırsa fiziksel bir devinimden ibaret olur.

‘Guilty pleasure’ kategorisine giren bağımlılıklarınız var mı?
Ölme riskinin yüksek olduğu ekstrem sporlardan ne yazık ki çok hoşlanıyorum. Mesela 9-10 kere bungee jumping yaptım. Yine çok tehlikeli olduğunu bilmeme rağmen yamaç paraşütünü çok seviyorum. Uçaktan paraşütle de atladım. Atla dört nala dağ tepe gitmeye bayılıyorum. Bütün bunlara kara oyun diyorlar galiba. Ama başkalarına vereceğim zarardan her zaman kaçınıyorum, trafikte hızlı araba kullanmayı hiç sevmiyorum.

Korkularınız neler?
Başkasına zarar vermekten, başkasının hayatına çok ciddi bir dokunuş yapıp gerisini getirememekten, birini zor duruma düşürmekten, başkası adına karar vermekten, bir sorumluluk alıp vebalini taşımaktan çok korkarım.

Bu ülkede tek bir şeyi değiştirebilecek güce sahip olsaydınız bu ne olurdu?
Önyargıların tamamını yok ederdim. Şovenizmi, ırkçılığı, bir halkın bir başka halk üzerinde kurmaya çalıştığı üstünlüğün ve baskının tamamını ortadan kaldırırdım. Biz öznesi yerine, siz ya da onlar koymaya çalışan düzeni değiştirirdim. Bizi sadece bağlı bulunduğumuz milletle, dinle, ırkla nitelendirip yönetmeye çalışan, bundan sürekli kendine fırsatlar yontan bir dünya düzeni var. Halbuki biz kendi aramızda esas olan insandır, hümanizmdir desek tüm sorunlarımız çözülecek.

Mert Fırat’a dair sırada bizi neler bekliyor?
Şu an en çok tiyatroyla meşgulüm. Ama en yeni haber, İlksen’le birlikte Kürk Mantolu Madonna’yı çekmeyi planlıyor oluşumuz. Daha bir yılı var ama hazırlık süreci çok vaktimizi alıyor. Esasında Filiz Ali kitapların haklarını çok zor devrediyor. Daha önce de bu kitabı 40-50 kişi filme çekmek istemiş. Ama o sadece İlksen’in çekmesi ve benim oynamam şartıyla haklarını bize devretti. Ayrıca benim kendi yapım şirketiyle hazırlığı içinde olduğum iki tane film daha var.

Sık sık gördüğünüz bir rüya var mı?
Çocukken hep değişik değişik yerlerde uçtuğumu görürdüm. Uyanınca da çok bozulurdum, ‘Niye uçamıyorum ben?’ diye. Rüyamın içinde bile uçtuğumu herkese kanıtlamaya çalışırdım.

Gece başınızı yastığa koyunca, uykuya dalmadan önce neler geçer aklınızdan?
Daha çok günü ve ertesi gün neler yapacağımı düşünürüm. Kafayı boşalttığım anda da giderim zaten. O kadar hızlı uyurum ki inanamazsın. Hatta önce uyuyup sonra yatarım.Bugüne dek izlediğiniz filmler arasında en çok etkilendiğiniz sahne ne oldu?
Sean Penn ve Susan Sarandon’ın oynadığı ‘Dead Man Walking’ adlı filmde ikisinin muhteşem bir oyunculuk sergiledikleri final sahnesi... Kadın hem avukat hem rahibe ve film boyunca sen adamın suçsuz olduğunu düşünürken adam kadına en son sahnede bir itirafta bulunuyordu. ‘Godfather 2’de Al Pacino’nun kalp krizi geçirdiği sahne ve ‘Godfather 1’de yine Al Pacino’nun ilk kez adam öldürdüğü suikast sahnesi beni çok etkilemişti. Türk filmlerinden ‘Selvi Boylum Al Yazmalım’da finaldeki; ‘Ne olacak lan şimdi, kadın hangisini seçecek?’ denildiği sahne; ‘Susuz Yaz’daki o giriş sahnesi unutulmazdır.

