Sıradanlığın ve rastlantıların büyüsü türeticiler

Orijinalliğin mümkün olmadığı, ‘aynılığın’ dünyasında; rastlantıların ve ilişkisiz ilişkilerin çarpıcı bütünlüğünden beslenen ve bir ilhamı, bin ilhamla buluşturup, yepyeni bir dünya yaratabilen türeticilerle tanışın.

HAZIRLAYAN: SİMAY ENGÜR

Türeticiler; rastlantıların hayret uyandıran büyüsünden, sıradanlığın görmesini bilene iştah kabartan gölgesinden, modadan, sinemadan, müzikten, gündelik karşılaşmalardan, mimariden, kendiliğinden akan sohbetlerden, resimden, şiirden yani çekim alanına giren her şeyden türeterek; kendi göz hizasındaki yeniyi doğurmayı başarıyor ve gözlem güçleriyle yarattıkları özgünlük tohumlarını, kitleleri heyecanlandırmak için kullanıyor. İşte, onların asıl alametifarikası; kumaşı ikirciklikle dokunan orijinallik kılıfını reddedip, türeterek özgün olmayı başarmak.


BAHAR KONGEL FRANSEZ
Le Koko Collectif kurucu ve yönetici kreatif direktör

“Yaratıcılık, bir rahatsızlık halidir. Kabuğuna bir türlü sığamamaktır. Hayatta mutlaka bir derde sahip olmak ve bir şeyler üreterek bunu dünyaya duyurma isteğidir. Antenlerinin herkesten çok açık olma halidir. Her olaya tersten bakan ve ‘bir de şöyle denesek mi?’ diyen cesaretli biri olmak ve sevdiği şey için beklenti olmadan çok çalışmaktır, hatta bazen sürünmektir.”

Sosyoloji eğitimi aldıktan sonra 2003 yılında, önde gelen moda dergilerinde çalışmaya başladı. Sayısız hazır giyim markasının kampanya çekimleri için kreatif direktörlük ve styling yaptı. Kendi doğru bulduğu şekilde yayıncılık yapabilmek adına 2011 yılında, Türkiye’nin ilk online dergilerinden biri olan blank-mag’i kurdu ve 5 sene boyunca ilham veren sayılar üretti. 2016 yılında ise yeni nesil ajans Le Koko Collectif’i kurdu. Bahar Kongel Fransez, kurduğu LKC ile her markanın bir hikayesi ve karakteri olduğunu düşünüyor. Bu hikayeyi de ilham veren, samimi ve zamansız bir dilde yaratmayı seviyor.

Alexander Calder, Fat Red Boomerang (1972)

Üretirken çalışma prensibiniz nasıl? Aklınızdakileri birleştirmek ve üretime geçmek için nasıl bir yol izliyorsunuz?
Sokakta, metroda, konserde, mağazada, çocuk parkında, sosyal medyada… İnsanların davranış şekillerine, seçimlerine, tepkilerine, giydiklerine, neler okuduklarına ve ne yorumlar yazdıklarına antenlerim açık bir şekilde bakıyorum. Sürekli olarak ‘bakan’, inceleyen, önüne ne çıkarsa çıksın okumaya çalışan ve ‘neden?’ diyen meraklı bir insanım. İnsan doğası, hayat, dünya düzeni hakkında çıkarımlar yapmaya bayılıyorum. Bu, benim için adeta su içmek kadar rutindir. İlham ve fikirlerim, bu gözlem anlarında oluşuyor genellikle. Bizim işimizi yapmak için sadece trendleri bilmenin, reklam-pazarlama araştırma raporlarını okumanın, yani masa üzerinde çalışmanın yeterli olmadığını düşünürüm. ‘Bence şöyle de olabilirdi’ diye düşünmeye bayılan ve üzerinde nemlenmeye hazır bulutu ile dolaşan bir kafam var. Bu bulut, sürekli olarak yağabileceği potansiyel projeleri bekler. Bu nedenle, 7/24 kafamın içinde dönen yeni fikirlerim ve hayallerim vardır. Kreatif fikir geliştirmem için ajansa yeni bir proje geldiğinde, kafamda zaten hazır olan fikirleri gerçekleştirecek kanallar, fırsatlar olarak görürüm bu işleri. Çalışacağımız markadan aldığım brief ile benim fikirlerimi nasıl harmanlayacağıma ve görsel olarak nasıl anlatacağıma odaklanırım. Fikir yaratım sürecinde amacım hiçbir zaman sadece trend, güzel ve estetik, markaya bol satış yaptıracak çekimler üretmek olmaz. ‘Bu proje yayınlandığı zaman insanlara nasıl duygular, düşünceler hissettirebiliriz, yayınlandığı zaman hedef kitlesinde tüketim isteği dışında ne vereceğiz, ünlü bir yüz seçiyorsak gerçekten örnek ve değer üreten biri mi, projede kalbe dokunabilecek bir mesajımız olacak mı, izleyenlerin hayatlarına ilham verebilir miyiz, bir değişim veya fayda sağlayabilir miyiz?’ gibi düşünce reflekslerim vardır. Açıkçası, bu işi yapmamdaki en büyük motivasyon da budur. Çalıştığım markalara yaptığım işlerin, gerçekten o markanın kültürüne katkıda bulunmasını; sadece o dönem parlayıp, sonradan sönmemesini amaçlarım. Ürettiğim şey ne olursa olsun, işin stratejisini duygu, fayda ve değişim üzerine kurarım. Yaratmak istediğim bu duygunun karşılığı olabilecek referans film karelerini, mekanları, bazen kendi çektiğim sokak fotoğraflarını ya da okurken not aldığım bir metni veya eski moda çekimlerini moodboard ve kolajlar halinde toparlar, işin stratejisi ile birlikte sunumlaştırırım. Hikayenin sloganını ve stil tavrını da yaratıp, tüm projeyi 360 derece örmüş şekilde; tasarımlar için ajanstaki art ekibime teslim ederim. Daha sonra projenin çekimini de gerçekleştirerek işi ortaya çıkarırız.

