Makaslı öğretmenler, baltalı çocuklar, bakkal amca
Bizim kuşak biraz garip büyüdü.
Kürşat Başar
Bir kere, her yaramazlıkta çekilmekten kulağı biçim değiştiren kuşaktık. Okula giderken ağlayan çocuklar kuşağıydık. Nasıl ağlamazsın? Düşün ki annen-baban, öğretmen diye hiç hayatında görmediğin birine(daha garibi onların da ilk kez gördüğü birine) ‘eti senin kemiği benim’ diye emanet ediyordu. Öküz bile kasaba yavrusunu böyle içten bir istekle vermez. Sonra ‘tek ayak üstünde durma’ cezası vardı. Bu nedenle hayatının sonraki dönemlerinde dengesiz bir yaşam süren arkadaşlarım var. Müzik dersi dediğin okulda keyifli zaman geçireceğin bir ders diye düşünülür değil mi? Herhalde her okula gelen çocuğun aynı zamanda müzisyen olacağına inanmıyoruz. Ama bizim müzik öğretmenleri buna inanır gibiydi. Matematik, fen derslerini aslanlar gibi geçip müzikten kalan vardı. İlle o blok flüt denilen garip aleti çalacaksın. Hepimiz elimizde plastik uyduruk flütler, sanki çok kolay bir şeymiş gibi üfleyip duruyoruz. Tabii ki kimse doğru dürüst çalamıyor, berbat sesler çıkıyor. Yıllardır saksafon çalıyorum bugün bile o blok flüt denilen şeyi çalamam. Bence çocukların müzikten nefret etmesinin en önemli nedenlerinden biri bu alettir. O da yetmez, korolar kurulur. Koroda şarkı söylemek öyle haftada bir saatlik müzik dersinde olacak şey değil. Ama inatla kanonlar yaptırılır. Senkoplu, garip garip şarkılar seçilip söyletilir. Örnek mi istiyorsunuz: “Baltalar elimizde, uzun ip belimizde biz gideriz ormana hey ormana…” Neresinden tutsam bilemiyorum. Küçücük çocuklar niye elinde baltayla ormana gidiyor? Ağaç mı kesecekler? Çocukken de meraklıydım ve bu yüzden başıma gelmeyen kalmadı. Üşenmeyip sormuştum bu şarkının anlamı ne diye? Müzik öğretmenimiz beni şöyle tepeden tırnağa bir süzdü (tabii o yaşta tepeden tırnağa süzülmem kısa sürüyor) ‘seni bilmiş’ der gibi. Sonra da açıklamasını yaptı. Bu şarkı, çocuklarda orman ve ağaç sevgisini güçlendiriyormuş. Balta sevgisini değil yani… Anlamış olduk!
Sonra ‘misafire çıkma’ olayımız vardı. Kim gelirse gelsin çocuklar da hazırlanır ve gelip büyük adam havasında misafirlerin yanına otururdu. Tabii misafirler de ne yapsın, katiyen ilgilenmeseler bile mecburen birtakım sorular sorup bizimle iletişim kurmaya çalışırlardı. ‘Ee büyüyünce ne olacaksın bakalım?’ sorusu bu soruların en başta geleniydi. ‘Türkiye gibi memlekette 20 yıl sonra ne olacağımı bilsem herhalde burada sizinle oturmam’ diye mi cevap verirsiniz, ‘sen biliyordun da ola ola bu oldun herhalde’ mi, dersiniz… Ve tabii bütün mahallenin üstüne vazifeymiş gibi size karışması olayı vardı. Artık bakkalı, kasabı, kapıcısı, berberi, kim varsa size karışma hakkını görürdü kendinde. Bakkal amca diye bir olay vardı hayatımızda. Kaç yaşında olursa olsun onun adı bakkal amcaydı. Çocuklar bir tür çırak gibi kullanıldığından, günde en az 5-6 kere bakkala gider gelirdik. Bir kere de tam liste yapılmaz. Ya salça unutulur ya karabiber ya maydanoz. Bakkal amca da havaya girmiş, gerçek amcanızmış gibi her şeyinize karışır, olur olmaz sorular sorardı.
