15-16 yaşlarında bile özgürlüğe kafasını takmış bir çocuk olarak, aradan geçen bunca yıldan sonra bu açıklamaları ve tartışmaları dinlerken hissettiğim şey tek kelimeyle; ‘bezginlik’ti.
Bu ülkede devlet, oldum olası gençlerle ve aydınlarla kavga eder.
Oysa dünyanın her yerinde, tarihin her döneminde, bir ülkeyi ileri götüren iki dinamik, gençler ve aydınlar olmuştur.
Bizim ülkemizin temel sorunu gençlerin üstündeki bitmek bilmez baskıdır.
Eğer ‘büyüklerimiz’in istediğini yaparsak, onlara göre ‘örnek genç’ olursak, onların dediklerine ‘cevap yetiştirmezsek’ işlerimizin yolunda gideceğini çok küçük yaşta öğreniriz.
Yok eğer bunun yerine ‘kafamızın dikine’ gidersek, kendi düşüncelerimizi dile getirmeye kalkışırsak, alışılmış olana itiraz edersek, kendi hayatımızı savunmaya çalışırsak
işte o zaman da başımızın beladan kurtulmayacağını biliriz. Bu nedenle de çoğumuz iki yüzlülükten kurtulamayız.
Onlar gerçeği bilse bile anne-babaya bir yere giderken, ‘ders çalışmaya gidiyorum’ demekten, inanmadığımız fikirleri savunur görünmekten, okulda öğretmenlerin olmadık zırvalarını kabullenmek zorunda kalmaktan, işe girdiğimizde müdürün, patronun dediklerini büyük fikirmiş gibi yağlayıp ballamaktan başka çare bulamayız.
Devir kimin devriyse birdenbire bir sürü insanın özellikle de bir sürü genç insanın onun havasına girivermesi, onun borusunu öttürmesi, böylece kendisine gelecek kurabileceğini düşünmesi kadar korkunç bir şey
olabilir mi?
Olabiliyor işte. Hatta bu tartışmalar sırasında bile genç yazarların, televizyon programcılarının bu uygulamayı savunabilmek için nasıl bin dereden su getirdiklerini görmüyor musunuz?
Çünkü kendi hayatlarına sahip çıkmayan gençler sonunda mutlaka birilerinin kendilerine dayattığı hayatı yaşamak zorunda kalırlar. Ve belki bundan da kötüsü bu hayatı ister istemez kendileri de savunmaya başlarlar.
Şimdi artık yasal olarak reşit sayılan yani Başbakan’la veya bu tartışmaları yapan daha yaşlı insanlarla aynı derecede yurttaş olan gençlerin aynı evde oturup oturmayacakları bile devletin görev alanına girmiş bulunuyor.
Kızlarla erkeklerin aynı evi paylaşması veya özel yurtlarda karışık bulunmaları son derece tehlikeli ve hatta terörle bağlantılı sayılıyor.
Bu nedenle de vatandaşlardan bu konularda şikayetlerini devlete bildirmeleri yani muhbirlik etmeleri isteniyor.
Hani eskiden mahallede bütün gün pencerede oturup geleni geçeni inceleyen ve sonra da dedikodusunu yapan yaşlı teyzeler vardı ya...
İşte o pencerede oturan dedikoducu ve kötü niyetli yaşlı teyze hala bu ülkeyi yönetmeye devam ediyor.
Bu tartışmaları dinlerken duyduğum bezginliğin
nedeni de bu.
Çünkü ben en azından büyüdüğümde o yaşlı teyzenin temsil ettiği zihniyetin kendisiyle birlikte hakkın rahmetine kavuşacağına inanıyordum.
Maalesef öyle olmadı.
Artık bugün neredeyse tepeden inme diktatoryal bir devrim olarak görülen Atatürk devrimlerinin en önemli özelliklerinden biri toplumda kadın-erkek eşitliğini sağlamaya çalışmasıydı.
Bir medeniyet projesi olarak bu devrimler, kadın ve erkeğin ayrı tutulduğu, kadının, hayatın ancak belli bir yerinde yaşayabildiği, anne ve eş olarak kocasına hizmet ettiği bir toplumun gelişemeyeceği inancını taşıyordu.
Yoksul, savaştan çıkmış ve yeniden kurulan bir ülkede kadın ve erkek ancak birlikte çalışırlarsa ilerleme sağlanabilirdi.
Dünyada seçme ve seçilmenin kadınlara en erken sağlandığı ülkelerden biri olarak Türkiye yıllar içinde bu ideali bütün çatışmalara rağmen kurmaya çalıştı.
Kız çocukların okula gönderilmemesi, küçük yaşta evlendirilmesi, töreler, kadının ikinci sınıf insan olarak algılanması, yasalarda bile bu konuda pek çok ayrımcılık bulunması, yasalar düzeltilse de uygulamada hep sorun yaşanması, erkek egemen toplumun zihniyetinin bir türlü değiştirilememesi bu yıllar boyunca tartışılmaya devam etti.
Rahmetli Duygu Asena boşuna yazmadı ‘Kadının Adı Yok’ adlı kitabını...
Gençler zaten dediğim gibi hep bir tehdit olarak algılandı. En küçük bir talepleri, protestoları bile ‘terör’ kapsamına sokuldu. Duvara yazı yazan üniversiteliler, birkaç kişi aynı evde kalıp ‘zararlı yayınlar’ bulunduranlar terör örgütü üyesi diye en güzel yıllarını hapislerde geçirdiler, işkenceler gördüler.
Cumhuriyet, gençlere emanet edildi ama devlet onları her zaman düşman olarak algıladı.
İlk kitabım ‘Kış İkindisinin Evinde’nin ilk öyküsü ‘Dışarıda Kötülük Vardı’ adını taşır.
Öykü, yatılı kız okulunda okuyan üç kız arkadaşın bir gece okuldan kaçmalarını ve geri döndüklerinde yakalanmalarını anlatır.
Dolapları kırılmış, günlükleri okunmuş, aileleri çağrılmış, bekaret kontrolüne götürülmek zorunda kalmışlardır.
Gerçekte yaşanmış bir olaydan yola çıkarak yazdığım öykü, acı bir sonla biter ama en azından o üç kızın büyük bir itirazını dile getirir.
Onlar bu aşağılanmayı, kendi hayatlarına yapılan bu pervasızca saldırıyı kabullenmeyeceklerdir.
Bu öyküyü yazalı neredeyse 30 yıldan fazla zaman geçmiş.
Dedim ya bunca yıldan sonra bugün kız-erkek ev arkadaşlığı yapmanın ve belki yakında bir arada kahve içmenin bile devletin gözetlemesi gereken bir duruma dönüşmesi karşısında bezginlikten başka ne hissedebilirim?