Alkolle aram hiç iyi olmadı.
Üniversite yıllarında herkes bira içerken adını Chumbawamba grubunun Tubthumping şarkısında duyduğum cider’ın aşığıydım.
Biri “kırmızı mı, beyaz mı?” diye sorduğunda cevabım genelde “fark etmez” oluyordu. Şaraba bu kadar duyarsızdım!
Lakin zamanla fark etmeye başladı. Damağım eğitiliyordu, bir süre sonra beyaz demeye başladım, sonra da markaları ve üzümleri öğrenmeye...
Birçok arkadaşımın sünger gibi biraları içine çekebilirken benim rekorum 2,5 –o da Arjantin değil tabii- bardakla sınırlıydı.
Peki benim sorunum neydi?
Kafaya dikmekten, deli gibi içmekten, sarhoş olmaktan hoşlanmıyordum.
Alkol sadece dost sohbetleriyle güzeldi. Gazeteciler arasında yaygınlaşan meyhane kültürünün bir parçası olamamaktan hep hicap duydum. Ne zaman kafalar dumanlansa masadan kalktım, gongu vuran Sindirella misali eve döndüm.
Hep o masalarda onlar kadar uzun vakitler geçirebilmeyi dileyerek…
O kadar “içememek” benim için yenilgi gibiydi, sanki şarttı da ben bir türlü yapamıyordum.
Bu o kadar içime oturdu ki gidip Gusto’nun şarap eğitimlerine katıldım ve içkinin hiç bilmediğim, görmediğim bir yönü ile tanıştım. İçmek aslında sadece sarhoş olmak değildi, ardında muhteşem bir dünya gizliydi.
Ahmet Örs, Mehmet Yalçın, Teoman Hünal, Figen Batur, Yurtsan Atakan, Osman Serim gibi gurmelerle yemek yeme şansını yakaladım.
Yapılan sohbetler kadar içkiyle yaşanan o sınırlı ilişki beni büyüledi. Aslında hatalı olmadığımı, tam da durmam gereken doğru yerde durduğumu anladım.
Deli gibi içmek gerekmiyordu, önemli olan doğru yemekle, doğru içkinin eşleşmesiydi. Bazen birayla, bazen şarapla, bazen şampanyayla… Asıl olan keyif almak, Ahmet Örs’ün deyimiyle “damağı şenlendirmek”ti. Osman Serim’in eşi Fransızdı ve şöyle diyordu Serim, “Eşim bir kitabı eline aldığında, yanına bizim gibi çay, kahve almıyor. Bir şarap açıyor ve yavaşça yudumlayarak tadını çıkarıyor. Günde bir-iki bardak içiyor, sadece keyif için…”
Çay, kahve, kola gibi içecekler rutin bir tada sahipken ve içinde ‘sürpriz’ barındırmazken şarap her defasında farklı bir tat vaat ediyor. Geldiği toprağın mineralini de, üzümün o yılki kalitesini de, o yılın güneşini de yansıtıyor tadına… Nasıl ki bir nehirde iki kere yıkanılamazsa, şarapta aynı tadı yakalamak da öylesine mümkün olmuyor. Yaşamın sadece tek bir anına özel bu içki böylelikle, içine girdiği her anıyı özel kılıyor.
İlk aşık olduğum şarabı hatırlıyorum. Yeğenim ve dostlarımız akşam yemeğine gelmişlerdi ve biri Şili’den mi, California’dan mı geldiğini hatırlamadığım Julio isminde bir beyaz şarap getirmişti. İlk yudumu aldığımda yaşadığım şaşkınlık ve haz duygusu dün gibi aklımda. O güne kadar hiç bu kadar yağlı, dolgun ve kıvamlı bir beyaz yudumlamamıştım. Bizim şaraplarımıza kesinlikle benzemiyordu. Etiketine uzun uzun bakmış, bir kez daha bulabilmek umuduyla beynime kazımıştım. Ne yazık ki bir daha hiç karşıma çıkmadı, benim için o gece ve o şarap sohbeti unutulmaz bir anıya dönüşmüştü.
Başbakanın “tıksırana kadar içiyorlar” dediğinde elbette başka pencerelerden hayata bakıyor olmasının, o muhteşem reddedişi iliklerimize kadar hissettik. “Tek bardak içen de alkoliktir” dediğinde buz kestik.
Bu kültüre, bu ön yargı ile bakılmasını hiçbir zaman anlamlandıramayacağım sanırım. Damağı farklı lezzetler için eğitmenin, küçük yudumlardan haz almanın, onun nüansları ile zenginleşmenin tadını asla bilemeyecek ve anlamayacak olmasına üzüldüm.
En çok da anlamadığı gibi, bunun başkalarına anlatılmasına bile karşı çıkmasına…
Hem de kanunla!
Hele de butik Türk şarapçılığı bu kadar ciddi bir atılım içindeyken…