Neşesi Yeter: Ahsen Eroğlu
Menajerimi Ara dizisinizn Dicle’si Ahsen Eroğlu ile mutluluk, arayışlar, hayaller ve özgürlük üzerine konuştuk. Onun negatif enerjiyi silip üzerine kendi mutlu resimlerini çizen tavrı, yeni bakış açılarına kucak açıyor!
Kapak çekimi yapacağımız gün, her seferinde bayram sabahı gibi başlar. Fotoğrafçı, en iyi ışığı bulabilmek için çalışmaya erkenden koyulur, stylist kıyafatleri boncuk gibi askıya dizer ve hayal dünyasında son bir prova daha alır, saç ve makyaj ekibi elinde telefon oyuncunun yüz hatlarına dikkatlice bakar ve zihninde resim gibi baştan boyar o yüzü. Neşeli, günlerce konseptle uyuyup kalkmanın getirdiği ufak kaygıyla ve yine de az sonra güzel bir şeyler olacağına dair heyecanla akıp gider set sabahları. Oyuncu içeri girdiği an arayışlar son bulur ve artık yeni bir dünya yaratma vakti gelir. Bir editörün oyun alanıysa, oyuncuyla ilk göz göze geldiği an açılır. Bu Ahsen Eroğlu’yla ilk karşılaşmamız değil. Daha önce ‘anti kahramanlar’ konsept çekiminde kendisini Cersei karakterine dönüştürmüştük. Aylar önceyse bu defa ‘yeni normal’i konuşmak için FaceTime üzerinden kısa bir sohbetimiz olmuştu. Ancak bu kez başka...
Dergimizin kapağında yer alacak en güzel kareyi bulmak için sıvıyoruz kolları. Çok güzel gülüşüyle herkesi bir kez daha etkileyeceğinden emin olduğumuz bir Ahsen Eroğlu var karşımızda. Onu üçlü bir betimlemeye indirgersek cümleye şöyle devam edebilirim; derinlikli, sevecen ve gülüşü güzel. Bu ay 26’sına basacak, burcu Akrep, yükseleni Oğlak. Sohbet ederken ‘Ben kendimi Oğlak’mışım gibi kabul ediyorum’ diyor. Menajerimi Ara’ya gelirsek, belli ki onu mutlu eden tek yanı dizinin reyting başarısı değil. Dizi setindeki atmosferin de Ahsen’e ne kadar iyi geldiğini ve Dicle karakterine karşı içinin nasıl kıpır kıpır olduğunu, anlatırken gözlerinde görebiliyorsunuz. Oyuncular, canlandırdıkları karakterlerle karşılaştırılmaktan pek hoşlanmazlar. Ancak Ahsen Eroğlu’nun Çorlu’da kendi deyimiyle ‘düştüğümde dizimin nasıl acıyacağını biliyorum’ diye anlattığı çocukluğunda, tıpkı Dicle gibi savaşçı ruhlu ve küçük bir yerde büyümenin getirdiği berrak bir kalp görüyoruz. Buradan büyük şehirler, kalbi bulanıklaştırır anlamı çıkmasın; çünkü Ahsen için Çorlu, İzmir, Londra ve İstanbul hep kalp çarpıntısı yaratan, aydınlık ve yabancılık çekmediği şehirler. “Her güzel şehre ait hissedebiliyor insan kendini; ama sadece birkaç günlüğüne...
Zaman geçtikçe oraya ait olmadığınızı anlıyor ve yeni bir arayışa giriyorsunuz. Uzun zaman geçirdiğim ve beni arayışa sürüklemeyen iki şehir oldu: İzmir ve Londra. Kendime fahri İzmirliyim diyorum zaten! Londra ise bana yetişkinlik hayatımdaki ilk tek başıma zamanımı verdi, sanata olan ilgimi her alanda geliştirmeyi ve tatmin edebilmeyi sağladı. Trafalgar Meydanı’nda yere tebeşirle çizim yaparken bile kendimi hiç yabancı hissetmedim. Tabii bir de İstanbul sevgisi var, o da başka” diyor röportaj sırasında. Ahsen Eroğlu, nerede olursa olsun arayışlarına, düşmeye, kalkmaya, yaşamaya ve içinden dolup taşan mutluluğu etrafındakilere de saçmaya ve yaşamını neyi hayal ediyorsa, o yöne doğru açmaya hevesli bir kadın. Ancak böyle bir ruh, bir sonraki karşılaşmamızda daha da yeşereceğine, büyüyeceğine ve daha iyi yerlere geleceğine dair sinyaller verebilir size. O sinyalleri alıyoruz ve Ahsen Eroğlu’nu çok daha iyi tanımanız için sözü ona bırakıyoruz.