Joan Miró

Hiçbir şeyin ‘sıfır kilometre’ olamayacağına inanıyor ve sizi de özgün bir fikir türeticisi olarak görüyoruz. Peki, sizin için orijinallik ne demek?
Dünya tarihinde izlediğimiz hiçbir film, okuduğumuz hiçbir kitap, hayranlıkla baktığımız hiçbir sanat eseri orijinal değil. Yaratıcılığı tetikleyen, ortaya çıkaran güdü; gördüğümüz ve çok etkilendiğimiz bir şeye öykünmek ve o etkilenilen şeyin ‘bence’sinden yapmak istemek gibi geliyor bana. Tabii ki kendi iç yolculuğunu yapıp, kendi bakış açın ile yorumlayabilmek, yeni bir tat katabilmek çok önemli. Birçok ünlü sanatçı, yönetmen, ressam projelerinde daha önce aynı türlerde yapılan işlere bilerek atıfta bulunur bazen. Onları heyecanlandıran şey, o sevdikleri türü kendilerinin nasıl harmanlayacağı ve üzerine kendilerine ait yeni imzayı nasıl atacakları oluyor. Mesela Tarantino’nun filmlerinde, eski filmlere göndermeler fazlaca oluyor. Kill Bill’de birçok eski western ve samuray filmine göz kırpar. Blade Runner, Star Wars: Episode V, Once Upon a Time in the West, Game of Death, Samurai Fiction ve The Good, the Bad and the Ugly gibi. Ressam Joan Miró’nun ve Calder’in eserlerine bakınca, birbirlerini nasıl etkiledikleri açıkça görülüyor. Leger’de Picasso etkisini görmemek mümkün değil. Ben, şöyle düşünüyorum: Çocukluğumuzdan itibaren gözlemlediklerimiz, izlediğimiz filmler, okuduklarımız, seyahat ettiğimiz yerlerden aklımızda kalan görseller ve hissettirdikleri duygular beynimizin içindeki klasörlere saklanır. Yaratıcı insanların özellikleri, bu klasöre kaldırılan şeyleri iyi hatırlamaları ve gerektiği zaman onları dışarı çıkarıp, birbirleri ile ilginç bir şekilde kombine edip; yeni bir şekilde, yeni kokteyller yaratabiliyor olmalarıdır. En önemlisi de küçüklüğümüzden beri çevremizdeki şeylere sadece bakmaz, ‘neden?’ niye sorgular ve araştırarak bilgi sahibi olur ve ‘bence şöyle olabilirdi’ diye düşünmeye meyilli olursak, kendimize ait bir dilimiz oluşur. Bu tarzı çıkarabilen, işlerine bakıldığı zaman ‘bu kesin onun işidir’ denilen, net bir tarza sahip kişidir orijinal. Jean-Luc Godard’ın şu sözü çok güzeldir: “Nereden aldığın değil, nereye götürdüğün önemlidir.”

La La Land (2016)

Çocuk bakışı; sonradan öğrenilen ön yargılar, değerler, toplum dinamikleri ile yetişkinliğe uyum sağlamak için feragat ettiğimiz bir bakış aslında. Bu, sizin korumayı başardığınız bir bakış açısı mı?
Çocuğum olduğunda yani 38 yaşında; artık daha fazla çocuk olamayacağıma ikna oldum. 40’lı yaşlarıma kadar çocuk bakış açısı fazla olan ve anı yaşayan, içinde geleni yapan, mantığı çok ön planda tutmayan, duygusallık eşiği yüksek bir insandım. Sanırım bu özelliklerim sayesinde yaşamak zorunda olduğum düzende, sevmediğim ezber toplumsal kurallara teslim olmayı hep reddettim. Akrabalarım arasında ve çalıştığım yerlerde ayrık otu oldum. 20 yıldır çalıştığım sektörde ‘uymak’ yerine, kendi düzenimi yaratarak, kendi doğru bulduğum şekilde üretiyorum. Çocukken hepimiz gerçekten çok yaratıcıyız. Henüz önyargılar ve ezber toplumsal kurallar ile zehirlenmediğimiz, tamamen duygularımız ile barışık olduğumuz için yaratıcılık taşıyor oluruz. Sürekli yeni şeyler denemeye hazırız ve meraklıyız! 5 yaşında bir oğlum olduğu için bunu her gün gözlemliyorum. ‘Saçma mı olur, rezil mi olurum, ya beğenilmezse?’ gibi kaygılar ve mükemmeliyetçilik bence yaratıcılığın en büyük engeli. Yaratıcılık; cesaret gerektiren, rutine ‘hayır’ demeyi ve yoruma açık olmayı içinde barındıran bir şey. Ben, bu tür kaygılar hissettiğimde hemen şu düşünceyi aklıma getiriyorum: Eninde sonunda öleceğim, hangi konu bundan daha önemli olabilir ki?