Berber dedim de üstüme ter bastı. Berberler bizim dönemimizde erkek çocukların kabusuydu. Tıpkı anne babalar ve öğretmenler gibi hepsi uzun saç düşmanıydı. Sen ne dersen de, o bildiği gibi keserdi saçı. Genelde neredeyse dazlağa yakın alabros denilen bir saç kesimi vardı. Hadi berberi anlıyorum, saç kesecek ki para kazansın… Peki ya öğretmenler? Elinde makasla gelip saç kesmeye kalkışan öğretmenler vardı. Berber misin sen? Hayalin buysa ne diye öğretmen oldun? Dersten berbere gönderilenler çoktu. Üstelik öyle dersten gönderilirseniz ‘eşek traşı’ denilen bir traş yapılırdı ki hapisten yeni çıkmış gibi gezerdiniz iki hafta. Favori uzun olacak mı olmayacak mı diye günlerce strese girdiğimiz bir çocukluk yaşadık biz yahu. Kulağımızın üstündeki saçı arkasına yerleştirmek için neler çektik… Sırf öğretmenler mi? Bizim dönemimizde bu erkek çocukların saçı sahiden meseleydi. Gelen giden akraba, tanıdık, komşu kim varsa bu saça karışırdı. ‘Ooo, küçük bey maşallah papaza dönmüşsün’ dediler mi yandınız. Hele o bilmiş
komşu teyzeler… ‘Çocuğum şu saçlarını kestir de güzel yüzün ortaya çıksın’ şeklinde konuya giriverirlerdi.
Kız arkadaşlarımız için de durum çok farklı sayılmazdı tabii. Onların da küpesi çekilip kulağı yırtılma travmasıyla yıllar geçirdiğini söylesem yalan olmaz. Bazı ‘Deli Nermin’, ‘Çatlak Nezahat’ gibi öğretmenler vardı ki, bunlar kendi verdikleri dersle uğraşmaktan çok, kapıda durup SS subayı gibi kızların saçı toplu mu, küpe, bilezik takmış mı, çorapları uygun mu, etek boyu nerede gibi konularla meşgul olurlardı. Matt Groening’in (sonradan Simpsons çizgi filmiyle çok ünlü olan karikatürist) ‘School is Hell’ (Okul Cehennemdir) diye bir karikatür kitabı vardı. İşte bizim durumumuz orada anlatılmıştı. Evden çıkıp okula gidene kadar esnafından büyük abilere, kapıda bekleyen nöbetçi öğretmenden kafası bozulup yazılı yapan hocalara hatta okulun hademelerine kadar herkes başımızda zebellaydı. ‘Dersi derste öğren, bilmediğini çekinme sor’ gibi laflar söylenirdi ama kolaysa sor. Adın ukalaya çıkarsa yanardın. ‘Öğretmen bana taktı’ diye bir laf vardı ki yalan da değildi. Örneğin okul birincisi olduğum bir sene, ortaokulda beden eğitimi öğretmeni bana takmıştı. Niye derseniz, kasadan atlama yaptırmaya karar vermişti ama ‘ben bundan atlamam’ diye direnmiştim. İyi ki de direnmişim. O manasız aletin üstünden takla atacağım diye belimi kırmaya niyetim yoktu. ‘Bir saatlik beden eğitimi dersinde kasadan niye atlıyoruz?’ diye soran yok benden başka. Haliyle öğretmen bana taktı. Sınıfta bırakmaya karar verdi. Neyse ki okul müdürü filan devreye girdiler de bir normal bir de ters taklayla notu 5’e çıkartabildik sene sonunda. Hala kasadan atlamışlığım yoktur, salona gidip spor filan da yapmam.
Daha neler anlatırım da yerim dar. Geçenlerde benimle aynı yaşlarda bir arkadaşım yeni okul düzeninden şikayetçi, çocuklarının iyi eğitilmediğinden filan söz ediyordu hararetle… Bunlar geldi aklıma… Şimdikilerin en azından ‘makaslı öğretmen’ korkusu yok…