Menajerimi Ara’nın ilk bölümü yayınlanmadan önce, sizinle bir röportaj daha yapmıştık. Dizinin ilgi uyandıracağını tahmin ediyorduk; ama tepkilerin nasıl olacağı yine de belirsizdi tabii ki. Bu denli bir başarı bekliyor muydunuz?
Öncelikle tüm izleyicilerimize, bizim heyecanımızı paylaşan ve bunu yorumlarıyla devamlı hissettiren herkese çok ama çok teşekkürler! Projeye ‘evet’ derken tabii ki herkes gibi benim de göz önünde bulundurduğum bazı kriterler oluyor. Menajerimi Ara söz konusu olduğunda, Ay Yapım ve Ali Bilgin imzalı bir işin başarı şansının çok yüksek olacağı yadsınamazdı. Ama kendi adıma endişelerim vardı. Yayına girmeden önce dört bölüm çektik, bölümleri izlemeden karakteri devam ettirmek, hatalarımı görmeden ilerlemek korkutucuydu ama bu işin bir ekip işi olduğunu, ekibe güvenmeyi ve küçük bir parçası olduğum ekipte, üzerime düşeni yaptığım sürece başarının kendiliğinden geldiğini bir kez daha gözlemledim. Çok mutluyum, işimi iyi yaparak güzel dönüşler alabildiğim için mesleğe dair motivasyonum çok arttı!
Dicle karakteri, yabancısı olduğu bir dünyada bir yetişkin olarak, yeniden başlamaya çalışıyor hayatına. Başlangıçlar, hep bu kadar sancılı mıdır sizce de?
Dicle kadar korkmuyorum başlangıçlardan; heyecan verici, yaşama hissini tetikleyen bir tarafı var her yeni başlangıcın. Dicle’nin başlangıcı biraz tesadüfi oldu. Kendine yer bulmaya çalışması, sadece mesleki başarısıyla ilgili değil; aynı zamanda duygusal bir savaşın içinde. O yüzden Dicle için gerçekten zor çünkü o babasıyla yeni bir başlangıç yapmaya çalışıyor. Ancak her yeni başlangıç bu kadar sancılı olmaz, yeni şeylere başlamaktan hiç korkmamalıyız bence.
Bir menajer olarak Dicle, Ahsen Eroğlu ile karşı karşıya gelse; içinden geçirdiği ilk cümle ne olurdu?
Ayyy! Ne kadar zor insanın kendini dışarıdan görmesi… Emin olabildiğim tek cümle ‘ne kadar enerjik bir insan, odaya neşe getiriyor’ olurdu. Seviyorum mutlu olmayı ne yapayım?
Menajerimi Ara, kusursuz görünen bir dünyanın ardında; aslında neler olabileceğini de gösteriyor. Peki, siz ilk deneme çekiminde ya da ilk setinizde ufak da olsa bir hayal kırıklığı hissettiniz mi?
İlk deneme çekimlerimden biri tam bir fiyaskoydu. Hayatımda hiç bu kadar heyecanlanmamıştım. Çok genç ve tecrübesiz herkesin başına gelebileceği gibi, role uygunluğumu ispatlamaya çalışırken; babaannemin taklidini yapmama kadar gitti süreç! O görüşme bana çok şey öğretti, doğru insanların doğru yönlendirmelerinin ne kadar önemli olduğunu fark ettim ve hayal kırıklığım daha çok kendimle ilgili oldu. Sonrasında her görüşmemde bir şey daha öğrendim, kendimi daha iyi tanımayı denedim ve her rol için audition verdiğimde hep disiplinle çalıştım. Ama her şeyden önce çok eğlendim!