Wes Anderson, The Grand Budapest Hotel (2014)

Bir türetici olarak Bahar Kongel’in en büyük ‘voila!’ ürünü nedir?
İşlerimin çoğu kitap, film, şiir, gündelik olayların karışımı, adeta kokteyli. Fakat beni gerçekten tam olarak anlatan ve küçüklüğümden beri beynimin içinde biriktirdiğim her şeyin dışarı vurumu ajansım Le Koko Collectif. LKC’nin kurumsal kimliği, ofisin dekoru ve tabii ki yaptığımız işlerdeki bakış açısı, fikirlerimi bir araya getirdiğim buluşma noktası. Jacques Tati filmleri, Caller’in geometrisi, Ellsworth Kelly desenleri, Miro’nun yıldızları ve kırmızı güneşi, mid-century tasarım tavrı ve objeleri, Tim Walker set dekorları, Bauhaus dönemi, Wes Anderson simetrisi, renkler ama özellikle ana renkler, desen ve renk karışımında Almodovar cesareti, Mad Men ofis ve stil tavrı, Halston’un kırmızı ofisi, Roland Garros posterleri, Woody Allen film fontları, David Hockney portreleri, Susam Sokağı’ndaki karakterler, Le Coq Sportif’in okunuşu, babamın şirketi Koko’nun ismi, yaz ve eriyen dondurma topları, Beach Boys’un Kokomo’su, Mavi Ay’ın Topesto’su, Yves Klein mavisi, güneş şemsiyelerinin renkli çizgisi, Tim Burton siyah çizgilerine kadar dünyadaki tüm çizgiler, ayçiçekleri, La La Land’in girişindeki neşesi, İstanbul şehir hatları vapurunun sarısı, Palm Springs otellerinde kullanılan tipografiler ve bunun gibi beş bilinmezin karışımıdır Le Koko Collectif. Not: Mondrian hiç sevmem! 

“Ay’a giden Apollo ekibinin çok sevdiğim formalarından ve ekip fotoğraflarından esinlendiğim, Rumisu’nun teknoloji temalı koleksiyonu için yapılan çekim.”

Bir türeticinin listesi

Kitap: Yetenekli Çocuğun Dramı-Alice Miller, Francois Halard kitapları.
Seyahat: Joshua Tree çöllerinde road trip, Provence/Arles bölgelerinde tembellik, İbiza’nın gün batımları, Türkiye’nin güneyinde yelken.
İnsan: Babam en büyük ve sonsuz ilhamım, Duygu Asena, Kaptan June Haimoff, Phoebe Waller, Ramdane Touhami ve çocuk ruhunu hiç bırakmayan Joan Miró.
Renk: Sarı, kırmızı, mavi.
Müzik: Dans ederken ve çalışırken dinlemeyi en çok sevdiğim grup Daft Punk, L’Impératrice. Şarkı olarak Sketch for Summer ve La La Land filminden Planetarium. YSL filminden Paris Match. Stevie Wonder’ın sesi.
Film: Sinematografi açısından La Grande Belleza, Roma, Wes Anderson’ın hepsi, I am Love, Tati ve Godard filmleri. Duygusal ve düşünsel olarak ise Kaptan Fantastik, Truman Show, Kelebek ve Dalgıç, Wall-E, Marcel the Shell with Shoes On, Fight Club, Beginners.

Ramdane Touhami'nin evi

Mimari Yapı: Mid-century evleri özellikle Frey House, Nice’deki Fondation Maeght binası, Ramdane Touhami’nin evi.
Fikir: Dance tonight! Revolution tomorrow!
Dizi: Mad Men, Marvelous Mrs. Maisel, Fleabag, Mavi Ay, Better Call Saul, Crown.
Mimar: India Mahdavi, Richard Rogers.

Etel Adnan

Sanat Eseri: Tim Walker ve Francois Halard fotoğrafları, Etel Adnan tabloları, Miró’nun Sun Eater’ı, David Shrigley’nin işleri.
Sıradan Görünen Bir An: Oğlum Miro’nun dansları, aniden karşıma çıkan ana renkler ve geometriler, sonsuz mavi.

20 yıldır çalıştığım sektörde ‘uymak’ yerine, kendi düzenimi yaratarak, kendi doğru bulduğum şekilde üretiyorum.

PAPTİRCEM
Müzisyen

“Yatarıcı, tüm fikirlerini kendi hikayesine nasıl yakıştırıyorsa; ona en uygun şekle getirmek için çalışan, dilediği gibi iş çıkmasa da cesaretle üretmeye devam eden, kafasındakine en yakın şeyin doğumuna kadar anne gibi şefkatle sabreden, sonucunda doğurduğu eserin ondan başka bir doğası olduğunu kabul etme zihniyetini oluşturmuş, üretilmiş her esere hem kendi perspektifinden hem de üretenin dünyasından bakabilen kişi olsa gerek.”