Peki, en çekinerek söylediğiniz replik ve en zorlandığınız sahne ne olmuştu?
İlk dizi deneyimim olan ‘Yersiz Yurtsuz’daki bir aşk sahnesinde; ‘Bir göktaşı gibi çarptın bana... Muhakememi yitirdim’ diye devam eden bir söz söylemem bekleniyordu. O kadar yabancılaşmıştım ki o anda o kelimelere, gerçekten zorlanmıştım. Kız da yüzüme İngilizce konuşuyormuşum gibi bakıyordu. En zorlandığım sahneyse; ‘Kelebeğin Rüyası’ndaki banyo sahnesi oldu. O gün neredeyse hiçbir şey yememiştim, artık diyetimin son günleriydi. Öleceğim sahne de o gün çekilecekti. Kafam çok çalışmıyordu, kendimde değildim sanki. Unutamayacağım günlerden biridir benim için. Daracık bir odanın içinde gün boyu o sahneyi çektik.

Aşık olduğunuz bir kadın karakter var mı? 
‘Kürk Mantolu Madonna’da Raif’in aşık olduğu Maria Puder’e karşı ben de boş değilim, ondan hoşlanıyorum. Çok kuvvetli bir kadın çünkü. Raif’ten çok onu canlandırmayı isterdim. 1940’lı yıllarda yazılmış ve 1923 yılında geçen bir roman olduğu düşünülürse o dönem için çok marjinal, güçlü duran ve dominant bir kadın karakter. Aynı şekilde Emile Zola’dan Nana ya da Jeanne D’Arc da keza beni çok etkiler. Hepsi de sağlam, kuvvetli kadın karakterler...

Peki, gerçek hayatta nasıl kadınlar sizi etkiler? 
Güçlü durabilen, sağlam, kendi kararını kendi verebilen, ayakları yere basan, kendine güveni olan kadınlardan etkileniyorum. Baskın olmaya çalışan ya da karşısındakinin üzerinde tahakküm kuran kadınlardan bahsetmiyorum. Erkekleşmemiş, kadın kimliğiyle var olabilen, masumiyetini kaybetmeden ruhen güçlü olabilen kadınlar...

Kadınlarda neye asla katlanamazsınız? Bir ilişkide neyi asla yapmamalılar? 
‘Sen nasıl istersen’ demelerine katlanamam. ‘Olur, fark etmez’ gibi kelimeler çıldırtıyor beni. Mesela, ‘Nereye gidelim?’ diye sorduğumda ‘Sen nereyi istersen’ cevabını duymak istemiyorum. Bazı kadınlar irade koymayı bilmiyor. Oysa talep edebilmeli, gerçek fikrini söylemeli, bir sorun olduğunda o anda dile getirebilmeliler. Öbür türlü en küçük problem bile bir kartopu gibi büyüyor.

Kadınlardan öğrendiğiniz en önemli şey ne oldu? 
Sabır. Doğru yerde doğru şekilde davranmak. Kadınlar hiçbir şeyi unutmuyorlar ve asla kandırılamıyorlar. Aslında bu toplumun pasif direnişçileri onlar. Hem fiziksel hem de maddi güçleriyle sınanıyorlar. Kadının kendine kurduğu dünyanın içinde nasıl var olduğu ve hedeflerini nasıl gerçekleştirdiği bir erkek için öğrenilmesi gereken bir şey. Çok planlı ve dirayetli ilerliyorlar. Yaptırmak istedikleri şey için direniyorlar. Fiziksel güç kullanamadıkları için psikolojik bir baskı yapıyorlar daha çok. Ama temelde yaptırmak istedikleri şeyi yaptırıyorlar. Kadın çok ikna edici, çok güçlü bir varlık. Anneler der ya hep; ‘Sen babana söyleme ben hallederim’. Çünkü onlar uygun zamanı çok iyi bilirler. Bu durum uzaktan kadının erkeğin üstünlüğünü kabul etmesi gibi gözükse de, temeldeki mevzu erkek egemen dünyayla nasıl baş edeceğini bilmesidir. Bu realiteye rağmen kendilerini var etmenin yolunu bulan, onurlarını gururlarını çiğnetmeden kendilerini ortaya koyan kadınların hayranıyım. Bir şekilde pasif direnişle diktatörü aşağı alıyorlar. Çünkü kadınlar ve pasif direniş her zaman kazanır. Kuvvet, öfke, şiddet direnişin yanında yok olup gider. Çok yakın tarihimizde de görebiliriz bunu.