Dicle, kendini ispatlamaya; yetiştirmeye ve kimseye aldırış etmeden kendini sessizce parlatmaya çalışıyor. Bunları başardığında yani artık kendini ‘bu dünyanın yabancısı’ gibi hissetmediğinde, bir o kadar da özünden uzaklaşmış olacak diyebilir miyiz?
Dicle için en çok korktuğum şeylerden biri bu. Çünkü hassas olan kalbi, kırıldıkça katılaşacak. İstemeden de olsa yavaş yavaş bir köpekbalığına dönüşme ihtimali artacak. Ancak hikayemizde ilgimi çeken gri karakterlere baktığımda, Dicle’nin hassas değerlerini koruyarak; sektöre yeni bir soluk getirebilecek bir mesleki yaklaşımı olabileceğini umut ediyorum. Belki de hepimize yeni bir şey öğretir bu.
Karantina günlerinde, herkes boş vaktini nasıl harcayacağına dair türlü türlü kişisel gelişim yöntemlerine başvururken; siz bol bol resim yaptınız. Adeta kendinize ait bir oyun alanı yarattınız... Bu, bir anda olacak bir özellik olmasa gerek. Çocukluğunuzda, kendinize ait o hayal dünyasında neler oluyordu? Hayalperest bir çocuk muydunuz?
Herkes gibi benim de zorlandığım anlar oldu; ancak hep söylüyorum bu boş zamanı kendimi çizim alanında geliştirmek için kullanmak, adeta bir terapi etkisi yarattı. Çizim benim için bir oyun alanı olmanın çok ötesinde, oyunculukla aynı yerde duran bir tutku. Kendimi bildim bileli çiziyorum, ilk anılarımdan biri annemin bana aldığı sulu boyaları heyecanla denememdi. Ana okulunda haftada 15 dakika bilgisayarda çizim dersimiz olurdu, bütün hafta o dersi beklerdim. İnanmayacaksınız ama çok uslu bir çocukmuşum! Hayallerini kendine saklayan, en fazla kağıt üzerine çizerek anlatmaya çalışan kendi halinde bir çocuk… Şimdi bile elime bir fırça verin, aklımda türlü fikirlerle saatlerce sesim bile çıkmaz, sadece çizerim. Dışarıda bu kadar enerjik olmamın nedeni, bu enerjiyi boşaltma ihtiyacım sanırım.
Hazır çocukluk demişken, nasıl bir çocukluktu sizinki? Nerede ve kimlerle birlikte büyüdünüz?
Özgür bir çocukluğum oldu, büyük şehirde büyümemiş olmanın avantajlarından olarak görüyorum bunu. Piyano, satranç dersleri arasında geçmedi çocukluğum. Sokakta oynamayı, kirlenmeyi, düştüğümde dizimin nasıl acıyacağını biliyorum. Çorlu’da babaannem, dedem, annem, babam ve abimle büyüdüm. Yaşıtım olan kuzenlerim de bizi hiç yalnız bırakmazdı. Annem ve babam çalıştıkları için dedem ve babaannemle aramızdaki bağ çok güçlüdür çünkü beni onlar büyüttü. Eğitime önem veren bir aileden geliyorum, bu nedenle üniversite hep benim için doğal bir seçenekti ve üniversite okumak için gittiğim İzmir, vizyonumu genişletebilmem için bana fırsat tanıyan bir şehir oldu. Çok uzun süre de setlere İzmir’den gidip geldim; çünkü insan güvende hissediyor orada kendini. Daha az acelesi oluyor insanın, daha yaratıcı, daha özgür bir his geliyor. Ancak devamlı roller oldukça mecburen İstanbul’a taşındım. Aslında hikaye bundan ibaret.
