Bir yanda cırcır böcekleri ve itler, bir yanda biz
Tiyatroyu özlediniz mi? Buğra Gülsoy, Serhat Teoman, Ayşe Lebriz Berkem ve Burak Sarımola’yı buluşturan ‘Cırcır Böcekleri, İtler ve Biz’, Mert Öner’ın yönetmenliğinde yeniden tiyatro sahnesine çıkıyor. İlk perdenin öncesinde, hikayenin satırları arasında usulca dolaşıyoruz.
İki kardeş, bir yapımcı ve pencerenin ardında bir anne… Zıtlıkların ve benzerliklerin odağında, birbirini keşfetmenin ve birbirine dönüşmenin eşiğinde, hayallerin ve hayal kırıklıklarının yer değiştirdiği bir öykü. Buğra Gülsoy, Serhat Teoman, Ayşe Lebriz Berkem ve Burak Sarımola’yı buluşturan ‘Cırcır Böcekleri, İtler ve Biz’, Mert Öner’in yönetmenliğinde tiyatro sahnesine çıkıyor. İlk perdenin öncesinde, hikayenin satırları arasında usulca dolaşıyoruz. Bu kez bir yanda cırcır böcekleri ve itler, diğer yanda ise ‘biz’ varız.
HAZIRLAYAN: BARAN ALIŞKAN
“+Toprak… Çekmiş seni de. -Ben niye hatırlamıyorum? +Ruhun hatırlıyor.” -Buğra Gülsoy
Cırcır Böcekleri, İtler ve Biz’in dünyasını nasıl anlatırsınız? Sizi bu oyunu sahnelemeye ikna eden, sizi etkisi altına alan ve oyunculuk yeteneklerinizi harekete geçiren tam olarak neydi?
Buğra Gülsoy: İnsanların birbirlerinden uzaklaştığı, yalnızlaştığı, yabancılaştığı bir hikaye arıyorduk. Birçok metin üzerine okumalar yaptık. Gerek yeni yazılmış olanlara gerek klasik oyunlar üzerine yoğun bir araştırma dönemimiz oldu. Varmış olduğumuz noktada Sam Shepard’ın 1980 yılında yazdığı ‘True West’ oyunu şu an dünyanın ve insanların içinde bulunduğu sıkışmışlık hissini o kadar iyi yansıtıyordu ki, oyun sanki bugünler için kaleme alınmış gibiydi. Zamansız bir boyuta çektik oyunu. ‘Cırcır Böcekleri, İtler ve Biz’ doğmuş oldu böylece.
“Hem zaten senin yerinde olmak nasıl bir şey, hep merak ederdim.” -Serhat Teoman
Serhat Teoman: True West, beni 2006’da, okul yıllarında etkisi altına alan ve bir gün mutlaka oynamak istediğim bir oyundu. Zaman geçtikçe ve hayat evrildikçe bazı istekler değişir ama ne bu oyunu oynama isteğim değişti ne de oyunun güncelliği kayboldu. Oyunu sahnelemek için doğru zamanın geldiğine inanıyorum. Hem karakterlerle aynı yaşlara geldik hem de bu dönemin insanları tam da anlatılan dertlerle boğuşuyor.
Mert Öner: Sam Shepard’ın neoklasik olarak tarif edebileceğimiz bu metni, yazıldığı tarihten beri dünyanın her yerinde sahnelenmeye devam ediyor. Benim için ayrıca özel bir metin, çünkü lisans tezimin konusu. Yaşadığımız çağda, kentli insanın gitmek-kalmak, başarı-mutluluk paradokslarındaki şiddetli buhranlarını gözlemledikçe, hatta birebir de tecrübe ettikçe bu metnin bugün yeni bir biçimde sahnelenmesini heyecan verici buluyorum. Yönetmen olarak da bu ikonikleşmiş metne yeni bir biçim inşa etmek, yepyeni bir okuma sunabilmek de epey ikna edici bir süreç.
