Keşke benim olsa...

Cumartesi için erken bir saat... Yanımızda getirdiğimiz sandviçlerimizi oturduğumuz çay bahçesinde taze çay eşliğinde yiyoruz. Çay bahçesi lafın gelişi değil...

Yaprak Çetinkaya

Yaprak Çetinkaya


Keşke benim olsa...

Muşamba örtüsü, promosyon şemsiyeleri, orta halli sandalyeleri ve hatta çay kutusu şeklinde dizayn edilmiş ve gece nasıl göründüğünü çok merak ettiğim lambaları ile tam bir çay bahçesi... Yüzden fazla masası var ama şu an bizimle birlikte sadece beş altı tanesi dolu.

Karşımızda güne yine erken başlamış bir İstanbul. Ada vapurları gidiş dönüşe başlamış bile.  Şanslı tekne sahipleri Marmara’ya açılıyor. Cumartesi, tüm olasılıkları ile önlerine uzanmış; tam yol ileri gidiyorlar.

Kafamı kaldırınca yıllanmış ağaçları, yere bakınca kedileri görüyorum.

Arkamızdaki masada yalnız bir kadın oturuyor. Gözlüklü, kısa saçlı... Benim yargı filtrelerim onu “akıllı, entelektüel” olarak iletiyor beynime. Bir başkası olsa belki “bakımsız ve mutsuz” derdi, kim bilir?

Art arda sigara yakıyor. Bundan çok hoşlanmasam da ilgim şu an onun odaklanmış halinde. Önünde kağıt ve kalem var. Düşünüyor, yazıyor. Şöyle çaktırmadan kafamı uzatıp kocamın omzunun üzerinden bakıyorum; hayır hikaye falan yazmıyor. Bir liste yapıyor sanki. Belki de önce başlıklarını belirliyordur. Her ne ise... Onun bu manzara içindeki odaklanmış halinden etkileniyorum. Ben de burada böyle görünmek istiyorum. Çayımı söylemiş, önüme bilgisayarımı açmış, odaklanmış yazıyor görünmek istiyorum. Yazmak istediğim çok şey var; özendiğim onun görüntüsü mü odaklanabilmiş olması mı bilmiyorum. Sanırım ikisi de... Ben de aslında kimseyi tanımadığım kalabalık kafeteryalarda, kahve dükkanlarında çok verimli yazabiliyorum. Ama bu çay bahçesinin başka bir havası var. Hatta orada ben yazarken keşke birisi fotoğrafımı gerçekten gizlice çekse de kendime baksam. Ne kadar hoşuma gider... Yoksa kilolu çıkmışım diye sinir mi olurum? Yine de kendime dışardan bakmak içeriden bakmaktan daha kolay.

Moda dergilerindeki mankenlere, vitrinlerdeki kıyafetlere, harika döşenmiş evlerin fotoğraflarına, o dev mobilya mağazasındaki örnek odalara, restore edilmiş hikayesi bol evlere, yüksek tavanlı eski İstanbul dairelerine, adalardaki çiçekli balkonlara dışarıdan bakmak ve onların vadettiklerine inanmak daha kolay. Ve hatta az önce “şanslı” dediğim tekne sahiplerinin şansını bol kepçeden dağıtmak... Oysa bilmiyorum ki içinde, içindekilerin içlerinde neler oluyor.

***

Bir plan yapıyorum ve ertesi cumartesi erkenden çay bahçesinin önündeyim. O kadar çok boş masa var ki hangisini seçeceğime karar veremiyorum. Şuraya otursam arkama kalabalık bir grup gelebilir, buraya otursam çay ocağına çok yakınım, diğer masanın manzarasını ise ağaç kesiyor. Tam içime sinmese de bir masa seçip oturuyorum. Önce biraz atıştırıp su bardağında çay içeceğim. Sabahın ilk çayını büyük söylemeyi seviyorum. Ama sonra aklıma bir şey takılıyor. Çok çay içersem ve tuvaletim gelirse, çantamı ve bilgisayarımı burada bırakıp gidemem. Toplayıp gidersem döndüğümde yerim kapılmış olabilir. Ne yapsam?