Geçmiş bir röportajınızda ailenizin bir dönem Avrupa’da yaşadığını okumuştum. İstanbul dışında pek çok yerde vakit geçirme, insanlar tanıma, başka şehirlerde yaşama imkanı bulduğunuzu düşünüyorum… ‘İşte buraya aitim’ cümlesini kurduğunuz oldu mu hiç? Yoksa koşullar ne olursa olsun, hayat sizi nereye götürürse götürsün adapte olma gücüne sahip misinizdir?
Daha çok gezmek ve görmek en büyük hayallerimden! Ailemin gittiği şehirler dışında ziyaretlerim de oldu. Her güzel şehre ait hissedebiliyor insan kendini; ama sadece birkaç günlüğüne... Zaman geçtikçe oraya ait olmadığınızı anlıyor ve yeni bir arayışa giriyorsunuz. Uzun zaman geçirdiğim ve beni arayışa sürüklemeyen iki şehir oldu: İzmir ve Londra. Kendime fahri İzmirliyim diyorum zaten! Londra ise bana yetişkinlik hayatımdaki ilk tek başıma zamanımı verdi, sanata olan ilgimi her alanda geliştirmeyi ve tatmin edebilmeyi sağladı. Muhteşem sergi salonları, tiyatroları ve şehrin her köşesinden çıkan sanat aktiviteleri nedeniyle mi bilmem, Trafalgar Meydanı’nda yere tebeşirle çizim yaparken bile kendimi hiç yabancı hissetmedim. Tabii bir de İstanbul sevgisi var, o da başka…
Sokaklarda dolaşırken, aslında pek de ‘olağanüstü’ olmayan; ama o an insana mucize gibi görünen bazı anlar, hikayeler, tuhaf rastlaşmalar vardır. Böyle anlara rastlayıp da hayatla ilgili kendinize küçük notlar çıkardığınız oluyor mu?
Özellikle yürüyüş yaptığım zamanlarda veya sete giderken camdan kafamı uzattığımda, anne ve çocuk ilişkilerine takılıyor gözüm. Mutlaka çocukluğumla bir ilgisi vardır herhalde. Çocuğuna acımasızca bağıran, kolundan çekiştiren anneler kadar iletişimi çok kuvvetli ebeveynler de görüyorum. İkisi arasındaki uçurum, beni çok düşündürüyor. Bu ilişkinin olumlu veya olumsuz yönde nelere dönüşebileceğini, annede ve çocukta nasıl hisler yarattığını anlamaya çalışıyorum. Bir de iki kişilik sohbetlerin, istemeden de olsa akışını izliyorum bazen. Günlük hayatta, konuşmalar sırasında insanların mimikleriyle ilgili kafamda notlar tutuyorum.
‘Şansın peşinden fazla ateşli koşma, zira onu sollayabilirsin, o zaman da şans arkanda kalır’ demiş bir yazar. Sizin şansla aranız nasıl, onu zorlayanlardan mısınız?
Nazar değdirmek istemiyorum ama gerçekten şanslıyım! Şanssızım demek biraz haksızlık olurdu. Hayatta istediklerimi yapmak için, hep bir adım sonrasını düşündüm ve çoğu zaman kendi şansımı yaratmak için çabaladım. Hırslı bir kişiliğim var, kolay kolay pes etmem, eleştiriler beni hep daha iyiye doğru kamçılar. Bu nedenle acele ettiğim, şansımı çok zorladığım çok nadir anlar da oldu; ama hemen bundan bir ders çıkarmayı bildim. Aslında sadece çok çalışkan ve ne istediğini az çok bilen biriyim. Sanırım bu yüzden şansla beraber kol kola yürüyebiliyoruz.
Gerçekleşmesi için çok çaba sarf ettiğiniz, hayaller kurduğunuz; ancak gerçek olduğu an, beklediğiniz etkiyi yaratmayan bir arzunuz oldu mu bugüne dek?
Düş kırıklıklarım birçok kez oldu tabii ki; ama arzularımı hep dönüştürmeye çalıştım. ‘Öyle olmazsa böyle olur’ diyerek durumdan hep mutlu olacak bir şeyler aradım. Hala da öyle yapıyorum, hayat bazı şeylere üzülmek için çok kısa.
