Sen şimdi şiir de yazıyorsundur!
Bir arkadaşım yana yakıla beni aradı.
Kürşat Başar
Bir arkadaşım yana yakıla beni aradı. Lise son sınıfa giden kızıyla konuşmamı istiyor. Kızcağız hafta sonları klasik müzik konserlerine gidiyormuş. Bir gün arkadaşları onu bir yere davet edince bunu söylemiş ve o günden sonra alay konusu olmuş. “Sen evde şiir filan da yazıyorsundur” diye dalga geçiyorlarmış.
Bu sözünü ettiğim öğrenciler Türkiye’nin en ünlü, en eski kolejlerinden birinin son sınıf öğrencileri.
İşin vahim yanı kız o günden sonra konserlere gitmemeye karar vermiş. Annesi de benim bu nedenle onunla konuşmamı istiyor.
Doğrusu ben de ne diyeceğimi şaşırdım. Kızcağız kendisini anneanne konumunda bulmuş bir anda okulda. Zaten dizileri filan da izlemediğinden epey sıkıntı yaşıyormuş arkadaşları arasında...
Ona klasik müzik konserlerine neden gittiğini sordum. Bir kere ilgisini çeken bir solist çaldığı için gittiğini sonra da hoşuna gidip devam ettiğini söyledi.
Dizileri de genelde aynı konuları işledikleri ve çok fazla hırgür olduğu için sevmediğini anlattı.
Kendi lise yıllarımı düşündüm. Şimdi tutup da bizim zamanımızda böyle değildi, şimdiki çocuklar çok boş yetişiyor filan gibi laflar edecek değilim.
Aslında bizim zamanımızda da farklı değildi durum. Okuyan, edebiyatla, sanatla ilgilenenlerle ‘entel’ diye dalga geçilen bir ülkede yaşıyoruz.
Bu genç kızımıza, kendini geliştirmenin, farklı kültürel etkinlikleri izleyerek farklı bakış açıları oluşturmanın büyük bir zenginlik olduğunu, aslında bu türden bir altyapının kişinin gelecekteki hayatında çok önemli olduğunu anlatmaya çalıştım.
Ona, ne iş yaparsa yapsın bu kültürel altyapının ona çok şey kazandıracağını söyledim.
Ama doğrusunu isterseniz bütün bunları anlatırken, içimden bir yandan da bu ülkede bütün bunların pek geçerli olmadığını düşünmeden edemedim.
Hatta aksine bazen bu kültürel altyapı size ayak bağı bile olabiliyor ne yazık ki...
Geçenlerde bir dergide bir söyleşi okudum. Genç bir iş adamı tanıtılıyordu. Dünyanın en önemli, en ciddi okullarından birinde yüksek lisans yaparken yine çok önemli bir profesör tarafından yeni geliştirilen bir mikroskobun tasarımında görev alması istenmiş. Bir süre bu ekipte çalışmış. Peki sonra ne olmuş dersiniz? Türkiye’ye geri dönmüş ve bir internet sitesi açmış. Bu siteden evlere ve iş yerlerine temizlikçi buluyormuş.
Bu hikaye, dergide bir ‘başarı hikayesi’ olarak anlatılıyor.
Dünyanın en önemli üniversitelerinden birinde geleceğe imzanızı atacak bir buluşu gerçekleştirmek üzere çalışıyorsunuz. Ama sonra tutup herhangi birinin yapabileceği çok basit bir fikir üzerine site kurup para kazanıyorsunuz.
Ama arkadaşlarıma bunu anlatınca gördüm ki, çoğu insan için bu sahiden de büyük başarı sayılıyor. Herkes, “Canım adam orada kalsa ne olacak, burada güzel para kazanır şimdi...” diyor.
Evet burada bütün bunların bir değeri yok ki...
Olmadığı için aslında pek çok başarılı genç de bir süre sonra ideallerinden, hayallerinden vazgeçiyor ve herkes gibi olmaya, ne takdir görüyorsa onu yapmaya çalışıyor.
Özal döneminde, ‘Özal gençliği’ deniliyordu. Para, mevki, kısa yoldan köşeyi dönmenin yüceltildiği bir dönemdi. Aradan uzun zaman geçti ve şimdi durum o zamankinden de vahim...
Başarı yalnızca parayla, ünle, mevkiyle ölçülüyor çünkü.
Dilimizde ‘Marifet iltifata tabidir’ diye bir atasözü var.
Özellikle çocukluk çağı için çok önemli bir söz. Eğer çocukluk yıllarımda kitap okuduğum zaman, müzikle uğraştığım zaman, etrafımdakiler ve ailem, “Bırak bu işleri, bunlarla vakit kaybetme, bunlar bir işine yaramaz” deselerdi herhalde ben de bu kadar inatçı olmazdım isteklerim konusunda...
Ama gerek edebiyat gerek sanat dünyasında bunca yılda tanıdığım insanların çoğunun hayatına bakınca aslında bu ülkede gerçekten de bu işlerle uğraşmanın bir çile olduğunu görüyorum.
Müzisyen dostlarıma bakıyorum. Gerçekten çok başarılı, çok yetenekli insanlar var. Bir gündelikçinin aldığı paralara sahneye çıkmak zorundalar. Üstelik artık gündelikçilerin bile sigortası yapılmak zorunda ama müzisyenlerin öyle bir şansı da yok.
Yazarlık, çizerlik deseniz o da öyle... Bir elin parmaklarıyla sayılacak kadar insan bu işlerden para kazanabiliyor. Ama onların da çoğu birtakım duygularını, hayallerini, düşüncelerini hatta belki kişiliklerini feda ederek, geçmişte inandıkları pek çok şeyden vazgeçerek bunu sağlayabiliyorlar.
Tabii kendisinden, düşüncelerinden ödün vermeyenlerin başına gelenleri, çektikleri sıkıntıları anlatmaya gerek bile duymuyorum.
Dünyanın birçok yerinde sanatçılar çok iyi koşullarda yaşamıyor ama en azından belli bir güvenceleri oluyor, saygı görüyorlar. Bilim adamları, büyük buluşlara imza atan insanlar belki müteahhitler kadar zengin olmuyor ama rahat bir hayat sürebiliyorlar.
Her şeyden önemlisi herkes onların aslında bütün toplum için, insanlık için ne kadar önemli olduğunun farkında...
Yıllar önce henüz bir üniversite öğrencisiyken Avusturya’ya gitmiştim. Orada bir kız arkadaşımın ailesi beni evlerine yemeğe davet etti. Kızın halinden tavrından orta halli bir aile kızı olduğunu düşünüyordum. Meğerse babası oraların en ünlü sanayicilerinden biriymiş. Evleri dediğim bildiğiniz saray yavrusu... Ünlü iş adamı baba, bir ara bana, “Ne okuyorsunuz?” diye sordu. Felsefe okuduğumu söyleyince birden heyecanlandı. Masada bütün aileye uzun bir nutuk attı. Felsefe okumanın neden önemli olduğunu, böyle insanlar olmasa dünyanın ilerleyemeyeceğini filan anlatmaya başladı. Ben şaşkınlık içinde adamı dinledim. Aynı günlerde Türkiye’de tanıştığım insanlar bana, “İyi güzel de felsefe okuyup ne olacaksın? Parlak bir öğrencisin avukat ol, mimar ol, başka bir şey ol” diye akıl veriyorlardı.
Onun için, arkadaşımın genç kızının karşısında konuşurken bunca yıl sonra bile hala bunları anlatmanın sıkıntısını duydum.