Hani sürekli ‘anda kal’, ‘anı yaşa’, ‘carpe diem’ filan deniyor ya, ben de hep, e iyi de kimse nasılını söylemiyor, hep yap, et, bul diyor diye kıl oluyordum.
Anda kalmak için bir yerde mi kalmalıyım, bir anda durmalı mıyım, bir anı yakalayınca onun farkında olmak için konsantre mi olmalıyım filan gibi türlü şeyler düşünüyordum.
Yani ‘anda kalmak’ için kafa yorup nasılını bulmaya çalışıyordum.
İyi de...
Gözünü açıyorsun sabah kafanda milyon tane düşünce, akşama kadar milyar tane daha ekleniyor, akşam olunca ‘ulen bugün de geçti gitti’ diye bir tasa; yatıyorsun yatağa dayak yemiş gibi, sonra da anda kalacaktın öyle mi!
Zor şekerim.
Büyük yalan o iş öyle.
En sonunda ne anladım biliyor musunuz?
Öyle bir şey olmalıymış ki hayatında, öyle bir şey yapacakmışsın ki, bir şey düşünecek halin kalmayacakmış.
Hiçbir şey düşünemediğin anda, işte tam o anda, anda kalıyorsun istem dışı. İçgüdülerinlesin ve bir bakmışsın o andan başka yaşadığın, hissettiğin bir şey kalmamış. Hatta anı yakaladığını fark etmenin kendisi bile sana o anı kaçırtan bir şeymiş.
Düşünmek ortadan kalkınca, sana kalan kocaman ve tadına doyum olmayan bir anmış.
Bunun farkına varınca çok garip bir şey oluyormuş; zamansızlık yok olup yerine sonsuz zamanın olan bir his geliyormuş.
Buraya nasıl vardım derseniz kolay olmadı.
Bedelli oldu.
Likya Yolu Ultra Maratonu’na üçüncü kez katıldım bu sene. Ama sabah akşam yemek verilen, tüm malzemelerimin organizasyon tarafından taşındığı ve 6 günde 140 km koşulan kategori değil de, harbi her yiğidin harcı değil denilen ULTRA kategorisine son dakika geçiş yapma kararı aldım.
Yani; 6 günde 256 km’yi tüm malzemem -giyim, yiyecek, yatacak- sırt çantamda koştum.
Türkiye’de Likya Yolu Ultra Maratonu’nu bugüne kadar 1 Rus, 2 Güney Afrikalı, 1 İsviçreli ve
3 Türk kadını bitirdi. Ben de o üç Türk kadınından biri oldum.
Aylin Savaci Armador, Bakiye Duran, ve ben...
Bütün o yol ve günler boyunca inanın bana tek düşünebildiğim şey bir sonraki adımımı nereye atacağımdı. İki adım sonrasını düşünecek hal, zaman, durum yoktu.
Başka hiçbir şey kalmayınca hayatta senden ve o andan daha önemli, hah işte tam o anda ister istemez bir bakıyorsun ki anda kalmışsın. Her anı sanki yavaş çekimde bir film karesi gibi yaşar olmuşsun. Zaman durmuş. Her bir kare uzun uzadıya yaşadığın, farkında olduğun, tadına vardığın bir kesite dönüşmüş.
O kadar şaşırdım ve o kadar garipsedim ki.
Yani anda kalmak hiç de durduk yerde yapılabilen, oturduğun yerde çalışarak çözebileceğin bir şey değilmiş.
Anda kalmak için yaşaman, kendini bir yerlere atman, kendin dahil her şeyi kabullenip bırakman gerekirmiş.
Çok sevdiğin bir şeyin, bir yerin, bir ortamın, bir eylemin içinde kaybolduğun zaman kafan yok oluyor, zaman mefhumu ortadan kalkıyor ve geriye o an neyse o kalıyormuş.
O kadar kudretli bir şey ki bu anlattığım...
Farkına varınca insan ürküyor.
E ürküyorsun çünkü saat kaç, ben kimim, bu ne gibi şeyler boş.
Neyse ne yahu diyorsun.
Saat kaçsa kaç.
Günlerden neyse ne...
Yarın dediğin ne ki?
Hele bir şu anı yaşayayım o öbür an gelince bakarız hele.