Sosyal medyada paylaştığınız içerikler, popüler eğilimlere pek uymuyor. Sizin profilinize bakan biri ‘şunu, bunu, hepsinden ben de satın almalıyım!’ değil de ‘kendimi nasıl geliştirebilirim?’ diye düşünür muhtemelen. Tüketim arzusuyla aranız nasıl, onu kolayca evcilleştirebiliyor musunuz?
Hiç göründüğü gibi değil! Sosyal medyayı kullanırken zaten herkesin karşısına çıkan hesaplardan biri olmamaya, gerçekten beni yansıtan içerikler paylaşmaya çalışıyorum. Aslında bu biraz kendiliğinden oluyor, samimiyeti ön planda tutuyorum. Sosyal medyam da ben nasılsam öyle. ‘Ne paylaşsam daha çok beğeni alır?’ diye düşünmüyorum. Ama tüketime gelince, yaşıtlarım kadar maruz kalıyorum ve bir ayakkabıyı almak için günlerce sayıkladığım da oluyor! Modayı çok yakından takip ediyorum, beğendiğim parçaları almak için mutlaka kaydediyorum ve aşık olduğum herhangi bir parçayı almamak, benim için de çok zor oluyor!
Fotoğraf çekimi sırasında tüm ekibin sizin için kurduğu cümle şu oldu: Gözlerinin içi gülüyor! Uzun zamandır rastlamadığımız yüksek bir enerjiydi gördüğümüz. Mutlu olmak, etrafa pozitif enerji saçmak diğer insanlardan, koşullardan, haberlerden bağımsız bir şey mi sizin için?
Mutlu doğmuşum… Hatta en büyük korkum, ileride bu mutluluğumu kaybetme ihtimalim. Beynimde bir düğme var sanki, çok kırılsam da mutlu olmayı seçebildiğim bir düğme. Zaman zaman ‘neden bana bunu yaptılar?’ dediğim anlar olmuyor değil; o anlarda mutluluğa karşı hevesim kırılacak gibi oluyor. Ama sonra sabah kalkıyorum ve pencereden sızan güneşi bir görüyorum, yine mutluyum! Yaşamak ve bir şeyler için çabalamak çok değerli… Bedenim ve zihnim işledikçe de mutluluğum artıyor.
Bireysel sınırlarınız olarak tanımlayabileceğiniz, söz konusu onlar olduğunda asla taviz vermeyeceğiniz karakteristik özellikleriniz var mı?
Dürüstlük… Bir türlü beceremiyorum insanları idare etmeyi. Edebilenlerden de biraz çekiniyorum açıkçası. Yalan söylemekle ilgili sinirlerim çalışmıyor sanırım! Hemen belli ederim ya da anında itiraf ederim. O yüzden insanların yalanlarını da pek fark edemiyorum; ancak fark ettiğimde de benim için aşılmaz bir duvar oluyor. Ayrıca tembellikten ve beraberinde gelen şikayetlerden de hiç hoşlanmam.
Daha önce yine birlikte yaptığımız bir röportajda Nazım Hikmet’ten, mutluluktan ve tabii ki Abidin’den konu açılmıştı. Şu an mutluluğun resmine bakınca, ne görüyorsunuz?
Menajerimi Ara! Harika bir ekip, herkes çok mutlu, seyircimiz bizi seviyor. Daha ne isterim…
Oyunculuk adına asıl hedefin, yolun kendisi olduğunu birebir yaşayacağınız kadar başarılı olduğunuzda, hakkınızda en çok hangi cümlenin söylenmesi size gurur verir?
Çalışkan, azimli, başarılı ve aynı zamanda da duyarlı biri olarak anılmak isterim.
Son zamanlarda izlediğiniz dizi ya da filmlerde ‘keşke ben oynasaydım!’ dediğiniz; sizi çok etkileyen ters köşe bir karakter var mı?
Düşününce bile heyecanlandığım karakterler var! Killing Eve’in Villanelle’i, Anne with an E’nin Anne’i, The Crown’da Prenses Margaret (Helena Bonham Carter) ve biraz kolaya kaçmak gibi görünse de Mesajınız Var’da Kathleen Kelly’yi oynamak çok isterdim.