Şarkıcı, yapımcı, söz yazarı ve besteci Sena Gül, namıdiğer Paptircem; 14 yaşında konservatuvardan mezun olduktan sonra üniversitede psikoloji ve felsefe eğitimlerini tamamladı. Ardından Boğaziçi Caz Korosu’nda şarkı söylemeye başladı ve mezun olduktan sonra piyanosu ile komik viral videolar üzerinde düzenlemeler yaparak, sosyal medyada çok sayıda kişiye ulaştı. Devamında teklilerini yayınlamayan başlayan Paptircem, son teklisi ‘Padişahım’ ile hayatımızın fon müziğini yaratmayı başarıyor.

Üretirken çalışma prensibiniz nasıl? Aklınızdakileri birleştirmek ve üretime geçmek için nasıl bir yol izliyorsunuz?
Bazen bir anda bir cümle sizi harekete geçirebiliyor; bazen öylece dururken üzerinize bir hüzün çöküyor, anlamını bilmediğiniz bu hüznün kaynağına inmeye çalışırken çıkıveriyor sözler. Son dönemde ise benim için en iyi çalışan yöntem şu: Önce kafamda hiçbir şey olmasa bile kağıdın başına oturmam gerektiğini biliyorum. Bir fikrin bana gelmesini beklemeden, daha önce hiç gitmediğim kuytu köşe bir kafeye ya da bir parka gidip kulaklıklarımı takıp etrafı izliyorum hiçbir şey yapmadan. Alışık olmadığım yerlerde, kafamın daha iyi çalıştığını düşünüyorum. Etrafımdaki küçük detayların da yeni olması, algımı yönetmeme iyi geliyor. Detaylara bakıp onlardaki bir tanecikliği izliyorum, üzerine çok bir şey düşünmemeye çalışıyorum. Herhangi bir kelime yazmadan önce, dinleyicide ne uyandırmak istediğimi düşünüyorum. Ortak bir öfke mi? Yalnız hissettiğimi paylaşmak mı? Yoksa ne kadar tembel olduğumdan bahsedip, onların yüzünde bir tebessüm oluşturmak mı? Bunlardan hangisinin daha kuvvetli olduğuna karar verebilirsem, karalamaya başlıyorum. Genellikle düz yazı şeklinde başlıyorum yazmaya. Ardından kelimeler arasından bazılarını seçip, eğlenceli kısma yani kafiye oluşturmaya geçiyorum. Ön hazırlığı iyi yapabildiysem, burası oldukça hızlı akabiliyor bazen. Çok keyifli oluyor tüm süreç.

Hiçbir şeyin ‘sıfır kilometre’ olamayacağına inanıyor ve sizi de özgün bir fikir türeticisi olarak görüyoruz. Peki, sizin için orijinallik ne demek?
Orijinallik, hayatına dokunmuş tüm dataların -dinlediğin tüm şarkılar, gördüğün tüm renkler, ailenden gelen tüm ayıplar ve alkışlar, içtiğin kahvenin sertliği- kararlarımızı ne kadar etkileyebileceğini kabullenmekten ve tüm bu malzemeleri kendi hikayelerimizde nasıl yaşattığımızdan geçtiğidir yalnızca, sadece. Duyduğumuz hiçbir melodi orijinal değil; ama neden bir melodiyi belli bir sanatçıdan duyduğumuzda tüylerimizi diken diken ederken, aynı melodi bir başka sanatçıda işlemiyor ruhumuza? Anlatmayı seçtiğimiz şeylerin bizim hikayemize ne kadar yakıştığının farkında olmak, kendini tanımaktan geçiyor. Dolayısıyla en orijinal işlerin; kendi sınırlarını bilen, kendini tanımaktan korkmayan, kendi şeytani yanlarına bakma cesareti gösteren insanlardan çıkacağına inanıyorum.

Michelangelo, Creation Of Adam (1508-1512)

Çocuk bakışı; sonradan öğrenilen ön yargılar, değerler, toplum dinamikleri ile yetişkinliğe uyum sağlamak için feragat ettiğimiz bir bakış aslında. Bu, sizin korumayı başardığınız bir bakış açısı mı?
Ne zaman 7 yaşındaki Sena’yı unutsam; o dönem dinlediğim şarkıları, fotoğrafları ve izlediğim programları açarım. Karşıma çıkan her şeyi ‘bir daha duyamam’ korkusuyla yalayıp yutardım. Bu, o kadar çok şey kattı ki bana… Bir müzik türüne ait olmamayı, dinlediğim her şeyde güzel bir şeyler yakalamayı çocukken öğrendim ve hep hayrete kapıldım. Maalesef sevdiğimiz işi yapmanın hem iyi hem kötü tarafı, artık başarılarımızı sayılar üzerinden değerlendirme kriterlerine geçmek. Bu, küçük Sena için hiçbir zaman bir mesai olmamıştı. Bir konseri izlerken ne kadar eğlendiklerine odaklanırdım. Beğendiğim şarkıların arkasındaki prodüksiyonlardan haberim bile yoktu. Benim için önemli olan, bende yarattığı histi. Her şeye ‘evet’ diyebilecek sabrı ve merakı çok özlüyorum. Nietzsche, insan olmanın üç aşamasından bahsederken, üçüncü ve son aşamasında ‘çocuk’ olmaktan bahseder. Reddettiği her şeye kutlu bir ‘evet’ diyerek, değerlerini inşa etmeye yeniden başlar çocuk. Hayatın akışında ve belirsizliğinde var olabilen, masum ve yaratma gücü olan çocuk, ruhun dönüşmesi gereken son aşamadır.

