Birçoğunun kendini cuma neşesinin akışına samimiyetle kaptırdığı, kiminin ise sahte sırıtışlı selfie’lerden sonra dudak kenarlarını yerçekimine teslim ettiği bir akşamda gittiğimiz mekanda, yan masamda oturuyordun.
Yerime oturur oturmaz enerji alanına girdim senin. Maalesef böyle bir huyum var ki zaman zaman bulunduğum masadan koparıyor beni.
Yalnız başına oturuyordun, huzursuzdun. Rahatmış gibi etrafına bakıyor, göz ucuyla tedirgin telefonunu kontrol ediyordun.
Ters ters baktın bana bir ara… Belki farkında bile değildin, belki de gerçekten rahatsız oldun, tedinginlik içinde beklediğin adamın hizasında oturan bir kadın olduğum için.
Sonra şu an tedirginlikle beklenmekte olan, daha önce ise hakkında kız arkadaşlarla defalarca konuşulan, olmayacağını bile bile -bu yaştan sonra evde kalmış olmamak için- evlilik hayalleri kurulan, her haline katlanılan, çok kızılan ama çok seviyorum sanılan geldi. Adam mı, kurtarıcı mı, prens mi, kötünün iyisi mi, iyinin kötüsü mü, ceza mı, ödül mü, dost mu, düşman mı, hiç bilmeyeceğim diğer oyuncu…
Olduğu gibi, net, biraz kaba ama nasılsa öyle, ben böyleyim dercesine… Yapmacıksız… Oturdu masaya…
Ve oyun başladı.
Senin kadın oyunların...
Önce 10 yaşındaki bir kız çocuğu gibi neşeliydin. O kadar çok gülümsüyordun ki “Kapat artık şu ağzını, ne gerek var?” diyecek oldum sana.
O yapmacık neşe, bir süre sonra yerini buruk bir gülümsemeye bıraktı. Erkeğinin bir sorunu vardı, yine gereğinden fazla bir ilgi ile dinledin onu, yanında olduğunu söyledin.
Tüm sohbetinizi dinledim sanma… Ama önemli kavşaklarda çektin aldın benim dikkatimi, elimde değildi.
Huyumu bilen kocam arada “Masaya dönsen mi artık?” dedi. Döndüm.
Ama bir süre sonra yine “Bana bak” dedin sanki. Baktım. Masanın altından hediye paketini çıkardın kıkırdayarak ve ona verdin. Doğum günüymüş.
Açtı, beğendi, denedi hatta.
“Kaç para verdin buna?” dedi.
“Boş ver” dedin, “N’apacaksın?”
Ama benim uzaklaştığım bir anda fiyatı söylemiş olmalısın. O tekrar ederken duydum, cidden pahalıymış hediye.
“Ne gerek vardı?” dedi.
Sen, “Senin için değer” dedin. İnanmadan… O kadar belliydi ki… “Kaç takside böldürdü acaba?” diye düşünmeden edemedim.
Bir sonraki bakışımda o tuvalete gitmek için masadan kalktı, sen gülümseyerek bakıyordun. O görüş alanından çıktığı anda yüzün öyle bir asıldı ki böyle bir yüz asmanın altını ancak bir kadın okuyabilirdi.
Senaryon hazırdı, bir sonraki sahnede biliyordum kavga edeceğinizi.
Şaşırtmadın beni.
Fitili nerede ateşledin bilmiyorum ama duyduğum bir sonraki cümle,
“Öyle salağım ki sana bu kadar pahalı bir hediye aldım” oldu.
“Sana değer”den, “Sana değmez”e geçmen 15 dakika bile sürmemişti.
Zaman zaman sen, “Yemek ne güzel değil mi, burası keyifli değil mi?” derken o yemeği beğenmedi ve ortamı çok gürültülü buldu. Net bir şekilde ifade etti bunları.
Sen gerçekten sevmiş miydin yoksa numara mı yapıyordun? Ben numara olduğunu düşündüm.
Çünkü sen aslında bırak o geceden, o günden, o haftadan, o aydan, o yıldan, o bedenden, o geçmişten, o muhtemel gelecekten, o hayattan o kadar mutsuzdun ki…
Ama sen aynı zamanda o kadar değerli, o kadar güzel, o kadar iyi niyetli, o kadar sevilesi, o kadar naiftin ki..
Atışmadan sonra hızlıca kalktınız.
Arkandan koşup, “Seni anlıyorum, bir saattir oynadığın senaryoyu anlıyorum, defalarca oynadığımız bu oyunların hepsini tanıyorum. Bana ters ters bakma, seni en iyi ben anlıyorum. Senin rakibin, düşmanın değil, kız arkadaşınım, kız kardeşinim” demek istedim.
Ve eklemek:
“Kendini sevmek için bu adamın seni sevmesine ihtiyacın yok. Onun seni el üstünde tutmasına, -mış gibi yapmasına, bir cuma akşamı seninle yemeğe çıkmasına, arada bir seninle sevişip sana hala sevişilebilir olduğunu hatırlatmasına gerek yok.”
“Sen kimsin ki bütün gece beni dinleyip üstüne üstlük beni yargılıyorsun?” derdin belki bana. Haklı da olurdun.
Şöyle derdim o zaman:
“Ben… Bu dünyaya ve bu ülkeye bir kız çocuğu olarak doğmuş, yetişkin bir kadın olmuş, seninle aynı yollardan geçmiş, aynı bilinçaltı kodlamalarına maruz kalmış, illa ki bir erkek ile tam olacağına inandırılmış, hep beklentilere girmiş ve beklentileri karşılanmayınca yüzünü olanca gücüyle asmış, cumalara, cumartesilere umut bağlamış, harika olması gerektiğine inandığı gecelerini hüsranla bitirmiş, bir türlü akışta olamamış, hep bir sonrakini planlamış, sadakatsizlikten ölesiye korkmuş, kendindeki eksiklerin tam hallerini gördüğü kadınları kıskanmış, korkmuş, endişe etmiş, bir ileri iki geri oyunlarından medet ummuş nice kadından biri…”
“Peki şimdi neredesin de bana akıl öğretiyorsun?” derdin bana belki de…
Nerede olacağım, bir yola çıktım yürüyorum, yürüdüğüm kadarını sana anlatıyorum, gel bundan sonrasını beraber gidelim…
Önce “ol”alım, sonra her şey kolaylıkla “olur”.
Demedim…
Çünkü sen bana bir şey sormadın. Yol senin yolundu. Yürüyecektin, deneyimleyecektin, belki de hayatının sonuna kadar sevilmek isteyecektin, kendini sevmeden önce. Üstüme vazife değildi.
Güzel niyetlerimi yolladım sadece kalbine.
Yolun da kalbin de açık olsun diye…
ycetinkaya@doganburda.com