Yaptığınız resimleri, bir gün bir sanat galerisinin duvarlarında görebilecek miyiz?
Ne diyorsunuz! En büyük hayalim! En büyük… Şu an bile çok heyecanlandım. Çok incesiniz, çizimlerimin sergilemeye değer olduğunu düşünmeniz bir yana, sergileyebilecek eserler üretebilmek benim en büyük mutluluğum. Olur mu dersiniz?
Peki, resim yapmadığınızda ya da set olmadığında, evde rutin bir gününüz nasıl geçiyor?
Set, vaktimin çoğunu alsa da kalan zamanda biraz maymun iştahlıya kaçtığımı söyleyebilirim. Bu aralar modaya merak saldım. Özellikle jean ve süveter kombinleri kaydederek, gelecek mevsim için görsel bir albüm oluşturuyorum. Renklerin uyumu ve yeni özgür tasarımlar, aklımı başımdan alıyor! Ayrıca yaz insanıyım ben. Yüzmeye, güneşe, tiril tiril gezmeye bayılıyorum. Eğer bir yaz günü evdeysem hemen kendimi dışarı atarım! Ya küçük bir Ege kaçamağı ya da en yakındaki kamp alanı… Hiç olmazsa da şehrin içinde deniz kenarlarında yürüyüş yaparım. Son zamanlardaysa çok kitap okumaya çalışıyorum, en azından dinliyorum. Müzik, hayatımda olmazsa olmazlardan! Tüm gün açık bir listeyle çok mutlu oluyorum. Eğer yorgun değilsem yeni yemekler yapmayı, artan malzemeleri karıştırıp bakım kürleri hazırlamayı seviyorum. Anneme çekmişim, bizim evde hiçbir şey atılmazdı. Her şey başka bir şeye dönüştürülüp kullanılabilir. Bazen soruyorlar, bakım sırlarımı ama inanın neredeyse hepsi babaannemden, annemden kalan tarifler. Kahve posası, avokado kabuğu, zerdeçal ve çörek otu…
‘İşte yaşamak bu!’ dediğiniz anlarda genellikle nerede ve ne yapıyor olursunuz?
Sergi geziyorum. Benim için inanılmaz bir deneyim bu, çok sevdiğiniz bir filmi defalarca izlemek gibi ya da harika geçen bir düğün gecesinin kasedini izlerken ağlamak… Ben sadece gezmiyorum sergilerde, sanatçının ruh halini, fırça darbelerini, eserin üretildiği dönemi her şeyi görüyorum ve bu bana büyük bir haz veriyor. Sergi gezemediğim zamanlarda ise sosyal medyadan yeni eserleri takip ediyorum, yeni keşfettiğim bir ressamın eserleri beni sabaha kadar uykusuz bırakabiliyor. Kendimi en son, en hayatta hissettiğim bir gece, Kent Iwemyr tabloları uykularımı kaçırdı örneğin. Hemen kalkıp çizmeye başladım.
Arkadaş grubunuzun en çok ‘hadi eğlenelim!’ diye arananı mısınız, yoksa ‘hadi dertleşelim!’ mi?
Gerçekten ben de bilmiyorum. Daha çok en absürt şeyleri yapabileceğiniz bir arkadaşım galiba. Sabah beşte koşuya çıkmak, yağmurlu bir günde kampa gitmek, yarına bilet alıp sabah Berlin’de uyanmak… Ya da çömlekçilik kursu için size eşlik etmek… Tüm bunları yaparken de dertlerimiz varsa bile unutuyor, hem kafamızı dağıtıyor hem de gerçekten eğleniyoruz.
Spor ve sağlıklı beslenmeyle aranız nasıl? Özel olarak uyguladığınız bir beslenme çeşidi ya da spor programı var mı?
