Seni öptüğüm yerde
Henüz erkendi yazlıklara geçmek için. O yüzden kimseler yoktu.
Önce gürültüyle yağan yağmuru
hatırlıyorum. Fayton, şimdi yerlerine yeni
apartmanlar yapılmış eski konakların, yıkık
dökük bırakılmış eski ahşap evlerin iç içe
geçtiği sokakların birinden dönüyordu.
Bomboştu sokaklar. Göklerin gürlemesiyle
bir anda bastıran yağmurdan kaçışan, saçak
altlarına sığınan birkaç kişi, belki bir iki
araba, bir anda yol kenarından akmaya
başlayan sular...
Fayton köşeyi döndü ve gülümsedim. Bu
yağmur aslında yazın habercisiydi. İçimden
Edip Cansever’in şiirini okudum, “İşte şu
yağmurlar, işte şu balkon, işte ben/ İşte şu
begonya, işte yalnızlık...”
Bir anda kapatmıştı hava o nisan gününde.
Henüz erkendi yazlıklara geçmek için.
O yüzden kimseler yoktu. Ama ben
çok gençtim. Bunca yolu, onu görüp
göremeyeceğimi hiç bilmeden gelecek,
burada, bu deli gibi yağan yağmurun altında
bütün gün bekleyecek ama gidip kapısını
çalamayacak kadar genç.
“Ve balkon demirinde bir martı. Dedim ki /
deniz şuralarda bir yerde olmalı.”
Çok geçmeden yağmur durdu. Birden
gökyüzü aydınlandı. Bahçede dolaştım ve
o kokuyu içime çektim. Hayatım boyunca
unutmadığım ama yazıda tanımlanması en
zor olan o kokuyu.
Evet aylardan nisandı. Bütün görkemine ve
afur tafuruna rağmen o yağmur, kışın çekilip
gittiğini anlatıyordu aslında. Baharın ilk
günüydü. İstanbul’daydım. Birkaç yıl sonra,
bu kez artık özgür, tek başına ve sonsuz bir
heyecanla dolu.
Peki şimdi, bunca zaman bekledikten
sonra kendimi özgür, yalnız bir genç
adam olarak gördüğüm bu nisan günü
karşıma çıktığında ne söyleyecektim? Onu
gördüğümde neler söyleyeceğimi o kadar
çok kurmuştum ki, bunu yapamayacağımı
düşünmüyordum bile. Sanki onu
gördüğüm an, özenle seçilmiş sözcükler
ağzımdan kendiliğinden dökülecek ve onu
ne kadar özlediğimi hemen anlayacaktı.
Ama bir şey vardı. Onun benimle ilgili
duygusunu bilmiyordum.
Bisikletiyle kapıdan çıkarken beni gördü.
Bisikleti bir tarafa fırlatıp bir çığlık attı.
Koşarak bana doğru gelirken duvardan
atladım ve bana sarılıp çevirmeye başladı.
Ne zaman geldin, neden haber vermedin,
bugün burada mısın, artık hep burada
mısın, ne kadar kalacaksın gibi ardı ardına
hep yaptığı gibi binlerce soru soruyordu.
Sonra ben sözcükleri unuttum. O
konuştu konuştu, bir sürü şey anlattı.
Henüz öylesine söylenen sözlerin bile
nasıl unutulmaz olabileceğini, nasıl
birinin hayatını yönlendireceğini, nasıl
sanki daha önce bir başkası söylememiş
ve asla söylemeyecekmiş gibi eşsiz
sandığımızı, hayallerin nasıl gerçeğin yerine
geçiverdiğini bilmiyorduk.
Aslında ertesi gün, öylesine bir iş
görüşmesine gidecektim. Ama o iş
görüşmesi bütün hayatımı belirleyecekti.
O an, onunla orada oturmuş, onun gülüp
oynayarak anlattığı şeyleri dinlerken
(dinlemiyordum ki aslında) bütün bunları
bilmiyordum. Aklımda bir tek onu öpmek
vardı. Konuşmanın başında, “Sana bir şey
söyleyeceğim,” demiştim. Akşamüstüne
doğru artık gitmesi gerekiyordu ve
giderken dönüp, “Bana ne söyleyecektin?”
diye sordu. Bir şarkı çalıyordu bir yerlerde.