Tasa kalmıyormuş yaşadığın anı yaşadığında.
Tasa gelince tasayı yaşıyormuşsun. Öncesi, sırası, sonrası diye üç zaman diliminde birden fenalaşmak yerine, geldiği anı yaşamak seni öncesinden sonrasından azad ediyormuş. Yani, üç saat tasalanacaksan bir saat tasalanıyormuşsun.
Çünkü sonrası başka bir ana götürdüğünden, sen de hareket halinde olduğundan, illaki o yolda, yeni bir çözüm üretiveriyormuşsun.
Duygularım çok garip.
Hiç bu kadar çok ve ciddi ‘kabullendim’ demedim.
Neyi mi?
Her şeyi.
Meğer kabullenmek kaybetmek değil kazanmakmış... Koşulu, o an elinde olanları kabul ettin mi, halletmek de kolaylaşıyormuş. Kabul etmeden savaş haline giriyormuşsun.
Bıraktım seni, kabul ettim böyle, dediğin an olay veya kişi neyse birden dumur.
Anaaaa inatlaşacak, savaşacak bir şey yok. Duvara çarpmış gibi oluyor o şey neyse.
Ve sen de, yoluna devam ediyorsun.
Anlattıklarım size ne ifade eder bilmiyorum ama benim için aydınlanma gibi bir şey bu yazdıklarım.
Hey kadınlar! (demek istiyorum)
Bize kabullenmek, bırakmak kaybetmek diye anlatıldı.
Kabullenmek, bırakmak kimi zaman büyük bir zafer olabiliyor ve bundan hiç bahsedilmedi.
Mesela bir de, hep başkasının seni yüreklendirmesi veya yapamazsın demesiyle de çok ilgilendik gibi geldi bana yol boyu düşündükçe.
Başkasının bana ‘yaparsın/yapamazsın’ demesiyle mesai harcayacağıma ‘yapar mıyım yapamaz mıyım’ diye sırf meraktan denemeye kalksam zaten cevabı kendim bulurdum. Büyük ihtimalle de yapardım veya yapabildiğim kadarını görürdüm.
Şimdi bütün bu yazıdan şunu alıp gitmenizi dilerim...
Yola çık.
İçine düşeni kimseye sorma. Kendine sor.
Cevabın neyse yap.
Oturarak düşünme. Yolda düşün.
Gelsin karşına sorunlar, o anda o koşulda, oracıkta çözüm bul. Yola çıkmasan zaten sorun ne bilemeyeceksin, karşına da çıkmamış olacak, e çıkmayan sorun yüzünden yola çıkmadığın için çözemeyeceksin. Kalakalmış şekilde kafayı yiyor olacaksın.
Yeme!
Kalk git yap!
Yapamazsan da dersin ki, yok anacım bana göre değilmiş. Bunu diyen sen ol.
Başkası senin adına demesin.
Bu da birdir işte, sıfır yerine...
Nitekim, geldik aylardan kasım.
2016 acayip bir yıl oldu benim için, gitmesine bir ay kaldı.
Bu sene benim için ailem açısından ‘vay be amma sarsıldık, dalgalandık, durulduk, duvara çarptık, topladık, düştük kalktık, yara sardık, acıdı geçti geçmedi deşti, oldu bir kere ve yine de yaşıyoruz’ gibi milyar fiili sıralayabileceğim bir yıl oldu, oluyor.
Biri bana işten ayrıldıktan sonra mı dünya olaylarını dert edindin de yola düştün dedi.
Yok dedim.
Cümle öyle değil.
Bir kutunun içinden çıkınca ben bu dünyanın hangi dertlerinde işe yararım, neler yapabilirim onu gördüm. Dert edinmedim, umudu gördüm dedim.
Yazı yine bir Yonca usulü tarhana çorbası gibi.
Ama siz anladınız beni.
Kadınız biz kadın...
Daldan dala konan, aynı anda yüz elli bin işi yapan eden çözen gören bir bünye bu.
Kullanın bütün gücünüzü sonuna kadar...
Hiçbir şey bitmedi...
Sen bitti demeden bitmez.
Başlayın gari.
Yola çıkın.
Yaparsınız her istediğinizi.