Spor hayatımın bir parçası, gerçekten öyle. Belli bir yaşa geldikten sonra başladığım bir şey değil, ben adım atmaya başladığımdan beri spor yapıyorum. Babam eski bir koşucu, dayım voleybolcu. Belki de mutluluğumun en büyük kaynaklarından biri spor. Üniversitedeyken zaten voleybol antrenörlüğü okumuştum, uzun süre voleybol oynadım. Onun haricinde epey zamandır koşuyorum. Bazı maratonlara da katıldım hatta. Hareket etmeyi, hedefler koymayı ve onlara ulaşmayı seviyorum. Beslenme konusuna gelince, maalesef aşırı sağlıklı beslenemediğim zamanlar oluyor. Bunu düzeltmek için zaman zaman çaba gösteriyorum; ama mutlaka haftada bir gün ödül gecem var, canım ne isterse yiyorum. Dışarıdan çok fazla yemek söylememeye, malzemeleri kendim alıp evde hazırlamaya özen gösteriyorum. Geçen hafta bağırsak intoleransı testlerinden birini yaptırdım. Fındık, inek sütü, ekmek mayası gibi birkaç şeye karşı hafif alerjim çıktı. Şu an bu ürünlerin yerine neler koyabilirim, buna göre nasıl düzenleyebilirim diye kafa yoruyorum.
Duruşu, tarzı ve hayata bakışıyla sizi etkileyen, ilham veren, hayranlık uyandıran kadınlar kimler?
Bu konuda vazgeçilmezlerim var: Zerrin Tekindor, Meryl Streep, Meg Ryan, Julia Roberts, Tilbe Saran, Arzum Onan. Kim etkilenmez ki bu isimlerden? Bir de yeni eklenenler var. Serenay Sarıkaya’nın kendine olan saygısını beğeniyorum, Canan Ergüder tam bir ilah her anlamda. Gökçe Bahadır ile yeni tanışma ve çalışma fırsatım oldu; bilgisiyle beni çok etkiledi… Bir de genç bir oyuncu olarak skalasının genişliğiyle beni tetikleyen Jodie Comer var.
Son olarak biraz hayal kuralım… Her şeyden habersiz olduğunuz bir sabah uyandınız ve sosyal medyada, tüm haberlerde oyunculuğunuzla ilgili bir başarı konuşuluyor. Telefonunuza yüzlerce tebrik mesajı gelmiş. Anneniz sizi uyandırmak için defalarca aramış, mesaj göndermiş. Mesajda ne yazıyor?
Gerçekten çok komik bir cevabım var buna! Annem inanılmaz sakin bir insan, hiç ona çekmemişim. O mesajda, bütün arkadaşlarımı delirtecek sadece şu kelime yazar: Süper. O sırada kutlama dansları yapan bizler için şok etkisi yaratır.
Boşluk doldurmaca
• Aşık olduğumda… Sorarım. İnsan merak eder aşık olduğu insanı değil mi?
• Hogwarts’ta seçmen şapka bana şöyle söylerdi… Mantıklı ve enerjik! Ravenclaw seçiliyorum internetteki testlerde hep, hoşuma gidiyor.
• Mükellef bir sofrada… Zeytin!
• Sette beni en çok güldüren… Canan Ergüder’in kahkahası.
• İyi bir sinema izleyicisi… İstikrarlı olmalı ama izlediği hiçbir filmden de utanmamalı.
• Yeni tanıştığım birine ilk arkadaşça sorum… Nasılsın?
• Hayatımı özetleten hashtag… #PortakalGibi turuncu, güneşi seven mutlu bir meyve gibiyim.
• Altını en çok çizdiğim kitap… Stanislavski Provada.
• Günümü güzelleştiren bir nakarat… Koş koş koş nereye kadar, bu dünyanın bir sonu var, ama bende dur yok, dur dur dur dur da bir nefes al, derler ama benim düşlerim var…
• Guilty pleasure’ım… Çiğ köfte.
Röportaj: Simay Engür
Fotoğraf: Can Büyükkalkan
Styling: Şeyda Sözüer
Saç: Serkan Yıldırım
Makyaj: Yağız Yoldaş
Fotoğraf Asistanları: Ömer Şerif Kuru, Taha Babacan
Styling Asistanları: Safiye Kaptanoğlu, Buse Binat, İrem İnançu