‘Bence aşk yok’ desem, beni aksine ikna etmeye çalışır mısınız?
2-3 yıl önce olsa evet ama yaşım ilerledi artık sıkılıyorum karşımdakini ikna etmeye çalışmaktan. Şaka bir yana, aşk onu nasıl tanımladığımızla ilgili. Ve tek bir tanımı yok aşkın. O yüzden asırlardır ne olduğu üzerine tartışıyoruz. İki insanın önce ortak aşk dilini bulması gerekiyor. Birlikte neye güldüğümüzü bulmadan komedi filmi yazamayız. Ama bence aşk var. Ben aşkın bir büyü, hipnotik, kimyasal bir durum olduğunu düşünüyorum. Ama biz hissettiğimiz aşk mı, etkilenme mi yoksa fiziksel bir talep mi karıştırıyoruz.

İlk görüşte aşk var mı sizce?
Evet var. Ama esas ilk görüşte etkilenme var bence. Hipnozun etkisine girip büyü bozulmadan devam eden bir safha var; aşkın kuluçka safhası diyorum ben. İşte o dönem büyü karşılıklı bozulmazsa aşk başlıyor ve ilişki güzel tesis oluyor.

Röportaj: Ece Üremez
Fotoğraf: Hakan Adil

Bardaktan boşanırcasına yağmur yağıyor derler ya, tam öyle bir sabahtı... Bahçeköy’de hep önünden geçtiğim tatlı kafede oturmuş camdan yağan yağmura bakıyor ve ‘o’nun gelişini bekliyordum. Sanki bir kitabın ilk sayfasındayım diye düşünürken sırtında çantasıyla, eski bir arkadaş gülümsemesiyle ve insana kendini yakın hissettiren ses tonuyla içeri, ‘Günaydın, nasılsınız?’ diyerek girdi. Hani bir tabir vardır ya ‘o gelince adeta etraf aydınlandı’ diye, öyle bir şeyler oldu sanki. O dakika, benim onu gördüğüm gibi görebilmeniz için her şeyi olduğu gibi anlatmaya karar verdim. Her haliyle bir başkaydı Mert Fırat... Omletini minik pizza dilimleri gibi kesip üst üste koyarak yemesinden gülüşüne, konuşmayı çok sevmesinden herkese karşı kibar tutumuna, kelimelere verdiği önem ve anlamdan anlattığı hikayelere hayat veren komik taklitlerine... Kendisi hiç şüphesiz hem ekranların hem sinema perdesinin en yetenekli oyuncularından biri. Namı ülke sınırlarını çoktan aşmış Orta Doğu’yu ele geçirmiş durumda. Ama kendisi 
sinema ve tiyatronun onun için iş değil aşk olduğunu dile getiremeyecek kadar mütevazı. Getirmesine de gerek yok zaten ancak aşk bir adamı henüz 34 yaşında hem film şirketi hem de tiyatro sahibi yapabilir. Güçlü duran, hayata pozitif bakan, yanında sonsuza dek kalsanız sıkılmayacakmışsınız gibi hissettiren, sevdiklerinin sorunlarını kendi sorunları gibi sahiplenen, düşünceli, zeki ve ‘Bu yaşa geldim ben neler başardım?’ sorusunu kendinize sordurtacak kadar başarılı bir adam. Nezaket, iyi niyet ve sempatiklik ise adeta hücrelerine işlemiş. Bu yüzyıla ait olmayan bir karizması var. Üstelik bilindik parametreleri sorgulatacak kadar da farklı bir yakışıklılığa sahip. Bir ara, sevenleriyle sohbet etmek olarak gördüğü röportaja inancının çok büyük olduğunu heyecanla ekliyor; “Bu sayede hiç tanışamayacağım, ulaşamayacağım insanlara kendimi anlatabiliyorum” diyor ve dünyasının kapılarını tüm hayranlarını içeri alacak kadar kocaman açıyor. Anlayacağınız, gün Mert Fırat’a dair ne var ne yoksa masaya dökme günü oluyor 
çünkü bir röportajdan öte hayatın farklı noktalarına dokunuşlara dair bir muhabbet geçti o gün aramızda. İçi gülen gözlerinden mi yoksa ses tonundan mı bilemedim ama sanki karşımda bana içini döken bir dost vardı, o hep tanıdığım bildik haliyle anlatıyordu işte... Hal böyle olunca ben de sözü fazla uzatmıyor, ‘başka dilde’ Mert Fırat’la sizi baş başa bırakıyorum. Meğer hala söyleyecek çok sözü varmış.

