Dört dörtlük bir kadınım
Bu ağustos ayında 44 yaşıma giriyorum. Geçen seneden beri kendime, “44 olunca 4-4’lük bir kadın olacağım” dedim durdum. Kimi bunu her dediğimde güldü. Bense çok ciddiydim.
Yonca Tokbaş
Bu yazıyı yazarken zor günlerden geçiyor ülkemiz. Gülecek hal hiç yok.
Biraz dilim, elim, klavyem tutuk.
Ama içimden geçenleri yine de tüm gücümle yazacağım. Size daha önce de buna benzer bir şey yazdım.
Ama demek ki içimi yazdıkça yazdıkça anca temizleyeceğim.
Sizler de belki okudukça açacaksınız kalbinizi.
Şu yaşımda hala daha bu konuyla hesaplaşmamı yapıp bitirmeye çabalıyorum.
Sizi bilmem; ama ben hem kendi kendime hem de etrafın her dediğini gereksiz şekilde kimi zaman ciddiye aldığım için, etraftan ‘şekil şiddetine’ maruz kalıyorum bu canım bedenim içinde.‘Şekil şiddeti’ evet bunun adı bence.Yani şeklimiz her şeyden önemli gibi bir dünyada yaşar hale geldik.
Tavuk mu yumurta mı demeyeceğim.
Durum bu.
Nereye baksan; nasıl daha fitsin, nasıl daha güzelsin, ne yapman lazım bunu dinliyor, bunu görüyoruz.
Oysa inanın ben de çok çalışıyorum, spor yapıyorum ama bir bakıyorum o paylaşımlarda gördüğüm gibi durmuyorum bir türlü ayna karşısında ve çıplak gözle.
Biyonik filan herhalde bu kadınlar diyorum.
Ya da bu kadar kolay mı alınan o kararları, diyetleri uygulamak, bunca işleme maruz kalmak ve bir dakika yahu, ne zamandan beri tek derdimiz bu oldu ki diyorum.
Geçtiğimiz ay Amerika’daydık. Kızımız
Destina’nın dans edecek olduğu stüdyolarda zaman geçirdim. Hem New York hem LA’de.
Bulunduğum ortamlar tamamen görüntü odaklı olmalı değil mi?
Konumuz dans çünkü mesela.
Yok değildi.
Sanırsın ki en taş, en şık, en fit olan ekranlara layık.
Yok kardeşim.
Her çeşit beden gördüm, birçoğuna büyük ihtimal buralarda kimse iş vermezdi. Hatta burun kıvırırdı.
Ama o kadınlar o bizim beğenmeyecek, yeterince fit ve taş olmadığını düşündüğümüz bedenleriyle nasıl bir özgüvenle çatır çatır dans etmekteydi anlatamam.
Utandım kendimden.
Çünkü ben, o sırada o kadınların özgüvenlerine özendim ve bunu düşünürken ne kadar şahane dans ettiklerini 1-2 kere kaçırdım.
Kendimi içimden en usandığım bakış açısı olan; ‘Ulen nasıl olur bunca selülit bunca sallanan orası burasıyla, resmen bu koreografide star olur’ şeklinde bir cümle geçirirken yakaladım.
Utancımı anlatamam.
Çünkü bana bu gözle bakanı yakaladığımda veya bana böyle yorum yapan birine denk geldiğimde acımı, isyanımı ve ‘ne alakası var yahu’ tepkimi anlatamam.
Olay bedeninin güzelliği, taşlığı, fitliği, ne giydiğin, ne kadar pahalı giydiğin filan hiç değil.
O bedenin içinde kendini ne kadar özgür ve özgüvenli hissettiğin.
O bedenle ne kadar barışık, mutlu olduğun ve nasıl hissettiğin.
Kimsenin ne giydin, yakıştı mı yakışmadı mı derdinde olmadığı; orana burana totosu büyük mü, sıkı mı, selüliti var mı, güzel mi çirkin mi kafasıyla bakmadığı; senin sen olmanla, sohbetinle, becerilerinle alakalı olarak sana baktığı yerde içindeki özgürlük ve mutluluk hissi bambaşka.