Bir türetici olarak Paptircem’in en büyük ‘voila!’ ürünü nedir?
En çarpıcısı sanırım ‘The Office’ dizisini, üçüncü kez bitirmek üzereyken oldu. Tüm olacakları bilmeme rağmen, son sezonda bir karakterin: “Keşke geçip giden günlerin güzel olduğunu o an anlamanın bir yolu olsa” demesiyle, karakterle birlikte ben de ağlamaya başladım. En büyük korkumu, tek cümleyle bu kadar iyi özetleyebilmesi beni mahvetmişti. ‘Ya çok güzel bir hayatım olduğunu fark edemez, küçük ve keyif kaçıran detaylarda takılı kalırsam? Ya keyfini süremezsem ve iyi günlerimi mahvedersem?” 80 yaşında, ölümün eşiğindeyken geçmişime dönüp baktığımda anlamak istemiyorum, ne kadar güzel bir hayat geçirdiğimi. Hayatım geçip giderken bunun farkında olmak istiyorum. “Olsa Bi’ Yolu” şarkısı, bu hislerle yarım saatte yazılıverdi. Herkese hayatın ne kadar kısa olduğunu hatırlatmak için.

Bir türeticinin listesi

İnsan: Michel Foucault.
Fı̇kı̇r: “İnsan biraz ölmeden yaşayamaz, değil mi?”
Renk: Beyaz.
Müzik: Snarky Puppy & Metropole Orchestra.
Fı̇lm: Don’t Look Up.
Sanat Eserı̇: Adem’in Yaratılışı-Michelangelo.
Dizi: This is Us.
Sıradan görünen bı̇r an: Birinin bir başkasını dinlerkenki mimikleri.
Oyun: Disco Elysium, The Stanley Parable.

Reddettiği her şeye kutlu bir ‘evet’ diyerek, değerlerini inşa etmeye yeniden başlar çocuk. Hayatın akışında ve belirsizliğinde var olabilen, masum ve yaratma gücü olan çocuk, ruhun dönüşmesi gereken son aşamadır.


BERİL ATEŞ
Sanatçı

“Yaratıcılık, benim için bakış açısıdır. Herhangi bir şeyi görme şeklinize göre, her şey yaratıcı bir forma dönüşebilir. Muhakkak ki bazı insanlar, doğuştan yaratıcı bir ruhla dünyaya gelirler. Ancak, sıradan gibi görünene farklı bakma cesaretini gösterip bulunduğu kalıptan çıkaran kişiye de yaratıcı diyebiliriz. Ve bence bu yalnızca sanat alanında değil ticari alanlar için de geçerlidir. Zira bu alanlarda bakış açısı değiştiğinde; sanatçılar ve toplum da bu vizyondan pozitif anlamda nasibini alıyor.”

Bilkent Üniversitesi Grafik Tasarım Bölümü’nü birincilikle bitirdikten sonra New York Parsons School of Design’da monoprinting eğitimi alan ve üniversite yıllarında Barcelona IED’de aldığı sanat dersleriyle illüstrasyona ağırlık veren Beril Ateş, mezuniyet projesiyle birlikte tasarım markası olan Kafa Çizimhane’yi, bugünkü adıyla Beril Ateş Shop’u kurdu. Şu ana dek 7 kişisel sergi açan ve birçok karma sergiye katılan sanatçı; yeme, içme, seyahat, yaz tutkusu sonucu ortaya çıkan alter-egosu olarak tanımladığı ‘Tuzlu Kadın’ üzerinden resimli günce yapıyor. Bugün, İstanbul Perşembe Pazarı’ndaki atölyesinde sanatsal ve kurumsal tasarım çalışmalarına devam ediyor.

Üretirken çalışma prensibiniz nasıl? Aklınızdakileri birleştirmek ve üretime geçmek için nasıl bir yol izliyorsunuz?
Bazı resimlerimi yapmadan önce kafamı boşaltmak için önüme boş sayfaları koyup, aynı anda birkaç resim yapıyorum. Bazıları içinse önden uzun uzun eskiz çalışmaları yapıp, istediğim duyguyu yakaladığımda üretime geçiyorum. Buna çoğunlukla müzik ve kahve eşlik ediyor. Bazen de kitaplar. Belli bir saatim yok, içimden ne zaman ne gelirse onu üretime geçiriyorum. Benim için üretimin tek önemli kısmı, ilham geldiğinde kaçırmamak.

Hiçbir şeyin ‘sıfır kilometre’ olamayacağına inanıyor ve sizi de özgün bir fikir türeticisi olarak görüyoruz. Peki, sizin için orijinallik ne demek?
Yalnızca kendin olmak. Kendini iyi inşa ettiysen, senden yalnızca bir tane var.