Şu aralar halet-i ruhiyeniz nasıl? İçinde olduğunuz dönemden, mesleki açıdan ulaştığınız noktadan mutlu musunuz?
Kendime koyduğum hedef, oyunculuğu uzun yıllar yapabilecek bir sisteme ulaşmaktı. Bir kısmını İstanbul’a geldiğimin dokuzuncu yılında başarmış oldum. İki yıl önce bir tiyatro sahibi oldum. 12 arkadaş bir araya gelip Moda Sahnesi’ni kurduk. 28 yaşında yapımcılık yapmaya başladım, İlksen’le Kutu Film’i kurduk, ‘Başka Dilde Aşk’ı çektik. Çok şanslı bir dönemdi benim için. Yani esas hayalimi yedi yıl önce Kutu Film’i kurarak gerçekleştirmiş oldum. Şimdi Bursa’da ortak arkadaşlarla Sanat Mahali diye bir girişim yapıyoruz. Bana göre önemli olan bunları yapmak değil doğru şekilde devam ettirebilmek, yıllara yayabilmek. Hala birçok hayalim var.

Yaş olarak nasıl hissediyorsunuz?
Hiç 34 yaşındaymışım gibi hissetmiyorum. Ama sakinleştiğimi görüyorum. Bazı konulara daha mesafeli bakıyorum. Çok öfkelenmiyorum artık ya da aşırı sevinmiyorum. Yıllar ilerledikçe insanın tahammülü artıyor ama hedeflerinden geri durmuyorsun. Aksine daha ayağın yere basarak istediklerini daha net bilerek ilerliyorsun. Daha da yapmak istediğim çok şey var.

Ankara’da doğup büyüdünüz. Yetiştiğiniz coğrafyanın izlerini üzerinizde taşıdığınıza inanıyor musunuz?
Kesinlikle. İstanbul’da büyüsem algım farklı şekillenmiş olabilirdi. İstanbul’da bu kadar çok ihtimal ve seçenek varken yaptığım işe bugünkü gibi konsantre olamayabilirdim. Ankara’nın bana getirdiği başka bir disiplin var. Oranın kısıtlı imkanlarına rağmen insanın kendini kocaman bir kasabada gibi hissediyor olması ve yeni gelen her şeye aç hissetmesi dolayısıyla da iştirak etmesi... Ankara’daki öğrencilik yıllarımda tiyatro festivali için para biriktirip 12 tane oyun seyrettiğimi biliyorum. Amatör bir ruhla profesyonel gibi çalışmak lazım. Ankaralılar tam da bunu yapıyor. İmkansızlıkların içinde kendine varoluş yaratıyor ve ona konsantre oluyor.