"Her yer aynı. Hiçbir yer evimiz değil atık." -Ayşe Lebriz Berkem
Ayşe Lebriz Berkem: Oyun, birbirine tamamen zıt iki erkek kardeşin hesaplaşmasını ve birbirlerine dönüşmelerini anlatıyor. Ancak bu hesaplaşma ve dönüşüm görünen kısmı. Bu hesaplaşmanın ardında parçalanmış bir aile var; dağda yaşadığını anladığımız ve ortalarda görünmeyen bir baba, ilk kez tatile giden ama oradan da erken dönen bir anne. Bu çekirdek ailenin dağılışının ardında ise koskoca bozuk bir sistem var; tek tek bireylerin umutlarını tüketen, onların hayata tutunmalarını gerektirecek sebepleri bir bir yok eden vahşi bir sistem. Hayatta ‘bir şey’ olabilmeyi başaramamalarının, hayallerini gerçekleştirememelerinin nedeni hikaye ilerledikçe belirginleştirecek ve resmi netleştirecek olan katmanlar bir bir aralanacak. Tutunamayanlar gibi… Kendileri için anlamlı bir varoluşun yolunu bulmalarının zorluğunu yaşadıklarını anlıyoruz. İnsanların yaşam standardındaki düşüş, geleceksizlik, umutsuzluk, amaçsızlık her dönemde ve her yerde karşımıza çıkıyor; hele ki artık yaşanan ekonomik krizlerin boyutuyla işsizlik, evsizlik, ucuz iş gücü ile sömürünün vahşileştiği günümüzde. Oyundaki yapımcının varlık nedeni de biraz bu acımasız yıkıcı ve yakıcı sistemi hissettirebilmek. Her an ‘vazgeçilen’ olabilirsiniz; her an yazdığınız senaryoya (bu senaryo yerine farklı iş kolları da yazabiliriz) beş paralık değer biçilebilir; her an yapılan müdahalelerle değersizleştirilebilirsiniz… Sistem bizim gözümüzün yaşına bakmıyor. İş bittiğinde bir ‘çöp’ bile olabiliriz. O yüzden oyun zamansız ve mekansız…
“Hayatımız pencerelerden bakarak geçiyor. Her yer aynı.” -Burak Sarımola
Burak Sarımola: Özellikle bu zamanda şehir hayatından sıkılan ve nefes alamayan birçok kişi var ve ben de onlardan biriyim. Oyun da tam olarak bu sıkışmışlığı anlatıyor bence. Seyircinin oyunu izlerken benzer şeyleri hissedeceğini tahmin ediyorum. Uzun zamandır tiyatro yapmıyordum çünkü doğru ekip ve metinle tiyatro yapmak istediğime karar vermiştim. Oyunun çevirisini okuduğumda çok beğendim ve sevgili yönetmenimiz Mert Öner ile tanışıp oyunda istediği oyunculuk biçimini öğrenince ‘kesinlikle yapmalıyım’ dedim.
“Çok yoruldum her şeyden... Her çırpındığımda batıyorum biraz daha... Burada gerçek olan hiçbir şey yok... Ben bile gerçek değilim...” -Mert Öner
Sam Shepard imzalı ‘True West’ oyununun uyarlaması olan Cırcır Böcekleri, İtler ve Biz’i sahnelemeye nasıl karar verdiniz? Oyunun uyarlanmasından ekibin bir araya gelişine ve ilk oyuna uzanan o süreçte neler yaşandı?
Mert Öner: Serhat ve Buğra ile dostluğumuz çok eskiye dayanıyor. Dostluğumuzun yanı sıra üretim ortaklıklarımız da oldu. İkisinin yeni bir oluşum kurma fikrini benimle paylaşmalarının ardından, uzun bir süre metin arayışı içinde olduk. İlk tercihlerimizden biri olan True West’e diğer alternatifleri eleyerek geri döndük. Uygulayıcı yapım ekibimiz, oyuncularımız ve tüm yaratıcı ekibimiz, önceden çalışma fırsatı bulduğum arkadaşlarım, metne ve rejiye aynı pencereden de baktığımız için hızlı, keyifli ve kolay bir süreçti diyebilirim.
Buğra Gülsoy, Serhat Teoman, Burak Sarımola ve Ayşe Lebriz Berkem gibi gösterişli bir kadroyla birlikte çalışmanın ve bir oyun sahnelemenin perde arkasını merak ediyoruz. Yönetmen olarak, oyuna bir adım geriden baktığınızda tüm ekip için ve hayat verecekleri karakterler hakkında neler söyleyebilirsiniz?
