“Mükemmel olmaya çalışmak çok sıkıcı”
Cansel Elçin’le dolunay öncesi uzun bir gün geçirdik.
Mecburen bir cumartesi günü buluşuyoruz. Benden on dakika sonra stüdyoya giren Cansel Elçin, herkesle tanışıp koltuğa oturduktan sonra az önce söylediğimi adeta bire bir tekrarlıyor: “Acıktım, acaba ne yesek?” O anda anlıyorum ki, her şey yolunda gidecek. Fotoğraflarını çekeceğimiz, söyleşi yapacağımız ünlü, içinden geleni söyleyen, doğal bir insan. Mönüyü inceleyip ikilem yaşıyoruz. Köfteli “wrap” (dürüm) mi yoksa daha hafif bir şeyler mi? Benim gönlüm birincisinden yana olsa da, Cansel Elçin formumuzu korumamız gerektiğini hatırlatıp (sanki ihtiyacı varmış gibi) mozarella ve domatesli bir salata seçiyor. Saçları çekim için hazırlanırken teypsiz sohbete başlıyoruz. Ve bu defa ilk soruyu ben değil, röportaj yapmaya geldiğim bu insan yöneltiyor ve aksanımı soruyor. Tabii benim kendisine aynı şeyi sormama gerek yok, herkes gibi ben de Cansel Elçin’in Fransa’da bir “ömür” geçirdiğini biliyorum. Kitaplarının hangi dilde olduğunu merak ediyorum. Türk yazarlarını kesinlikle Türkçe, diğer kitapları Fransızca okumayı tercih ettiğini ancak laptop’ındaki her şeyin Fransızca yüklü olduğunu söylüyor.
Kendisiyle dalga geçebilen bir insan
Siparişlerimiz geldiğinde ben mozarellalı salataya bakıp “İnsan bununla doymaz ki!” diyorum. Bu yorumu “duymayan” Cansel Elçin, “Nefis görünüyor!” diye övüyor. Bakış açısı (farkı) denen şeyin bu olduğunu hatırlıyorum. Galiba o, her şeyden keyif almasını bilen insanlardan. Yeni dizisinin çekimleri yüzünden çok yorgun olduğunu söylüyor. Bu yorgun haliyse diğer halleri nasıldır diye merak ediyoruz; çünkü fotoğraf çekimi başladığında peş peşe birbirinden farklı mimikler yapıyor, biz tatmin olana kadar kıyafet değiştiriyor, çok eğleniyor. Bir ara çekilen pozlara hep beraber hızlıca bakıyoruz. Yakın plan bir fotoğrafı için “Burada kafam büyük çıkmış” diyor. “Aslında siz bu değil misiniz?” soruma bir ihtimal kızacağına (veya bozulacağına), kahkahayla cevap verip esprime katıldığını belli ediyor. Hafize (Çeliktürk) kendisine bir sonraki poz için hazırladığı kıyafetleri uzatırken, Cansel Elçin’in giyim ve moda konusunda yorumlar yapıyor. Kendisine ev sahipliği yapmış (modanın başkenti) Paris bunu duyup konuşabilseydi, kendisiyle gurur duyardı diye düşüyorum. Çekime kısa molalar verdiğimizde kesinlikle bir kahve insanı olduğunu, nadiren ve ancak hatır için çay içtiğini anlatıyor.
Paris’te kalsaydı ne olurdu?
Sohbete başlıyoruz. Büyük laflar edip ezberlenmiş sloganlar atmıyor. Yıllar önce kendisine Türkiye’ye gelip dizi çekmesi için yapılan teklifi kabul etmeseydi ne olurdu? Bunu hiç düşünüp düşünmediğini sorduğumda “Evet. Ne zaman Paris’e gitsem aklıma bu gelir” diyor. Son 15 günlük (Paris) tatilinde de bunu düşündüğünü itiraf ediyor ve ekliyor: “Tabii ki çok şey farklı olurdu. Türkiye’de insanlar beni tanıyor. Onlarla konuştuğumda beni dinliyorlar, söyleyeceklerimi umursuyorlar. Bu çok güzel. Fransa’da da dizilerde oynarken tanıyanlar vardı; ancak Türkiye’deki kadar değildi. Sabah uğradığım fırında çalışan adam ‘Akşam sizi izledim’ diyebiliyordu, o kadar.” Nasıl olduysa, araya bir futbol muhabbeti giriyor. Meğer Cansel Elçin bu konuda fanatikmiş; hem de kendi ligini kuracak kadar. (“Süper lige rakibiz!” diyor.) Hatta büyük bir hayalini gerçekleştirip bir stadyumda F1 pilotlarıyla bir vakıf yararına maç bile yapmış.
