Bir şeyden çok eminim ki ben kış insanı değilim… Öyle dağların tepesine tırmanıp kayak yapmak filan da bana göre şeyler değil.
1-2 kere gittim, iki tur attıktan sonra oturup manzara seyredip kitap okudum.
Takdir edersiniz ki o kadar yolu kitap okumaya gitmek pek mantıklı olmuyor. Arkadaşlar da sürekli benimle ilgilenmek zorunda hissediyor. Onlara da acıdım ve bu kış sporları olayını yıllar önce bıraktım.
Bunun yerine yaz sporlarına mı geçtim, hayır.
Ama yazın gelişi, puslu günlerin sonunda İstanbul’da bir sabah denizin üzerindeki pırıltıyla uyanmak bana hep yeni bir başlangıç hissi verir.
İlk yaz, ister benim için vazgeçilmez olan İstanbul’da ister bir kıyı kasabasında ister Paris ya da Venedik’te, dünyanın her yerinde bambaşkadır. Yine çok meraklısı olmadığım kırlar bile baharda benim için eşsiz tablolar gibi çağrışımlarla doludur.
Kışın bile yazdığım romanlarda ilkbahar günlerini, yaz öğleden sonralarını ne çok özlediğimi anılarımı yazarken fark etmiştim.
Son romanım ‘Yaz’ da kışın yazılmadı mı?
Adeta, yorucu, soğuk, puslu günleri kovmak ister gibi kitabı yazarken aklımda hep ismi vardı.
Genellikle romanlarıma uzun isimler koymamı merak edenler ‘Yaz’ ismine epeyce takıldı.
Okulla hiç sorunum olmadı. Hep iyi bir öğrenciydim, eğlenceli arkadaşlarım vardı ama yine de okulu sever miydin derseniz, sevmem.
Bahar geldi mi ilk aklıma gelen şey okulu kırmak olurdu.
İş hayatım da her zaman iyi geçti ama bütün gün çalışmayı sever misin derseniz, sevmem.
Belki de bu yüzden yaz benim için biraz serseriliğin, tembelliğin, vurdumduymazlığın mevsimi…
Belki çoğu kitaplarımı o tembel yaz öğleden sonralarında yazmaya başlamam da bu yüzden…
Çocukluk anılarımda da nedense hep yaz ayları, ilk yaz günleri, belki de hayatımın dönüm noktalarını oluşturduğu için bambaşka bir yer tutuyor.
Belki de o yüzden yazın kokusu bana geçmişin, şimdi artık var olmayan semtlerin kokularını, insanlarını taşıyor.
Pek çok şarkıyı, unutulmuş film sahnelerini, şiirleri…
Tüller bahar esintisiyle savruluyor ve ılık lodos çok uzaklardan beklenmedik anıları getiriyor.
Gözlerimi kapayıp ayırt etmekte zorlandığım seslerin içinde savrulup gidiyorum ve diyorum ki, ‘evet yaz geldi…’
Yaz benim için aynı zamanda unutma mevsimidir.
Kaygıları, üzüntüleri, kırgınlıkları, öfkeleri…
Edip Cansever’in yazdığı gibi, ‘Balkon demirinde bir martı/ denizse şuralarda bir yerlerde olmalı…’
Evet denize gitmeli, bütün bunları üstümden silip götürmesi ve bir an için bile olsa her şeyin güzel ve iyi olduğuna inandırması için kendimi güneşin altındaki serinliğe bırakmalıyım.
Unutmak için, bu dünyada neler olup bittiğini, geçen yazdan beri buralarda neler olup bittiğini, gelecek kaygılarını bir zaman için bile olsun unutmak için…
Uzak bir yerlere gitmeliyim yeni bir romanı bitirmek için…
Yeni şarkılar için…
Ve yollar…
Uzaklara ve kendi içine yapılan yolculuklar…
İki küçük çocuk çarpacak gözüme yol kenarında mutlaka… Bütün bunlardan uzak, unutmayı düşünmeyen, yalnızca o anda yaşayan iki küçük çocuk…
Bir azarlanmayla ölümü düşünen ama hemen sonra küçücük bir hediyeyle her şeyi unutan çocuklar…
Ve hemen sonra yaşlı bir adam. Bir evin önünde oturmuş, dalgın, önünden gelip geçenlere bakan…
Zaman kaygısını çoktan unutmuş…
Yalnızca yorgun…
Artık yaşanmış onca şeyi hatırlamaya bile yorgun…
Ve kuşkusuz birilerine rastlamalıyım, hiç kimseyi tanımadığım yerlerde bile, belki geçmişten, belki kitaplardan tanıdığım belki de yeni, beklenmedik insanlara…
Mesela gün batarken Gümüşlük’te telefonumu kapatıp uzaktan gelen bir şarkıyla gülümsemeliyim.
Ne de olsa, yaz geldi.Yaz, yeniden başlamanın, yenilenmenin mevsimidir.