“Aşk başkadır bunlardan, döner gelir
uzaklardan...”
Çünkü 17 yaşımın nisanında ne yapacağımı,
neler olacağını bilmiyordum. Hiçbir şey
bilmiyordum hayatımla ilgili.
(Şimdi aradan yıllar geçtikten sonra aynı
yağmurun altında aynı yerde duruyorum ve
sanki 17 yaşımla yeniden karşılaşıyorum.
Hatırlamaya çalışıyorum. Ne garip, o an
gelecekle ilgili ne düşündüğümü, neler
kurduğumu hatırlayamıyorum. Yalnızca
karnımda o heyecanı duyuyorum. Çünkü
o evler yok, o sokaklar değişmiş, faytonlar
çoktan çekip gitmiş, her yer arabalarla
dolu ama o koku hala duruyor. İlk aşkımın
şimdi nerede olduğunu, ne yaptığını
bilmiyorum. Ama o gün, yalnızca bir
an için onu görmeyi, onun neşeyle bana
geçen kışı anlatmasını ne çok istediğimi
hatırlıyorum.)
Hiçbir şey bilmiyordum hayatımla ilgili.
Geleceğimle ilgili. Bahçe duvarına oturup
gelmesini beklerken aklımda gelecekle ilgili
kurgular, okul, meslek gibi şeyler yoktu.
Şiirler ve şarkılar vardı. Her ikisi de, o anki
özgürlüğün simgeleri gibiydi.
Artık tek başıma bir adamdım. Bütün bir
kış, ayda yılda bir ondan gelen mektupları
okumuştum. Aslında benimle ilgili pek
bir şey yoktu o mektuplarda. Arkadaşları,
nerelere gittikleri, yeni keşifleri, okuldan
kaçışları, dersler, anne babalarla kavgalar,
yeni okunan kitaplar, filmler gibi şeylerle
dolu uzun mektuplardı.
Ben de ona benzer şeyler yazmıştım. Sanki
birine aşık olmak garip ve gizlenmesi
gereken bir şeymiş gibi; belki kendime bile
tam olarak söyleyemeden, bir hayalle bütün
bir kışı geçirmiştim.
Ona söylemek istediğim şeyi
söyleyemedim. Ama o nisan, her sabah
ben duvara oturup onu bekledim; o
bisikletiyle geldi, birlikte yürüdük;
güneşin denizin üzerinde sabahları
yarattığı düşsel yansımayı izlerken
hayaller kurduk. Ben ona yazdığım
gerçek mektuplardan söz etmedim.
Bütün kış kurduğum cümleleri unuttum.
Biz en yakın iki arkadaş gibiydik.
Yalnızca, “Hiçbir şey bunu bozmasın”
diyorduk. Korktuğumuz bir şey varmış
da, birbirimizi uyarırmış gibi.
Sonunda bir öğleden sonra o beni öptü.
O an, birine gerçekten bağlanacaksanız
o ilk öpücükle anlayacağınızı
bilmiyordum. Çünkü orada hissettiğim
şey, yıllar sonra ‘Başucumda Müzik’in
bir cümlesine dönüşen duyguydu, “Bu
kadar basitti işte: Birini öptüğünde
salıncakta sallanır gibi hissediyorsan,
aşıksın...”
Sanki onun içinde kendime bir yer
arıyordum. Sonsuza dek her şeyden
uzakta, o nisan gününün duygusuyla
kalabilmek için.
Ama şair şöyle yazmıştı: “Ah aşkların
çocuk bahçesi/ neden ömrün çok kısa.”
O an, birine
gerçekten
bağlanacaksanız
o ilk öpücükle
anlayacağınızı
bilmiyordum. Çünkü
orada hissettiğim
şey, yıllar sonra
‘başucumda müzik’in
bir cümlesine
dönüşen duyguydu,
“bu kadar basitti işte:
Birini öptüğünde
salıncakta sallanır
gibi hissediyorsan,
aşıksın...”