Mert Öner: Hep söylerim meslek hayatımda çok şanslı oldum. Hep iyi oyuncularla ama daha önemlisi iyi insanlarla çalıştım. Bu oyunda da aynı şansımı koruyorum. Oyuncunun kendi varlığından sıyrılıp daha büyük ve büyülü ortak amaç için daha geniş bir açıdan tiyatroya bakması bence çok mühim. Oyuncularımızın hepsi tek tek ilham verici kariyerlere sahipler. Ve bugüne kadarki sanatsal birikimlerini tereddütsüz ve güvenle bana teslim etmeleri şahane bir his. Oynadıkları karakterlere gelince, hayatın içinde her an karşılaşabileceğimiz, hatta tanıdığınız insanlar olmasını istedim. Karakterlere, oyuncularımızla birlikte taraf tutmayan, çok boyutlu bir biçimde yaklaştık bu nedenle de.
“Bizler için tiyatronun yeri her zaman daha başkadır. Daha yakın, daha gerçek ve yüz yüze bir duygusu vardır. Bu da heyecanların en büyüğü bizler için. Paylaşımın bu kadar yüksek ve reaksiyonun anında alındığı bu er meydanını gerçekten çok özledik.” -Serhat Teoman
İki kardeş arasındaki zıtlıkları, saklı gerçekleri ve aile ilişkilerini merkeze alan oyunda sizi hangi karaktere hayat vereceksiniz ve karakteri ortaya çıkarırken onunla nasıl bir ilişki kurdunuz?
Serhat Teoman: Oyunun özgür ve asi ruhunu temsil ediyorum. Doğayı insanlara tercih eden kendiyle kalmaktan kaçmayan bir karakter. Sert, kaba ve serseri bir ruh. Kağıt üstünde ve önceki yorumlarına kıyasla daha gerçek daha bizden ve daha çocuksu bir yerden hayat vermeye çalışıyorum. Seyircimize alışılmışın dışında bir ‘True West’ izlettireceğimize inanıyoruz.
Buğra Gülsoy: Şehre hapsolmuş, kurulu düzen içinde kendisine bir pay arayan, özünü unutmuş bir yazar. Ruhu kaçıp gitmek istiyor, yapay çemberin dışındaki hayatı merak ediyor, aklı ise onu sürekli çemberin içinde tutabilmek için türlü türlü oyunlar oynuyor. Bir yanım, bir zamanlar onun gibiydi. Ta ki ‘gerçeğe’ uzanmaya başlayıncaya kadar. Dolayısıyla bir zamanlar yabancısı olmadığım bir duygu sarmalında, böylesi bir karaktere hayat veriyor olmak çok kıymetli.
Burak Sarımola: Ben bir yapımcıya hayat veriyorum. Oyunu izlediğinizde göreceksiniz o kadar bizden, bizim alanımıza o kadar uygun ki bir yapımcıyı oynamak ona hayat vermek benim için kolay oldu. Yönetmenimiz de ben de doğal ve gerçek bir oyunculuğu tercih ettiğimiz için karaktere biraz benden bir şeyler katarak ilerledik. Enerjik bir yapımcı izleyeceğiz. Bu sefer diğerlerinden farklı olarak ve daha gerçek.