Eskiye nazaran siz...
İlk İstanbul’a geldiğimde bu şehre karşı çok güvensizdim. Sadece kendi yakın çevremle görüşüyor, temkinli ilerliyordum. İstanbul benim için büyük bir tehlike alanı gibiydi ki ben İsveç’te okudum. Ama oralarda sosyal devlete ve güvenlik sisteminin işleyişine güveniyorsunuz, içiniz rahat oluyor. Bütün bunlar önyargılar ve kodlamalar aslında... Bir gün geldi bu şehirde iyi insanlarla tanıştım ve İstanbul’a güvenim geldi. İyi insanlarla kurulu küçük bir dünyayı burada da yaratabildim, kendi Ankara’mı kurdum. Eskiye nazaran değişmeyen şey ise çok samimi söylüyorum hala deniz kenarına gitmek aklıma gelmiyor. Boğaz’a gitsek de ben yine unutup denize arkam dönük oturuyorum.

Bir gün oyunculuğu tamamen bırakıp sadece işin mutfak kısmında yer almayı planlıyor musunuz?
Çok elzem bir durum olmazsa kendimi geriye çekmeyi planlamıyorum. Bilakis daha çok iş yapmak, oyunculuğumu ön planda tutmak istiyorum. En az iki yılda bir film çekmek, her yıl tiyatro yapmak istiyorum. Bir de senaryo yazımıyla çok ilgiliyim. Benim bir projede yer almamda da senaryo en etkili maddedir.

Çocukluğunuzda izlemenize izin verilmeyen bir film var mıydı?
Korku filmleri sanırım. Örneğin, Stephen King’in romanından bir uyarlama olan ‘Mısır Tarlası Çocukları’nı izletmemişlerdi. Bir tane de bebeğin kafasının döndüğü, oyuncakların canlandığı falan bir film vardı bana yasak olan.

Ne olursa o büyü bozulabilir?
O dönem iki taraf da yalandan oynamaz, olmadığı biri gibi davranmazsa aşkın temeli çok güzel atılıyor. Çünkü küçücük anlarla deşifre olabiliyoruz. Benim bir dönem çok demokratik, bilgili, akademisyen olan bir kız arkadaşım olmuştu. Sonra bir gün geldi aniden faşist bir söylem takınıp bir grup insana laf etti. O anda büyü de bozulup gitmişti. O yüzden benim için sonrasında gelişen süreç ilk etkiden de daha önemli çünkü gerçekte birlikte olacağımız kişiyi o zaman tanıyoruz.

Aşk nasıl yaşanmalı sizce?
Birbirimizin hayatında tek başımıza da var olabileceğimizden emin olup birbirimize muhtaç olmayı tesis etmeden yaşanan şeydir aşk. Bence gerçek aşk; her kadın ve her erkeği uçabileceği kadar yakın bir pencereye, o kanatlara sahip olabileceği bir dünyaya koymak. Nereden besleneceğini, nasıl uçacağını bilecek ama ona rağmen senin yanında duracak. Sen maddi ya da manevi güçlerinle onun duygularını suiistimal etmeyeceksin.

Şu anda aşık mısınız?
Çok aşıktım. Ama şu anda ben de anlamaya çalışıyorum hala devam edip etmediğini. Çok zorlu bir süreç. Hayat her zaman oyununu oynuyor ve hal öyle olunca elin, kalbin zayıflıyor, için çekiliyor, etrafında olan biteni anlamaya çalışıyorsun. Ben kendimi ve şimdiye kadar yaşadıklarımı anlama safhasındayım. Ama bunu da olumsuz bir şey olarak asla görmüyorum. Ayrıca 34 yaşında olsam da hayatıma sonsuza kadar alacağım kadını seçeceğim bir evrede hissetmiyorum kendimi. Gerçi annem hemen evleneyim hemen çocuğum olsun istiyor.

