Bir başkadır Ankara’nın poğaça kokan pastaneleri. Şehrin pek çok güzel kafesi ve restoranı da vardır belki ama o nostaljiyi içinize çekerek yaşadığınız pastanelerin yerini tutmaz hiçbiri. Derdiniz, tasanız ne olursa olsun kalbiniz, vanilya, süt, un ve şekerin eşsiz karışımı fırında pişerken süzülüp gelen taze kek kokusuyla sıcacık olur.
Size bu satırları Ankara’daki bir pastaneden yazıyorum. Hemen sağ tarafımda bir keşkül iki kaşık modunda çiçeği burnunda bir çift oturuyor. Yeni çıkmaya başladıklarına eminim çünkü kız ne trip atsa çocuk göğsünde yumuşatıp kıza melul melul bakıyor. Tam önümdeki masada ise iki Ankaralı iş adamı bir inşaat projesini kentsel dönüşüm kapsamında hayata geçirmek üzere az önce el sıkıştı. Zaten az inşaatımız vardı, vatana millete hayırlı olsun. Bana da bak, oturmuş el alemi izliyorum. Kentsel dönüşüm kapsamında beni de mi dönüştürseler?
Şükran Tanay’ın memleketi
Son romanım ‘Şekerfare’nin imza günü için geldim Ankara’ya. Bu sefer bir değişik hissediyorum çünkü ‘Şekerfare’ Ankara’da geçen, Ankaralı genç bir kadının, Şükran Tanay’ın hikayesi. Neye elini atsa tutturamamış Şükran’ın, ‘Ayh yeter artık!’ diye haykırarak ‘Şekerfare’ isimli hikayesini bir film şirketine satıp kendisini bu pırıltılı sektörde bulma macerası.
Benim de bir maceram var Ankara’da. Üniversiteyi Ankara’da okudum. Hayatımın en güzel dört yılı bu şehirde geçti. Bir İstanbullu olarak bu cümleyi her kurduğumda ‘yapma yahu’ diyor insanlar. Vallahi gayet de güzel yapmışım. İyi ki yuvadan uçup okumak için bu şehre gelmişim.
Ankara gri görünür fakat her grinin altında saklı bir gökkuşağı vardır. Ben de Ankara’ya ilk adım attığımda gri renkteydim. Yalnız başıma kalıp kendimi tanımaya başladıkça içimdeki renkleri keşfettim. Ankara da böyledir. Şehrin içindeki renkleri, şehri tanıdıkça keşfedersiniz.
Kendini tanıma sürecinin belirgin bir özelliği var, bitmemesi. Tam ‘Ben şöyle bir insanım’ diye kesin bir cümle kuruyorsun ki pat! Hiç beklenmedik bir olay yaşıyorsun ve dönüşüyorsun. Hayat seni dönüştürüyor. Karşı koyamıyorsun. Kendimden örnek verecek olursam, ‘Kocan Kadar Konuş’ta yazdığım Efsun karakteri gibi 30 yaşımla birlikte kafama bir balyozun indiğini söyleyebilirim.
Heyecan tarifim değişti
Yıllar sonra, bugün, bu pastanede üniversiteye başladığım günü gözlerimin önüne getiriyorum. Kolumun altında kitaplarımla Bilkent İktisat Fakültesi’ne doğru heyecanlı adımlar atıyordum. O zamana göre daha mı iyiyim daha mı kötüyüm bilmem, ama benim de dönüştüğüm kesin. Şimdi de heyecanlı adımlar atıyorum. Fakat heyecan tarifim değişti.
Büyüdükçe kendimize harcadığımız zaman azalıyor ve geçirmekte olduğumuz dönüşümün farkına varamıyoruz. En son kendimizle baş başa kaldığımız yerdeki bizi referans alıp duruyoruz. Halbuki o günden bugüne köprünün altından çok sular akmadı mı?
Dışarı çıkmak gerek
Bulunduğumuz yerden dışarı çıkmak gerek bazen. Hatta bulunduğumuz şehirden. Ankara’ya gelmek gerek mesela. İstanbul’da unuttuğumuz o pastane nostaljisini yaşamak iyi gelebilir. Kuğulu Park’ta bir bankta oturup etrafı seyretmek, Ulus’taki o zarif ferforje sokak lambalarının olduğu yolda yürümek, bakırcılar çarşısında gezinmek, kalenin etrafındaki otantik mağazalara göz atmak hep bize iyi gelebilecek şeyler.
Şu an bana tek bir şey iyi gelebilir, Kebap 49’un pidesi. Midem kazınıyor açlıktan. Sağ masadaki çifte kumrular da kalktı. Şebnem için Ankara zamanı başladı.