Çocuk bakışı; sonradan öğrenilen ön yargılar, değerler, toplum dinamikleri ile yetişkinliğe uyum sağlamak için feragat ettiğimiz bir bakış aslında. Bu, sizin korumayı başardığınız bir bakış açısı mı?
Dediğiniz gibi büyürken feragat ettiğimiz en önemli şey çocukluğumuz. Yıllar geçtikçe yalnızca beden değişiyor. Gerisi, sen nasıl hissetmek istersen öyle aslında. Büyümek zorunda mıyız? Büyümek nedir? Bu öğretilen bir şey midir? Bunlar üzerine çok düşünürüm. Sanıyorum hayal etme yetimizle alakalı bir düzleme çıkıyor konu. Hayal edebilen toplumlar gelişir. Çünkü hayal edebilmek, farklı bakış açıları bulabilmeyi ve bunları uygulama cesaretini getirir. Bu yüzden dünyaya çocuk bakış açısıyla bakabilmek, fikirde sınırsızlığı ve korkusuzluğu getirdiği için bir özgürleşme hali sağlıyor. Yaratıcılık dediğimiz şey de tam olarak bunun içinden doğuyor. Bence yetişkinler olarak hepimizin en çok çocuk cesaretine ihtiyacı var.

Richard Serra, The Matter of Time (1994–2005)

Bir türetici olarak Beril Ateş’in en büyük ‘voila!’ ürünü nedir?
Aslında benim işlerim tam olarak bu rastlantısal olaylardan çıkıyor. Atölyeye giderken dinlediğim bir şarkı, bir sokak satıcısına denk geliyor. Çiçekçiden aldığım papatyalar, okuduğum satırlarla paslaşıyor. Ya da belki bazen havanın getirdiği özlem hissiyle izlediğim film, bir şeyleri tetikliyor. Zaten her şey aslında bu tesadüflerin bir aradalığının ürünü değil mi? Ama spesifik bir örnek verecek olursam, sanırım ilk kez lise yıllarında duyduğum Orhan Veli’nin “...Bir de rakı şişesinde balık olsam” sözünün bir gün sofrada anlam kazanmasıyla, bir marka için tasarladığım 2018 şişesine dönüşmesidir diyebilirim. Sofradaki dönüşümümü anlatan bir tasarım hikayesi var bu şişenin. Sofraların aslında bir ‘portal’ olduğunu keşfettiğim, oturduktan sonra lezzet ve sohbet rüzgarıyla bambaşka kapılardan çıktığımız bir dünyayı anlatıyor.

Bir türeticinin listesi

Kitap: The Giving Tree, Shel Silverstein.
Şehir: Floransa, İsfahan.
İnsan: Farklı farklı sebeplerle; Füreya Koral, Fikret Mualla, Fahrelnissa Zeid, Michael Jordan, Ruth Carter.
Mimari Yapı: Fatehpur Sikri.
Fikir: “Just do it.”
Renk: Hepsi.
Hayvan: Balık.
Albüm: Ludovico Einaudi-Underwater.
Şiir: Kısa, Cemal Süreya.
Film: Big Fish, The Fall.
Sanat Eseri: The Matter of Time-Richard Serra, Guernica-Picasso.
Dizi: Better Call Saul.
Sıradan Görünen Bir An: Gülümsemek.

Yetişkinler olarak hepimizin en çok çocuk cesaretine ihtiyacı var.


LARA LAKAY
Yazar, kültürel girişimci

“Varlığı bir bütün değil, çatlak olarak olarak ele alabilen her şey, yaratır. Eros -yaşam içgüdüsü- oksuz gezmez, bu yeterli.”

Beyoğlu İtalyan Lisesi’nin ardından Bilgi Üniversitesi Sanat Yönetimi ve Venedik Ca Foscari Üniversitesi’nde Kültür Çalışmaları okudu. Editörlük, çevirmenlik, sanat danışmanlığı gibi çeşitli işlerden sonra edebiyat, küratöryel çalışmalar ve kültür çalışmaları alanlarında yoğunlaşarak üretimlerine devam ediyor. ‘Yoli ve Mo’ isimli oto-kurmaca kitabını 2022 senesinde yayımlandı ve yaratıcılık üzerine konuştuğu ‘Bugün Günlerden Bilmem Ne?’ başlıklı bir podcast kanalı var. Lara Lakay, şu sıralar ikinci kitabı ile bir sohbet ve yemekli buluşmalar projesi olan ‘Masa da Masa’ ile haşır neşir.

Üretirken çalışma prensibiniz nasıl? Aklınızdakileri birleştirmek ve üretime geçmek için nasıl bir yol izliyorsunuz?
Seneler içerisinde rutinlerim çok değişti. Önceleri çok daha emprovize, hatta keyfime göre çalışma anları yaratır ve bu türevsel ilhamları alelade birleştirirdim içimden geldiğinde. Özellikle son iki senedir, tıpkı bir gezgin gibi sabit evim olmamasına rağmen daha düzenli ve mesaili çalışmaya başladım. Baktım ki bu üretim meselesi zaten benim işim. Şansa sabah insanıyım ve erken kalkan bir tipim, aksatmamaya çalışarak her sabah bulduğum bir masaya oturup, aldığım notların, yazılarımın, ses kayıtlarımın, çektiğim fotoğrafların üstünden geçiyor, üzerlerine koyuyorum. Benim yolum hep imgeler ve yazı ile yürüyor, o yüzden temel prensibim ‘çok defterin olsun’.

Hiçbir şeyin ‘sıfır kilometre’ olamayacağına inanıyor ve sizi de özgün bir fikir türeticisi olarak görüyoruz. Peki, sizin için orijinallik ne demek?
İlhan Berk’in günlüklerinden birinde rastladığım çok güzel bir notu vardı. “Ben başıboşluğu, bir sözün bir sözü tutmazlığını arıyorum” yazmış. Böyle bir şey benim için orijinallik; rastlantısallığı bilen, buradan türeyen, üreyen, doğuran ve doğurtan. Davası özgür olan, aynı yolu farklı yürüyen her şey orijinaldir benim için.