Küçük çay söylüyorum ve yavaş yavaş içmeye karar veriyorum.
“Önce biraz manzara seyredeyim. Nerede yaşadığımı bir hatırlayayım, biraz şükredeyim” diye plan yapıyorum. Manzaraya bakmaya başlıyorum ama hemen canım sıkılıyor, gözlerim gelmeye başlayan diğer müşterilere takılıyor. Benim en güzel manzaram insanlar aslında, gözlemlemeyi seviyorum. Ama kendimi öyle kaptırıyorum ki gözlem işine, bu sefer “yazı yazacaktım, vakit su gibi geçiyor, şimdi burası dolacak, hiçbir şey yazamadan kalkacağım” endişesi sarıyor içimi. Hemen bilgisayarımı açıyorum. Önümde bir ekran var artık. Ne yazsam? Kendi web sayfam için mi yazsam, artık şu kitabımın ilk satırlarını mı döktürsem yoksa arkadaşıma söz verdiğim gibi kitabının son okumasına mı başlasam? Henüz karar veremeden telefonumun mesaj tonunu duyuyorum. Kocama tembihlemiştim birkaç saat yazışmayalım diye. Cumartesi sabahı başka kim yazar? Kızım? Merak etmeden duramıyorum ve telefonu çantamdan çıkarıyorum. Oysa elime almama sözü vermiştim kendime, bu planı yaparken. Mesaj bir arkadaşımdan ama acil bir konu değil. Ona cevap yazmayı erteleyebilirim ama ekrandaki Instagram bildirimlerine takılıyor gözüm. Dün yaptığım paylaşıma bir anda yorumlar gelmiş. Bir an içim sıkılıveriyor, kesin biri ters bir şey yazdı ve  onu destekleyenler de beni linç etmeye başladı. Of, sosyal medyayı sevmiyorum ama ondan vazgeçemiyorum da. Yok, bu mesajlara bakmadan devam edemeyeceğim. Açıp okumaya başlıyorum.  Neyse fazla zayiat yok. Birisi beni gerçekçi olmamakla suçlamış, bir başkası da ona yanıt yazmış, oradan devam etmiş sohbet. Dengeli ilerliyor, karışmamaya karar veriyorum. Telefonu tekrar çantaya koyacağım ama o an manzaraya takılıyor gözüm. Denizin üzeri boy boy taşıtlarla dolmuş. Acayip bir uyum içinde birbirlerinin yanından geçip gidiyorlar. Vapur, sürat teknesi, yelkenli, balıkçı teknesi... Tekneler de düşünüyor olsaydı böyle akar mıydı?

Öyle güzel görünüyorlar ki fotoğraf çekmem lazım, üzgünüm, bu anı kaçıramam. Sonra paylaşmam da gerekecek ama dayanamayıp çekiyorum. Birkaç kare denedikten sonra istediğim kıvama geliyor son karem. Güzel.. Bunu Instagram story’ye atmak kaç saniyemi alır ki? Ama öyle olmuyor, fotoğrafın üzerine yazacağım yazıya karar vermek epey uzun sürüyor. Ben birilerinin post’larına kıs kıs gülerken ergenlik çağındaki kızımın da benim yazdıklarıma güldüğünü fark ettiğimden beri bu konuda gerginim. Ne yazsam komik duruyor gibi geliyor. Çünkü sevgili ergenim “Günaydın” yazmama bile gülüyor. Alaycı bir vurgu ile “Günaydın” deyip kikirdiyor. Ah bu ne yaman bir döngü! Anne, beni affet!

Sonunda hiçbir şey yazmadan paylaşıyorum fotoğrafı. Beni çalışırken göremeseler de nerede olduğumu bilsinler değil mi? Şimdi bilgisayar ekranı ile yine baş başayız. Tuşlara dokunmaya başlıyorum. Yazıyorum bir şeyler ama aklım bu sefer de yapmam gereken bir telefon konuşmasına takılıyor. Birisinden bir şey rica etmem gerekiyor, kaç gündür erteliyorum. Aslında hemen yapıp kurtulmak gereken ve uzattıkça insanın içini sıkan bir şey bu. Ama “istemek” zordur ya... Yoksa sadece bana mı zor? En kötüsü karşı taraf “hayır” diyebilir ve bu dünyanın sonu olmaz. Ama bu ret cevabı ile karşılaşmamak için sormamayı tercih edenlerdenim ben. Kim reddetti seni çocukken yavrucuğum? Bunu  fark edip aşmaya çalıştığım bir dönemi yaşıyorum. Madem ertelemek doğru bir şey değil, o an aramaya karar veriyorum. Telefonumu tekrar çıkarıyor, ismi bulup yeşil düğmeye dokunuyorum. Saat artık çok erken değil, ayıp olmaz herhalde. Karşı taraf “Alo” dediği anda hiç düşünmeden ayağa kalkıyorum. Ev dışında telefonda konuşurken volta atmayı seviyorum. Eğer bilgisayar başında kalırsam bir yandan yazılarıma, fotoğraflarıma bakacağım ve aklım dağılacak çünkü... Konuyu yenilir yutulur hale getirmek için önce biraz sohbet ediyor, hatta bunu biraz uzatıyorum ve nihayet sadede geliyorum.  Bu sırada masaların arasında dolaşıyor, görmeden bakıyorum etrafa... Aldığım cevap hayır değil ama pürüzsüz bir evet de değil. Ne bekleyebilirdim ki zaten? Pürüzsüz bir evet için önce pürüzsüz bir talebim olmalı. Kendimden emin, net! Neyse, buna da şükür.

