Eğer yanılmıyorsam Bülent Oran’ın senaryosudur.
Bunun tersi de vardır. Gayrimeşru çocuğunu evli kız kardeşine verip sonra pişman olan kadın bir gün teyze olarak geri gelir ve çocuğu sahiplenmeye kalkışır.
Aslında bizim ‘eski Türk filmi’ teması olarak adlandırdığımız durum çok daha eski
Fransız romanlarından alınmadır.
Geçmişte doğum kontrolü veya DNA gibi şeyler pek olmadığından fazlasıyla yaşanan bu gibi durumları anlatan pek çok roman vardır.
Gayrimeşru bir ilişkiden doğan çocuk ebeler aracılığıyla çocuk sahibi olamayan birilerine verilir. Yıllar sonra çocuk durumu birilerinden öğrenir, bunalıma girer. Yıllar sonra anne pişman olup çocuğunu geri almaya kalkışır.
Hikaye çok daha ilginç sonuçlara gebedir aslında.
Örneğin, gerçek anne babasını bilmeyen çocuk büyüdüğünde bir rastlantıyla kendi öz kardeşiyle tanışıp ona aşık olabilir.
Bugün bile dizilerimizde izlediğimiz temalar değil mi?
Son yıllarda ilginç bir biçimde televizyonlarda her gün bu konuyu izliyoruz. Yalnızca kurgulanmış dizilerde değil, reality show’larda da…
Hatta artık iş o hale geldi ki, çok ünlü isimlerin, starların çocukları olduğunu iddia edenler ekranlarda yerini almaya başladı.
Kim kimin çocuğu belli değil.
Fransız sinemasının dünya çapındaki oyuncusu Alain Delon yıllar önce Paris Match’a bir röportaj vermişti. Sanıyorum o sıralarda 70 yaşlarındaydı.
Delon’un annesi bir çamaşırcı.
Alain doğduğu zaman ona bakacak imkanları olmadığından onu iyi halli bir aileye evlatlık veriyor.
Alain Delon aslında o ailede gayet iyi bir hayat sürüyor. Ama sonra annesinin bir başkası olduğunu öğreniyor.
Röportaj yapıldığı sırada birkaç yıl önce annesi ölüm döşeğinde, oğlunu görmek istiyor. Alain Delon yanına gidiyor ve ölmek üzere olan öz annesine onu asla affetmeyeceğini söylüyor.
Doğrusu bu röportajı okurken tüylerim diken diken olmuştu.
Dünyanın en ünlü, en şanslı insanlarından biri ölürken bile annesini affetmiyordu. Oysa belki de bu şansa sahip olmasının nedeni annesiydi. Onu evlatlık vermese bütün bu imkanlara sahip olamayacak belki de küçük bir mahallede sefil bir hayat sürecekti.
Ama Alain Delon, kendisini çok daha iyi imkanları olan insanlara veren annesini ölürken bile affetmemişti.
Dünyada bir erkeğin ancak rüyasını görebileceği bir hayata sahip olan birinin çaresizlik nedeniyle kendisini evlatlık veren annesini ölüm döşeğinde kendisine yalvarırken affetmemesi belki de böyle bir travmayı yaşamamış insanların anlaması mümkün olmayan bir ruh hali…
Yıllar önce bir kız tanımıştım. Çok zengin bir ailede büyümüş, çok iyi okullarda okuyan bir kızdı.
Anne ve babası cemaatte tanınan isimlerdi.
Bir gün okulda çocuğun biri ona gerçek babasının aslında bir katil olduğunu, hapiste öldüğünü söylüyor. Kız eve gelip anne baba olarak tanıdığı insanlara bunu anlatıyor. Onlar da gerçeği söylemek zorunda kalıyorlar.
Evet böyle bir aileden onu evlatlık almışlar ama başka bir şehirden aldıkları ve bütün senaryoyu gayet iyi kurguladıkları için herkesten yıllarca gizlemeyi başarmışlar.
Kız bunu öğrendiğinde 16 yaşlarındaydı.
Okulunda çok iyi bir öğrenci, çevresinde çok sevilen, beğenilen popüler bir kızdı. Bunu öğrendikten sonra annesini aradı ama anne de ölmüştü.
Kendisini yetiştiren anne babaya kızdı. Baba bu olaydan bir yıl sonra öldü.
Kız uyuşturucu müptelası oldu.
Onu yetiştiren anne yıllarca kızı toparlamak için uğraştı ama başaramadı. Sonunda kız bir gün fazla dozdan öldü. Kadıncağız bu olaydan sonra aklını kaçırdı.
Ama garip olan, geçen yüzyıldan kalma bu çok satan roman konusunun ve yıllar öncesinde kalmış Yeşilçam klişesinin birdenbire hayatımızın ortasına oturuvermesi…Hem dizilerde hem sabah programlarında herkesin annesini, babasını aramaya başlaması…
Sabah programlarında herkes DNA testi istiyor, şu benim annem, bu benim babam diye iddialarda bulunuyor, tanıklar çıkıyor, kavga kıyamet kopuyor.
Türkiye’nin her yerinden insanlar telefona bağlanıp bildiklerini anlatıyor.
Yabancı biri gelip bir iki hafta televizyonları izlese Türkiye’de en büyük sorunun bu olduğunu düşünür.
Ne oldu da birdenbire 40 yıl önceki Türk filmlerine, Yeşilçam senaryolarına döndük?Bülent Oran’a, Safa Önal’a, yani Yeşilçam filmlerinin neredeyse yarısını yazan senaryoculara haksızlık mı yaptık yoksa bu klişeleri yazıp durdular diye?
Yoksa bunların hepsi gerçek miydi?
Bu yılın cümlesi Safa Önal ve Bülent Oran’a ithaf olsun o zaman: “Sizi çok sevdim amca, size baba diyebilir miyim?”