E siz hiç istemiyor musunuz evlenmeyi, çocuk sahibi olmayı?
Ben bir gün çocuk sahibi olmak istiyorum. Evlenmekle ilgili de bir önyargım yok ama çok büyük bir sorumluluk. Yine de evlilik tamamen doğru insanla karşılaşmakla ilgili. Öyle biri çıkıyor ki karşına bir anda bütün bu tartışmalara son veriyor. Ve o büyüyü yakaladığınız kişiyle 3-4 ay içinde bir evlenme kararı alsanız çok daha iyi oluyor. Öbür türlü yıpranmalar başlıyor. O ilk baştaki heyecanı çağırmak çok zor oluyor. Elbette 10 yıl geçse de hiçbir şey tükenmez önemli olan o büyüyü devam ettirebilmek. 30 yıl sonra evlilik yıldönümü geldiğinde, ‘Ne sürprizi ya bunca yıl sonra’ dememek gerek.

Hangi nokta aşka kapılarınızı tamamen kapatmanıza neden olur?
Birbirimizin hedeflerini kısıtlama noktasına gelmemeliyiz. Sınırlarımı sadece karşımdakinin belirlemeye çalıştığı bir dünyada hiçbir ilişki düzenine yokum. Aşkta da, işte de. Birinin bir başkası üzerinde kurmaya çalıştığı tahakküm beni durduruyor. Kimsenin buna ihtiyacı yok. Zaten yeterince yönetilmeye çalışılıyoruz. Birileri sürekli hem toplum mühendisliği yapıyor, dayatmalar getiriyor. Böyle bir dünyada yaşarken bari aşkta birbirimize küçük hücreler kurup onlara hapsolmayalım. Tabii ki iki insan birbiri için değişebilir. Önemli olan makul kalabilmek.

Peki kıskançlık sizce makul kabul edilebilecek bir hal midir?
Kıskançlık anlaşılır bir durum. Nasıl yönettiğiniz önemli. Karşındaki insanın neyi kıskandığının altını boşaltırsan bu durumun da bertaraf edilebileceğini düşünüyorum. Kişi kıskançsa altında başka bir güvensizlik duygusu vardır; ya bana ya kendisine ya da hayata karşı... Güveni doğru tesis ederseniz kıskançlık ortadan kalkmalı ama ona rağmen kalkmıyorsa tedavi edilmesi gereken psikolojik bir durum var demektir.

Hafızanızdan sildirmek istediğiniz biri oldu mu hayatınızda? Ya da unutmak istediğiniz bir olay?
Hayatta her şeyin benim tercihlerimle ve benim için olduğuna inanıyorum. İlişkide yaşanan her şey iki kişilik. Sen sildirsen de karşı taraf hep hatırlayacak. O yüzden önemli olan unutmak değil doğru dersleri çıkartmak. İşte o zaman başa gelecek en kötü durumda bile hayata devam etmek adına bir ihtimal yaratırsın kendine. Benim sildirmek istediğim biri yok ama geri almak istediğim zamanlar var. Hepimizin hataları oluyor ama hayat devam ediyor.

‘Bir Varmış Bir Yokmuş’ filminde de sıfırlama mevzusuna değiniliyordu. Aynı kişiyle sıfırdan başlamak mümkün mü?
Her başladığın ilişkide yepyeni bir sayfa açmak gerekiyor. Geçmiş ilişkiden kalan yaralar iyileşmeden, kendinle ilgili problemleri tespit etmeden, yaptığın hataların muhasebesini yapmadan yeni bir adım atmak hem kendine hem karşı tarafa büyük haksızlık. Film de bunun hikayesiydi aslında. Benim için değerli olan karşımdaki kişiyi değiştirmek değil geliştirmek. Mümkün mertebe de bunu yapmaya çalışıyorum.

Pınar Altuğ ve Yağmur Atacan'ın kızları Su 15 yaşına girdi! Eşi ve kızlarıyla Mauritius'a giden Sinem Kobal'dan yeni kareler İşte Öyle Bir Geçer Zaman ki'nin Osman'ı Emir Berke Zincidi 90'lı yılların yakışıklısıydı... İşte Kaan Girgin'in son hali... 'Kızılcık Şerbeti'nden yeni 2. fragman: Daha önce tanışmış mıydık Demet Şener: Sevgilime gönülden bağlıyım, evlilik şart değil