Şöhreti değil, işini ciddiye alıyor
Peki şöhretle arası nasıl? “Tüm bunlar geçici. Hiçbirini çok fazla ciddiye almamaya çalışıyorum. Sadece işimi ciddiye alıyorum. Televizyonda görünmesem, bir-iki ay sonra insanlar beni tanımaz” diyor. İzleyicinin kendisinden çok, canlandırdığı karakteri sevdiğine inanıyor. İşini yapıp beklentileri çok fazla düşünmemeye çalışıyor. Ve kendini bir oyuncu olarak “bu televizyon sanatında” çok fazla tekrarlamamayı umuyor. Ya kendisine hep benzer roller önerilirse? Hayır diyebilecek mi? “Bunu zaten yapıyorum. Şu anda oynadığım karakter bir öncekinden çok farklı. Tutkulu, çok kıskanç bir aşığı canlandırıyorum” diyor. Bu arada, benim görünce burun kıvırdığım “cherry” domatesli-mozarellalı salatasına dünyanın en güzel yemeğiymiş muamelesi yapmaya devam ediyor. O stüdyoda etrafımızda yedi-sekiz kişi daha ve fonda gürültü yokmuş, Paris’teki bir bistro’da oturmuşuz gibi yemeğini keyifle yiyor. Az önce söylediği bir söz aklıma geliyor: Çok basit şeylerden dahi keyif alabildiğini belirtmişti. Yeni dizisindeki o çok aşık adamın ilerleyen bölümlerde intikam peşinde olacağı tüyosunu verince; gerçek hayattaki Cansel, aşkta kazık yerse affeder miydi yoksa dizideki karakter gibi intikam almak ister miydi diye soruyorum. Ne de olsa bu yaşta artık kendini tanıyordur, bazı durumlarda ne tepki vereceğini biliyordur... “İnsan kendini tanıdığını zannediyor ama aslında tanımıyor. Bana gelince, ben sadece ne istemediğimi biliyorum” diyor. Aşkta, yaşadığı ilişkide kavga gürültü istemediğini anlatıyor. “İlişkide gerilimden zevk almam. Bazı insanlar beraberliklerinde kavgayı da sever ama ben bunu çok çocuksu buluyorum” diye açıklıyor. “Ve hatalı olduğunda özür dilemesini bileceksin” diye ekliyor. Özür dilemesini biliyor mu? “Gerektiğinde özür dilerim. Bazen her şey o kadar basit ki... Hepimizin sorunları ya da kompleksleri olabiliyor. Bunu anladığımızda her şey kolaylaşıyor.
İnsan mükemmel olamaz” diyor. Mükemmel olmaya çalışan insanların çok sıkıcı olduğunu ekliyor. (Bu arada, yüzündeki ifade, mimikleri adeta her dediğini destekliyor. Ne dediğini duymasanız dahi, yüzüne bakarak o anda ne hissettiğini anlıyoruz.) “O tür insanlara beş dakika dayanamam, onlarla bir kahve bile içmem” diyor. Kendi kusurlarımızla dalga geçmemiz gerektiğini söylüyor. Aslında çevremizdeki herkesin bizdeki her şeyi gördüğünü, mesela yalan söylediğimizde bunu anladığını vurguluyor. Ya pembe yalanlar? “Yalan yalandır. Pembesini söylersen devamı da gelir” sözleriyle bu konundaki tavrını belli ediyor.
Dolunay arifesinde cansel elçin
Cansel Elçin acaba güne nasıl başlıyor? Ruh halini neler etkiliyor? “Bunun cevabı, önceki gün ne yaşadığıma bağlı olarak değişebilir” diyor. Ve hemen ekliyor: “Çok absürt gelebilir ama ben dolunaydan etkilenirim.” İçimden “Demek iyi yönde etkileniyor, dolunaya saatler kala canavarlaşmıyor, tam tersi keyfi yerinde oluyor” diye düşünüyorum; çünkü tam da bu gece gece dolunay var! Laf dönüp dolaşıp yine Paris’e geliyor. Paris’e dair çok basit şeyleri özlediğini anlatıyor. Kahvesini, şarabını, metroda seyahat ederken kitap okumayı hatta restorandaki garsonun soğuk tavırlarını ya da samimiyetsizliğini...
30 yıllık bir yaşamışlığın alışkanlıklarını... Dizi çekimleri yüzünden çok yoğun olmasına rağmen, ne zaman üç-dört günlük bir boşluk olsa Paris’e gidiyor. Kendisiyle bir günlük Paris seyahati yapsak nasıl geçerdi diye sorduğumda, “Çok güzel geçerdi” diyor. Eminim öyle ama niye? Çünkü orada yaşarken rehberlik de yapmış, bu şehri adım adım biliyor. Zevk için rehber olmamış. “Fransız oyuncular, kiralarını ödeyebilmek için boş zamanlarında başka işlerde çalışırlar” diye açıklıyor. Üç saatte çok turistik bir Paris turu garantisi veriyor! “Her 100 metrede bir anlatacak ve gösterecek o kadar çok şey var ki...” deyip tek tek isimleriyle mekan ve yerleri sıralıyor. Paris gibi bir şehir, daha önce de söylediğim gibi, Cansel Elçin’i giyim kuşam konusunda da olumlu etkilemiş. “Etkiledi tabii; çünkü Fransızlar giyinmesini biliyorlar. Kendilerine neyin yakışacağını biliyorlar. Elbette seçenekleri de çok” diyor.
