Avrupalı İstanbul: Atina
Suyun öbür yakası…
Deniz Çakmakcı
Konuştuğum hemen hemen her Yunan’ın bir Türkiye anısı, bildiği Türkçe bir kelimesi, bir şarkısı olan portakal ağaçlı şehir.
Atina’yı kaldırımlarında dallarından portakalların sarktığı ağaçlarla kodladım ben zihnimde. Yaşadığı devasa krize rağmen, keyfinden taviz vermeyen, yaşamı ıskalamayan, dertlere rağmen hayatın tadını bir kenarından çıkarmaya çalışan insanların şehri.
Minik tavernalarda yemek yerken, çıplak sesle şarkılar söyleyen, dans eden, gençten yaşlıya hep birlikte eğlenen, gülen yüzlü insanların şehri.
Yatırımını fiyakalı binalara değil, insanına yapmış şehir.
Bir yarısı gri binalar, karmaşa ve koşturmacayken diğer yarısı masal alemi gibi olan şehir.
Gökdelensiz şehir.
Duvarların isyan ettiği semt: Exarchia
Buraya “anarşistler semti” diyorlar. Üniversite öğrencilerinin vakitlerini geçirdikleri bu semt, sokak gösterilerine, isyanlara ev sahipliği yapıyor. Duvarlar muhteşem graffitilerle dolu. Boş duvar yok. Duvarlar isyan ediyor, anıyor, özlüyor. Berkin Elvan’ı da hatırlıyor, faşizme karşı da çıkıyor duvarlarında bağıra bağıra.
Fiyatlar bu semtte uygun çünkü turistik değil. Yemeğe oturduk, garson kız “kalimera” deyip shot bardağında “raki” getirdi masaya. Hoopp sabah sabah diktik kafaya sek sek “raki”yi. Sonra çoğu tanıdık, (cacıki, moussaka, dolmades, kalamaraki, homus, boureki, kadaifi, baklava…) cidden güzel yemekler yedik. Ve duvarlara baka baka dolaşmaya devam ettik. Semt doğal bir sergi alanı. Bir numaraya bu semti oturttum Atina’da…
Küçük masal diyarı: Plaka
Cumbalı, minik evler, tavernalar, merdivenler, salkım salkım çiçekler, rengarenk duvarlar, uzun ince sokakları var. Canlı müzik eşliğinde enfes akşam yemekleri yiyebilirsiniz. (Anladığınız üzere, tüm varım yoğum yemek!)
Bunlardan biri: O Geros tou moria. Burada tam anlamıyla bir Atina akşamı geçirebilirsiniz. Yine leziz mezeler ve balık, mis gibi ev yapımı kırmızı şarap, mest eden canlı müzik… Bunların yanı sıra Türk olduğumuzu öğrendiklerinde gösterdikleri dostluk, misafirperverlik inanılmazdı. Gerçi Atina’nın her yerinde aynı ilgi ve sevgi ile karşılandık. Burada yaşı yetmişlerinde bir beyefendi bizim Türk olduğumuzu öğrenince yerinden kalkıp gözleri dolu dolu bize bir şarkı söyledi. Şarkı sonrası konuştuğumuzda ise babasının Konstantinopoli’den olduğunu öğrendik. Yani İstanbulluymuş aslında. Herkesin ardında bıraktığı bir hikaye var. Bazıları daha fazla dokunaklı.
Arka masamızdaki orta yaşlarının üstünde bir çift, ara ara bizleri de kaldırarak dans ettiler bütün akşam. Tanımadığımız onlarca insanla karşılıklı oynadık, sirtaki yapmaya çalıştık. Bildikleri tüm Türkçe şarkıları söylediler sahnedeki müzisyenler. Çok sıcak, tanıdık, bizden bir geceydi. Çok da eğlenceli…
Ayrıca fiyatların oldukça makul olduğunu söylemeliyim (gerçi Euro’nun vardığı son durumdan sonra en makulu bile bize ne olsa pahalı artık!)
Huzurun diğer adı: Mikromilano
Atina’ya giderseniz Pire’ye bir gün ayırmadan lütfen dönmeyin. Pire de değil aslında, asıl hedef Mikromilano. Huzur fışkıran bir sahil kasabası. Minik tekneler, sandallar ile burası mini bir liman. Sahil boyunca küçük restoranlar dizilmiş. Sakin, kendi halinde, Ege’de bir sahil havasında, balkonlarından ağaçların fışkırdığı bir semt. İnsanın yüzünü güldüren, her şeyi unutturan bir tadı var.
Yannis Chytiroiglu/Flaneur Souvenirs:
Flaneur, Plaka semtinde özel bir hediye dükkanı. Öyle turistik hediyelikçilerden değil, tasarım ürünler var. Alışverişimizi yaptık ve sahibi Yannis ile uzun uzun sohbet ettik. Bu yazıda olmasının nedeni de bu sohbet. Yannis’in büyükbabası Kayserili, babaannesi ie Antalyalı. Büyükbaba, babaaneyi “Bekledim de gelmedin”i söyleyerek tavlamış zamanında. Yannis’in soyadına dikkatli baktığınızda onun da bizden olduğunu anlıyorsunuz: Chytiroiglu yani Çıtıroğlu. Kendisi de bunu benim soyadım Çitiroglu diye mutlulukla söylüyor zaten.