Ruhun dans ediyor işte öyle bir diyarda.
Canın ne istese onu giyiyorsun, ortama uydun uymadın derdin tasan yok.
Sen busun.
Nasılsan öylesin. Kabul ediliyorsun.
Ve her nasılsan öyle çok güzelsin.
En başta benim kendi canım bedenime bakışımın değişmediği, kadının kadına bakışının, yermelerinin değişmediği bir diyarda ‘kadının hak ve özgürlüğü ve/veya benim bedenim benim tercihim’ sloganları ne kadar gerçekçi acaba?
Önce kendi kendimizi sevmemiz, kabul etmemiz ve birbirimize bakarkenki o ‘güzelçirkin yargısı’nı yıkmamız gerek gibi.
Hamile kadınlara bilegörüntüsel standart getirildi dikkatinizi çekerim!
Alt bantta sağlıktan dem vurup sağlıksız olmanı bile göze aldıracak kadar bir şekil olma baskısı var her daim havada.
‘Ah benim canım kadın bedenim’ bütün bunlara dayandığın için teşekkür ederim...
Tam tamına 44 yaşındayım artık.
Hayatımda hayalini kurduğum, merak ettiğim şeyler için çok çalışıyorum.
Bir fark ettim ki hayatı geriye sararak yaşıyorum.
Beni doğuştan bıraksak bugünkü kendi seçimlerime gelirdim.
Yani eminim yine gelir gider spor yapar ve yazardım ve elimden geldiğince doğaya bakardım, ağaçlarla toprakla ilgili olurdum, insanlara yardım etmeye çalışırdım.
Çocukluğumu düşünürken bir şey hatırladım.
Ankara Yazanlar Sokak’ta büyüdüm.
Dik bir yokuşu vardı sokağın.
Mahalledeki arkadaşlarımı ikna eder, yokuşa çıkacak arabaların önünde ellerimizi kenetler zincir yapar, apartman görevlisinin
çocuklarına defter, kitap, giysi almak
için para isterdim. Onlar da mahallenin
insanı, bizi tanır, gülümseyerek verirlerdi.
En iyi yakar top oynayan, canları toplayan, koşturanlardan biriydim.
Sürekli hayal kurup yazardım kafamda...
E geldim 44 yaşıma ve bakıyorum giderek o çocuğa yaklaşarak yaşlanıyorum.
Bir çeşit Benjamin Button hikayesiymiş hayat gerçekten.
Ya da benimki öyle.
Ben yaşlanmayı sevdim be kadınlar...
44 yaşımda nihayet, kendime koyduğum acayip kuralları bozarken gülüyorum. Eskiden anormal sinir yapardım. Orama burama kafayı takıp mutsuzluğa düşecekken veya kendimi saçma sapan cezalandıracakken bunların çok vahim şekil şiddetine maruz kalmışlığın arazları olduğunu ve çok boş olduğunu daha sık hatırlıyorum. Hemen kendime çimdik atıyorum.
Yonca bırak... Bırak canını üzme diyorum.
Olağanüstü güzel bir arkadaş çevresi edinmişim.
Muhabbetimiz çok iyi.
Bana her şeyi yüzüme söyleyen, düştüğümde sarıp sarmalayan, olduğum gibi kabul eden can dostlarım var ve insan yaşlanırken, bundan daha kıymetli ne var sağlığı da iyiyse bilmiyorum.
Elimde olsa sizleri de bulup sarılır ve korkmayın yaşlanmaktan derdim.
Sanki biraz daha rahatlık var yaşlanmakta.
En azından bi dolu anlamsız yükü arkada bırakma dönemin geliyor ve aslında yaşlanmak dediğin şey ruhunu yaşayamadığı gençliği yaşamaya başlıyor.
Beden yaşınla ruh saatin ters yönde ilerliyor.
44 yaşıma girerken hissettiğim yaş 16 arkadaşlar...
Nihayet 4-4’lük bir kadın oldum, evet.
Yonca ‘Doğdum’