O gün çekilen fotoğraflara bakıp kendiniz karar verin; ancak tabii ki ELLE de (Fransız kökenli bir dergi olarak) Cansel Elçin’e nelerin yakışacağını iyi tahmin etti... Salatayla doyan, hiç kilo almayan Fransızlarla 30 yılını paylaşmış bir adama yemeği, şarabı seven bu insanların nasıl incecik kalabildiklerini soruyorum. Üstelik kendi de bu tarife uyuyor. Cansel Elçin, Fransızların yağlı yemeklerden ve tuzdan uzak durduklarını, özellikle Paris’te çoğu yere yürüyerek gittiklerini hatırlatıyor.
Artık kendi sesiyle oynasın lütfen!
Cansel Elçin, Fransa’da dublaj yönetmenliği de yapmış. Fransa ve Amerika’da bir oyuncunun şivesi bir özellik, sempatik bir şey olarak kabul görüyor. Türkiye’deyse dizilerde mutlaka dublajla “giderilen bir kusur”. Oysa gerçek hayatta kimse Cansel Elçin’in bu Fransız aksanından şikayetçi değil! Bunu uzun uzun konuşuyoruz. Kendi bunu her projede dile getiriyor ancak ısrarcı da olmuyormuş. Üstelik hayranları da bu konuda kendisine sürekli mesajlar yazıyor, bunu yapmıyor diye kızıyorlarmış. Bu arada telefonunun çalmaması, hiç mesaj gelmemesi dikkatimi çekiyor. “Galiba telefonu arabada unuttum” diyor. Birisiyle yemek yerken, sohbet ederken telefonla ilgilenmekten hoşlanmıyormuş: “Sürekli telefonla haşır neşir olduğunuzda, anı yaşayamıyorsunuz.” Yani Cansel Elçin’le bir araya geldiğinizde öyle bir ihtimal yok!
Olgunlaştı mı, yoksa değişti mi?
Çekim bitiyor. Cansel Elçin kendi kıyafetlerini ve Birkenstock’larını giyip gözlüklerini takıyor, sohbete devam ediyoruz. Bir erkeği olgunlaştıran nedir? Kendisinden yola çıkarak cevap veriyor. Biraz düşündükten sonra “Olgunlaştım demek biraz iddialı gelir ama galiba değiştim” diyor. “Olgunlaşma konusunda erkekler, kadınlara göre bir on sene geriden gidiyor. Kadınların hayata bakış açısı, felsefesi çok farklı. Ama herkes zamanla değişiyor, tercihlerimiz de. Aslında biz erkekler, adam olmak peşindeyiz” diyor. Kadınları dinlemeye çalıştığını, dillerini ancak çözdüğünü, çok iyi tanıdığını da iddia etmediğini söylüyor. “Bu dünyada pek çok (ünlü) erkek, kadınları bir ömür boyu tanıyamadığını söylerken, aksini söylemek bana mı kaldı...” Bununla birlikte çoğu zaman kadınlara hak verdiğini de ilave ediyor. “Kadınlara alttan bakıyorum” diyor. Ya hayalindeki aile? “Her insan çocuğu olsun ister. Çocukları çok seviyorum ve aile kurmak istiyorum. Bir yaştan sonra sahip olduğun tek şey, ailen ve çocukların. Aile kurmak, geleceğe duygusal bir yatırım. Ancak bunun için doğru kişiyi bulmak lazım” diye hatırlatıyor. Peki doğru kişiyi bulduğumuzu nasıl anlarız? “Gurur duyduğunuz bir insanla birlikte olduğunuz zaman, onunla aile kurabilirsiniz” diye kendi “planları” hakkında önemli bir tüyo veriyor.
Söyleşi bitiyor. Birazdan gerçekten dolunay çıkacak. Fabrika Stüdyosu’ndan ayrılırken “ruhu Fransız” bir erkek olarak kapıyı tutup önce biz hanımların çıkmasını bekliyor. Kendisiyle daha fazla vakit geçirmek isteyenlere, yeni dizisi “Yalancı Bahar”daki Cansel Elçin’le yani onun orada canlandırdığı komplike karakterle keyifli buluşmalar diliyoruz. Son soru: Bir oyuncunun en büyük korkusu nedir? Tereddüt etmeden “Kendisi tabii ki” diye cevaplıyor. “Oluyor mu, olmuyor mu... Bu korku hep vardır. Sonra bir bakıyorsun ki, korkulacak bir şey yokmuş” deyip veda ediyor.