Kim Kardashian’ın da büyük dedesinin ailesi Kars’tan, babaannesinin ailesi ise Erzurum’dan 1913’te göç etmişler. Soyadları da Kardeşyan aslında. Ne güzel olurdu Yannis’in ailesi de Kim’inkiler de hala bizim topraklarımızda yaşasalardı, tüm halklar mutlu mutlu yaşamaya devam etseydik, değil mi? Gerçi o zaman da dünya Kim Kardashian ve tüm ailesinden mahrum kalırdı!!! O da bir paradoks tabi.
Saat başı ritüeli: Asker değişim töreni
Syntgma Meydanı’na Atina’nın Taksim meydanı diyebiliriz.
Ya da eski Taksim meydanı. Zira bizim Taksim meydanının “Taksim meydanı” olduğu günler sadece hatıralarda yaşıyor artık.
Eskiden kraliyet sarayı olan parlamento binası bu meydanın başında tüm heybeti ile yer alıyor. Parlamentoyu koruyan askerlerin nöbet değişim töreni ise enfes. Kırmızı ponponlu ayakkabıları ile askerlerin yer değişmi caddenin başından bir bandonun gelişi ile başlayarak, çok ağır hareketler ve büyük bir senkronizayon ile devam ediyor. Yarım saat sürüyor ve her saat başı tekrar ediliyor.
Biz bir kere izliyoruz güzel de yapana sormak lazım bir de. Cidden zorlu iş. Hem güç hem sabır istiyor. Bir adımı on saniyede atıyorlar. Benim bu tezcanlılıkla yapmam mümkün değil. Hem de günde 8-10 kez. Pehh… Kazancı iyi olsa bari!!!
Notlar… Notlar…
· Atina’nın nüfusu dört milyon. Yani İstanbul’un dörtte biri. Güzel bina neredeyse yok. Çoğunluğu gri bir şehir. Şehre değil, hayatı algılayış ve yaşayış biçimlerine hayran kalıyorsunuz.
· Kusura bakmasınlar ama bizim Efes onların Akropolis’ine beş basar. Ama tabi burada da maalesef ki tarihe ve kültüre verilen değerde ne kadar zayıf durumda olduğumuzu bir kez daha anlıyoruz. Bir Akropolis tüm dünyada biliniyor, insanlar akın akın görmeye geliyor. Biz niye tarihimizin zenginliği söz konusu olduğunda üç maymunu oynuyoruz anlamak mümkün değil…
· Her yeri yürüyerek gezilebilen şehirlere bayılıyorum. Atina da bunlardan biri. Diğer yandan taksi fiyatları makul. Metro, troleybus, otobüs de var. Biz çoğunlukla yürümeyi, yoruldukça da üç kişi olduğumuzdan taksiyi tercih ettik.
· Türkiye’den Yunanistan’a gideceğiniz zaman online check-in yapamıyorsunuz. Pasaportunuzda Kıbrıs girişi olup olmadığını görmeleri gerektiği gibi bir uyarıyla karşılaşıyorsunuz!!! Yani o check-in sırasına girmek durumundasınız. Kıbrıs’a giderseniz de pasaportunuza işletmeyin, paşa paşa kimliğinizle gidin gelin derim.
· İstanbul için de bu kadar güler yüzün, anlayışın, medeniyetin her yerinden fışkırdığı günler hayal ediyorum. Zira İstanbul on sekiz tane falan Atina çıkartır cebinden aslında. Ama işte…
Güzel bir şey söyledikten sonra en fenası nedir biliyor musunuz? Devamında “ama” ile başlayan bir cümle kurmak… Kalp kırar, kafa kurcalar, tüm güzelliği örter.
· Kahve her yerde. Çay ise yok. Bizlerle benzemeyen tek yanları bu. Demlenmiş mis gibi çaya hasret kalıyorsunuz. Sallama çay da kesmiyor tabi. Atina’da yatırım yapmak isteyen biri çay bahçesi açsın. Ciddi öneridir! Çay-simit satsın, çayiki-simitaki diye yürür gider.
Son olarak…
Atina’da o kadar bizden ki her şey. Çok ait hissediyorsun. Fazlasıyla yabancılaştığım tek nokta hiçbir şeyi okuyamamak oldu. Sudan çıkmış balık gibi oluyor insan, çok enteresan bir duygu. Hiçbir harf latin alfabesine benzemiyor. Hani İngilizce’niz varsa bazı dillerdeki bazı kelimeleri anlarsınız ya, benziyordur. Yok arkadaş Atina’da boş boş bakıyorsun etrafa.
Uzaylı hissiyatı uyanıyor insanın içinde bu anlamda.
Ama başka her şeyleriyle de o kadar bizden ki herkes. Fazlasıyla ait de hissediyorsunuz diğer taraftan.
Bu ikilemde ise söylenecek tek bir cümle kalıyor:
MERHABA DÜNYALI BİZ FENA HALDE DOSTUZ
Sevgiler,
Deniz Çakmakcı