Çocuk bakışı; sonradan öğrenilen ön yargılar, değerler, toplum dinamikleri ile yetişkinliğe uyum sağlamak için feragat ettiğimiz bir bakış aslında. Bu, sizin korumayı başardığınız bir bakış açısı mı?
İlginç bir soru, bu aralar kafamı çokça kurcalayan bir gündem çocuk bakışı, kadın bakışı, birey bakışı. Şuna inanıyorum ki geçmişin üstüne basmak, ezip geçmek -buna senin deyiminle feragatlerimiz de dahil- makul değil. Çocuk tüm öğrendikleriyle büyüyor, keza bakış da öyle. İnsan ömrünün tüm zamanlarını, tüm güzelliklerini ve şerlerini birlediğinde kendi yaratıcı şamanı oluyor. Sanırım çocuk kalmaktan, çocuk bakmaktan ziyade oyunu unutmamaya inanıyorum ben. Burası her daim bir oyun alanı. Kültürden, sanattan önce de oyun vardı.

Bir türetici olarak Lara Lakay’ın en büyük ‘voila!’ ürünü nedir?
Pek romantik kaçacak fakat şiir gezintilerini seviyorum. Tek değil, bin fikir geliyor aklıma. Bu yüzden gün içinde illaki bir yerlere yürürüm. Günün ilk ışıklarında dışarı çıkmak, ha sahil kasabası, ha şehir, ha orman flanörlüğünü seviyorum. Moda sahilinde karabataklar, Gümüşlük’te ‘Hatıran’ isimli kayıktan gelen Zeki Müren, hiç beklenmedik anda ormana düşen iki beyaz kelebek... Genellikle hikayelerimi, günün içinden çıkan tesadüflerle kurguluyorum. Bilmediğim yerlere, tek başıma seyahat etmeyi severim. Her dilde esnaf muhabbetlerinden müthiş ilham alıyorum. Bir yandan sabahları ‘şiir falı’ dediğim bir adetim var, rastgele bir kitap sayfası açıp, önüme düşen ilk cümleyi okuyorum ‘bakalım bana konuşacak mı? diye. Yaşadığım en son ilhamlı karşılaşma, seneler sonra babaannemin oturduğu apartmanın karşısındaki pastaneye oturduğumda, çalışan bir beyefendinin bana ‘sever misiniz, buyurun’ diyerekten tam da babaannemin bana yaptığı un helvasını ikram etmesi oldu. Yalnız hissettiğim bir gündü ve gördüm ki bu külliyen yalan! Rilke’nin dediği gibi: “Tamamlanmamıştı hiçbir şey ben bakmadan önce.”

Bir türeticinin listesi

Kitap: Kült Kitap, İlhan Berk
Sevilen adalar: Midilli, Sicilya, Venedik, Prinkipo.
İnsan: Agnes Varda.
Mimari Yapı: Girit evleri.
Söz: “Kepenek altında er yatar.” Köroğlu
Şiir: Cadı Ağacı, Edip Cansever.
Albüm: Naturally, J.J. Cale
Müzik türü: Rebetiko.
Film: Gece, Michelangelo Antonioni.
Son vurulduğum sanatçı: John Craxton.
Dizi: Mozart in the Jungle.
Sıradan görünen bir an: Sessizliği paylaşabildiğin biriyle gün batımını seyretmek, sevdiklerime yemek yapmak.
Alışkanlık: Zeytin çekirdeklerini istisnasız dizerim.
Sofrada olsun istediğin kişiler: Jean-Luc Godard, John Berger, Deniz Kızı Eftalya, Tomris Uyar, Leonard Cohen.
Marka: Accidente con Flores.

Agnes Varda

Moda sahilinde karabataklar, Gümüşlük’te ‘Hatıran’ isimli kayıktan gelen Zeki Müren, hiç beklenmedik anda ormana düşen iki beyaz kelebek... Hikayelerimi, günün içinden çıkan tesadüflerle kurguluyorum.


MELEK ZEYNEP BULUT
Sanatçı, mimar

“Yüz binlerce yıllık aktarımın muhataplarıyız, biz insanlar. Dolayısıyla sıfırdan bir şey yaratılamaz. Ancak olan, doğru zamana boyutlardan çekilebilir. Bunun için de hayal etme ve soyut perspektif kısmı biter bitmez, rasyonel akla geçerim ben. Bir matematik problemi çözer gibi, o yaratıcılık nesnemi işlerim. Bu, onu artık gerçek anlamda ‘yaratmak’ olur. Tüm bu süreci madde ve soyutta organize edebilen kişi, benim nezdimde yaratıcıdır.”

Resim ve heykel temelli eğitiminin ardından mimarlık ve tasarım alanında lisans ve yüksek lisans eğitimlerini tamamlayan Melek Zeynep Bulut’un çalışmaları; heykel, psikoloji ve davranış bilimlerinin bir sentezi. Yapıtlarında, soyut ve somut deneyimler; heykel-mekan, mekan-içgüdüsel deneyim analizleri ile işlenir ve yapıtlarını kamusal alana bir temas nesnesi olarak yerleştirir, sahneler yaratır. Halen hem İstanbul hem de Paris’te multidisipliner bir stüdyo olarak üretimlerini sürdürüyor.

