Hayatta yer tutmak önemli tabii

Yer tutmak!

Kürşat Başar

Kürşat Başar


Hayatta yer tutmak önemli tabii

Bu yıl konserler nedeniyle epeyce tatil yeri dolaştım. Yazın yerimde duramadım desem yalan olmaz. Benim gibi seyahat sevmeyip, tatil deyince asabı bozulan bir insan için olağanüstü bir durum. Tabii gidince de gözlem yapmadan duramıyor insan. Ne de olsa işimiz bu. Baktım yıllardır değişmeyen alışkanlıklarımız aynen devam ediyor. Bizde ‘yer tutma’ diye bir hadise var. En lüks, havalı butik otele de gitseniz, en büyük tatil köyüne de gitseniz, şezlong tutmak diye bir durum var örneğin. Sabahın körü, çoluk çocuk gönderilip şezlonga bir havlu atılıyor. Nedense hepimiz en iyi yeri seçmek derdindeyiz. Dümdüz kumsalın neresi iyiyse artık. Kimine göre iskeleye yakın olacak, kimine göre sakin bir köşe olacak, kimine göre ağaç altı olacak. Bunun için çalışanlara rüşvet veren bile gördüm. Havuz desen o da öyle… Herkesin kendine göre beğendiği bir yer var. Oradan havuza giremezse mutsuz oluyor.

Her gün tatil boyunca aynı şezlongu kapatmaya çalışanlar az değil. Bir keresinde şu ünlü Maça Kızı otele gitmiştim. Bazı hanımların köşedeki şezlong için birbirini yediğini gördüm. Önce tam anlamadım. Sonra durum ortaya çıktı ki, o köşe, denizden gelen paparazilerin en rahat çekebildiği yermiş. Durumu anlayan işletmeciler beach’lerde gazebo denilen püsküllü veya tüllü birtakım kulübe kılıklı yerler yapmış. Bunlara millet dünyanın parasını veriyor. O kadar parayı versem iki kapı, pencere taktırıp otel yerine orada kalırım ben. Ama adamlar çaresiz. Kadın beach’e gelince suratını asıp, “Aşk olsun Mahmut, gazebo kalmamış, şurada kumların üzerinde mi oturacağız? Bari halk plajına gitseydik!” derse yandı. 

Aynı şey lokantalar için de geçerli. Bizim hanımlar bir lokantaya girince en iyi masayı ister. Annem de dahil. Başka ülkede lokantaya gittin mi, istersen önceden yer ayır, kapıdaki adam nereye oturtuyorsa kuzu kuzu oraya oturursun. Bizde öyle bir şey yok. Çay bahçesi de olsa, lüks lokanta da olsa herkes en iyi, en ön masayı istiyor. Olmazsa bozuluyor. Bu yüzden tanıdığım pek çok adam rezervasyon uzmanı olmuş durumda. Herkes gittiği yerin çalışanlarıyla iyi geçinmeye çalışıyor ki geldiği zaman iyi karşılansın, güzel yere otursun. Arkalara kalırsa havası sönecek diye panikte. Garsonlar filan da biliyor bu durumu. “Sizi şöyle alıyorum ama ön masa kalkıyor, hemen değiştireceğiz” diyerek oturtuyor. O masadakilerin artık kahvesi, çayı boğazına diziliyor. Belli ki arkadan kötü kötü bakanlar var. Açık büfelerde bile kendine yer yapan, daha büfe açılmadan gidip masaya yerleşip bekleyenler az değil. 

Konserlerde, kulüplerde çalarken de durum aynı. Hele tanıdıklar gelirse o gece strese giriyoruz. En iyi yeri veremezsen millet alınıyor. Konserde bile üç sıra geride oturdu diye kalkıp giden var. İşletmeciler bu durumdan epey şikayet ediyor. Ben de, “En iyisi sahneyi ortaya yapın, herkes önde oturmuş izlenimine kapılır” diyorum. Uçaklara online check in yaptırmaya çalışıyorum, bir türlü başaramıyorum. Uçakta öne oturmak da önemli anlaşılan. Ben 24 saat kala girip koltuğa baktığımda uçağın yarısı çoktan dolmuş oluyor. Bir türlü denk getirip daha önden yer alamıyorum. Bu derece bir yer sevdası var. Millet yemeyip içmeyip önce yerini garantiliyor. Uçaklarda örneğin 5A diye başlayıp Z’ye kadar gitseler daha iyi olur. Hiç değilse herkes psikolojik olarak rahatlar. Hele uçaklarda bir bavul yerleştirme olayı var ki, o beni bitiriyor. Bir saatlik yolculuğa çıkmamış da, yeni eve taşınmış, gardırobu düzenliyor adeta. Bir titizlik, bir düzen…. İki geceliğine otele giden 3-5 arkadaş, herkes birbirinin odasına bakıyor. “Aa, bak Ahmetlerin oda daha büyükmüş…” “Deniz görüyor dediniz ama köşeden zor görünüyor, değiştirelim lütfen bu odayı…” Sanırsın geri kalan hayatını odada geçirecek. Bir keresinde bir gazetede bana en büyük, en köşe odayı vermişler. Vallahi haberim bile yok. Bütün yazar arkadaşlar gelip bakıyor, “Vay vay vay, en güzel odayı kapmışsın” diye söyleniyorlar. Bir zaman sonra artık evden yazmaya karar verdim ama odayı tutuyorlar. “Başkasına verin” diyorum, “Yok dursun, belki gelirsiniz” diyorlar. Herkesin gözü odada… Neyse ki sonunda ünlü bir yazar transfer oldu da odayı ona verip nazardan kurtuldum. Bir yandan da hoşuma gidiyor bu halimiz. Ne de olsa var olanla yetinmeyen bir durumuz var. Hep daha iyisini istiyoruz. Bu pencereden bakınca olumlu bir şey gibi görünüyor. Ama öte yandan, hayatta gerçekte durduğumuz yerle bu kadar ilgileniyor muyuz, işte onu bilemiyorum.