Tekrar yerime dönüyorum. Bir buçuk saattir hiçbir şeye odaklanamadım ama şu an odaklanacağım harika bir konu var: Çişim geldi! Bu sefer de odağımı oradan çekmekte zorlanıyorum. Masalar iyice dolduğu için hafif bir uğultu başladı ve garsonlara ulaşmak mucizeye dönüştü. Taze çay tepsisi dolaşmaya başlayana  kadar beklemek zorundayım.

Nihayet biri ile göz göze geliyoruz, hesap işareti yapıyorum elimle... Bu işareti ilk öğrendiğim gün geliyor aklıma. Ortaokul çağındaydık. 80’lerin sonu... Bodrum yazları... Meşhur Penguen Pastanesi’ne gitmiştik üç kız. Payam, “Bakın size ne göstereceğim, yeni öğrendim” deyip garsona eliyle bu işareti yapmıştı. “Hesap böyle isteniyor” demişti. Biz Arzu ile masaya yapışıp deli gibi gülmüştük ki bu hatıraya girdiğim şu an o harika tahta masanın kokusunu bile alıyorum. Sonra ne zaman bu el işaretini otomatik yapar hale geldim,  kesinlikle hatırlayamıyorum. “Ah o eski tahta masalar”a ise artık hiç girmeyeyim.

Hesap geliyor. Zaten bir çay içebildim, onu da ne ara içtiğimin farkında değilim, ödeyip kalkıyorum. O çok beğendiğim manzaraya kendimi koymakla işin bitmediğinin farkındalığı ile... O manzaraya koyduğum “ben”in hali nicedir bilmeyince, ister en güzel manzara ister en güzel ev ister en güzel koltuk ya da yazlık... Olmayacak biliyorum. Kimse için de olmadı... Kapitalist sistem bunu vadetmekten vazgeçmeyecek belki ama bu zokayı yutmayan insan sayısı neyse ki hızla artıyor.

Ne o çiçekli balkona çıkıp çayını yudumlayan teyze ne de özel tasarım elbisesi ile bir yaz bahçesindeki koltuklara yayılmış güzel kadın için hayat su gibi akıyor. Az önce anlattığım ve ikinci bölümü kurgu olan hikayem gibi yaşanıyor hayat. Planların içinden hep huzursuzluk çıkıveriyor. Plan akmıyor, donduruyor. O elbiseyi giyiyorsun ama aklın merhametsiz sevgilinde ya da o örnek odayı döşüyorsun ama taksitleri bitmiyor. Belki de harika eve taşınıyor ya da gıcır arabaya biniyorsun ama olmuyor işte, “tam” olmuyor. Olmadığını da hepimiz biliyoruz... Biliyoruz da... Zihin tuzağına düşmek daha kolay geliyor. Fotoğraf kareleri ile hayal ediyoruz kendimizi. Donmuş, duygusu olmayan anlarda... O otomobilin direksiyonunda, o evin penceresinde, o koltuğun üzerinde, o sahilin kenarında, çıkılan o müthiş seyahatte... Donmuş bir “ben” fotoğrafı. Oysa o bir video olsa ve play tuşuna bassam, düşünceler hiç saklanamadan akmaya başlasa... O fotoğraf artık o fotoğraf olmayacak, görüntü cızırdamaya başlayacak. Hayatla başa çıkmaya çalışırken hayalini kurduğumuz bu güzel fotoğraflar, hayatla akmaya başlayınca anlamsızlaşıyor.

Bunu bile bile defalarca yeni cicilerle deniyoruz mutlu olmayı. Bir önceki “cici” işe yaramayınca bir sonrakine geçiyoruz. Bu sefer belki biraz uzun oyalanıyoruz ama sonra yine başa dönüyoruz. Hikayenin en başını unuttuğumuz için de bu döngüden çıkamıyoruz. Çünkü bu zihinsel bir plan... Zihni devreden çıkarmaya çalışırken ona daha çok kapılmaya neden olan tuzaklar.

Diyeceğim o ki... Bir şey için “Ah benim olsa, ah bende de olsa” dediğiniz o anlarda asıl istediğinizin o madde ya da mekan değil, onun size vereceğini düşündüğünüz his olduğunu fark edin, fark edelim. O hissin kaynağının o madde olamayacağını da... Kaynak madde değil, kaynak biziz. Hayatla aramıza bu maddeleri yani aslında zırhları koymaktan vazgeçince tam olacağız belki de... Ve sanıyorum derinlerde kayıtlı asıl korkumuz maddesiz kalmak değil, tam olmak...

Bu hale yaklaştıkça madde de geliyor, keyfini de sürüyorsunuz. Gelmediğinde ya da bazen gelip geri gittiğinde siz yine hep aynı siz oluyorsunuz, dengede ve dingin...