Üretirken çalışma prensibiniz nasıl? Aklınızdakileri birleştirmek ve üretime geçmek için nasıl bir yol izliyorsunuz?
Spesifik bir çalışma yöntemim yok, kendi adıma yer yer sınırlayıcı da bulurum bunu. O an önümde duran, çalıştığım konu, içinde olduğum durum her ne ise; o kendine bir yürüme yolu belirliyor. Kendimi daha çok hayal edebildiklerimi organize ederken buluyorum. Bu bazen günlerce hiç durmadan çizmeyi, bazen sabah gün doğmadan bir saat yürümeyi gerektiriyor. Bazen bir filmi tekrar izlemekten geçiyor ya da bir cümlenin peşine düşmekten ve saatlerce koltuğumda öylece uzanıp üzerine düşünmekten, kendimle istişare etmekten... Nasıl üreteceğim ve onu nasıl çalıştıracağım öngörülemez. Sanırım benim için güzelliği de burada.

Hiçbir şeyin ‘sıfır kilometre’ olamayacağına inanıyor ve sizi de özgün bir fikir türeticisi olarak görüyoruz. Peki, sizin için orijinallik ne demek?
Kendiliğine sahip çıkmak, kendi öz aktarımını filtresiz, dış uyaranlara kapılmadan yapabilmek diye düşünüyorum.

Çocuk bakışı; sonradan öğrenilen ön yargılar, değerler, toplum dinamikleri ile yetişkinliğe uyum sağlamak için feragat ettiğimiz bir bakış aslında. Bu, sizin korumayı başardığınız bir bakış açısı mı?
Yaşamın ilk dönemleri daha filtresiz, bütünle daha senkronize, enerji olarak daha kapsamlı ve açık olduğumuz dönemler. Zamanla toplum ve yaşamın kendisi gibi dinamiklerle temas ettikçe, daha rasyonel ve katı bir hale geliyoruz. Bu da bizi sınırlı varlıklar yapıyor. Halbuki çocuk filtresizliğinde kalabilmek -yer yer de olsa- bizi çok daha geniş bir bakış açısına taşıyor. Hayal gücümüzü maksimumda tutabiliyoruz. Ben de bu enerjiyi elbette korumaya çalışıyorum; ancak ‘çocuk’ sınırsızlığını yetişkin analitiğiyle birleştirmek de bambaşka bir alan açıyor, bunu da belirtmeliyim.

Bir türetici olarak Melek Zeynep Bulut’un en büyük ‘voila!’ ürünü nedir?
Her şey birbiriyle bağlantılıdır. Hepimiz birbirimizle ilgili ve birbirimizdeniz. Dolayısıyla her şey bir bütünün parçası ve bir kompozisyon çıkarmak için yalnızca biraz uzaktan bakıp, resmi görmek gerekiyor. Dolayısıyla benim parçaları birleştirme ve ‘voila!’ deme şeklim, şöyle bir-iki adım geri gitmek ve muhakeme etmek. Hemen her şey böyle gelişiyor. Açık Yapıt’ı yaparken de başka projeler ve yarışmalara hazırlanırken de önce derin bir araştırma yapıyorum, doğru ve iyi analizler, ardından eskizler; haftalar, günler alan birçok çalışma. Finale geldiğimde hiç şaşmadan şu oluyor; zaten masamın üstünde bambaşka bir zamanda yaptığım bir eskizi, çektiğim bir fotoğrafı tasarlamış oluyorum. Buna ekip olarak her seferinde hem çok şaşırıyor hem de hiç şaşırmıyoruz. Kendimin sağlamasını yapmak için işi yapmış oluyorum sanki…

Melek Zeynep Bulut’un performatif ve deneysel bir mekan kurgusu olan ‘Açık Yapıt’ eseri, bu sene Londra Tasarım Bienali’nde Türkiye’yi temsil etti.

Bir türeticinin listesi

Kitap: Sinekli Bakkal, Halide Edib Adıvar
Şehir: Paris.
İnsan: Dostum Emel.
Mimari Yapı: Klaus Chapel-Peter Zumthor.
Fikir: Merkezde kim var?
Renk: Gün doğumu sarısı, gün batımı turuncusu.
Şiir: Edip Cansever’den Kürk Tamircisi Yorgo ve Küçük Bir Olay.
Sanatçı: Maria Callas, tüm üretimlerini sıradan açıp dinliyorum.
Film: Matrix Serisi.
Sanat Eseri: Van Gogh, Buğday Tarlasında Kargalar.

Hepimiz birbirimizle ilgili ve birbirimizdeniz. Dolayısıyla her şey bir bütünün parçası ve bir kompozisyon çıkarmak için yalnızca biraz uzaktan bakıp, resmi görmek gerekiyor.
Pınar Altuğ ve Yağmur Atacan'ın kızları Su 15 yaşına girdi! Eşi ve kızlarıyla Mauritius'a giden Sinem Kobal'dan yeni kareler İşte Öyle Bir Geçer Zaman ki'nin Osman'ı Emir Berke Zincidi 90'lı yılların yakışıklısıydı... İşte Kaan Girgin'in son hali... 'Kızılcık Şerbeti'nden yeni 2. fragman: Daha önce tanışmış mıydık Demet Şener: Sevgilime gönülden bağlıyım, evlilik şart değil