Ayşe Lebriz Berkem: İki kardeşin annesini oynuyorum. Hayatında ilk kez tek başına tatile gitmeye kalkışmış ama orada da olabilmeyi başaramamış ve evine dönmeye karar vermiş bir anne. Pencere önünde geçen bir hayat onunki, çiçeklerine bakmakla, temizlik yapmakla geçen bir ömür! Gelmeyecek bir sevgilinin yolunu gözlemek gibi… Bir kadının hayatı pencereden dışarıya bakmakla geçiyorsa pencere önemli bir semboldür diye düşünüyorum. Pencere önünde beklemekle geçen bu kadının hayatını, biten evliliğini, geçmişini ve geleceğini hissetmeye anlamaya çalıştım. ‘Pencere önünde geçen -saplanıp kalınmış- bir hayat bize neyin ipuçlarını vermekte?’ diye sordum kendime ve bunun izini sürdüm. İçerinin ve dışarının bir pencereyle ayrılmış olması da manidar geliyor ve bu mekan-insan ilişkisi bağlamında da bana çok şey anlatıyor. Belki günlük yaşamın sıradanlığı deyip geçebiliriz pencere önüne ama annenin içinde olduğu o boşluk duygusu, umutsuzluğu, çaresizliği buram buram hissediliyor az ve öz yazılan sahnede. Sam Shepard ilişkiler arasındaki bağlantıları ve çatışmaları öyle yalın ve kısa diyaloglarla kurmuş ki kimi zaman yabancılaştırmaya kimi zaman da son derece gerçekçi durumlar yaratmaya olanak veriyor. Ancak yönetmenin de oyuncunun da metinden yola çıkarak kendi dünyalarını oluşturması söz konusu. Benim açımdan yazılmamış olan kısım da çok ilgimi çekti. Sonra resim sanatında ‘pencere önündeki kadın’ tablolarını inceledim, onların çözümlemesine baktım. Örneğin Salvador Dali’nin ‘Penceredeki Kadın’; Tetyana Yablonska’nın, ‘Akşam’; Caspar David Friedrich’in ‘Penceredeki Kadın’; Vilhelm Hammershoi’nin ‘Yatak Odası’; Hans Heyerdahl’ın ‘Pencerede’ tablolarındaki kadınlara daldım gittim. Adeta onların baktığı yere bakıp ve birbirinden çok farklı kadınların düşüncelerinin içine girmeye çalıştım. Annenin çiçeklerle ilişkisi için ise pencere önündeki çiçek tablolarına baktım mesela Henri Matisse’in ‘Açık Pencere’ tablosuna bakıp annenin çiçeklerinin, bitkilerinin neler olabileceğini düşündüm. Ve bir de beni acıtan asıl kısma gelecek olursam, bir otel odasındaki pencereden bakakalması; tıpkı Edward Hopper’in ‘Otel Penceresi’ tablosundaki o soğukluğu, o yalnızlığı hissettim annede yaşananın. Berbat bir his.
“Birbirine yabancı iki kardeşin birbirine dönüşme hikayesi bu. Doğru ya da yanlış yok. Haklı ya da haksız yok. Sistemin içine sıkışıp debelenen aynı insanlar onlar.” -Buğra Gülsoy
Oyununu izlemeden önce, izleyicisi mutlaka neyi bilmeli ve hangi beklentiye sahip olmalı?
Serhat Teoman: Oyunumuzu izlemeye gelen seyircilerin bilmesi gereken en önemli şey sahnedeki gerçekliğin hayatlarından farklı olmadığı. Dertleri, hayalleri, sıkıntıları, mutlulukları ve kaybettikleri ya da yaşatmaya çalıştıkları değerleriyle hayatlarından tam bir kesit izleyecekler.
Buğra Gülsoy: Birbirine yabancı iki kardeşin birbirine dönüşme hikayesi bu. Doğru ya da yanlış yok. Haklı ya da haksız yok. Sistemin içine sıkışıp debelenen aynı insanlar onlar. Aslında aynı kişi gibiler. Bir yanı özgürleşebilmenin umudu, diğer yanı korkusunu yenebilmenin eşikleri. İzleyenler gerçekçi ama komik, hüzünlü ama gerilimli duygu çeşitliliği içinde kendilerini sorgulayacaklar aslında.
Mert Öner: Seyircinin beklentisini düşünmeyi ya da o beklenti üzerine ürün yaratmayı tiyatronun özgür doğasına uygun bulmuyorum aslında. Tanıdık ve gerçek bir hikayenin izini süreceklerini bilmeleri bana yeter. Oyun sonrası hisse gelince, seyirciyi manipüle eden, mutlak fikirlerle oyundan ayrılmaları isteyen bir yönetmen de değilim. Bu tek, tekrarı olmayan karşılıklı ortalıktan sonra kentin doğayla, sanatın ticaretle, eğitimin cehaletle, hayallerin gerçeklerle ilişkisi üzerine bir tartışma platformu yaratabilirsek ne mutlu bana.
Oyundan bir referansla, modern zamanlarda ‘içine sıkıştığımız hayatların’ ve üzerimizdeki etiketlerin benliğimizde yarattığı etki hakkında ne düşünüyorsunuz? Sizce, içine sıkışmadığımız bir hayat nasıl yaşanır ve gerçekten modern zamanda ‘ben’ olmak ne kadar mümkün?
Burak Sarımola: Kentlileşmekten hepimiz çok sıkıldık diye düşünüyorum. Özümüze, doğaya dönmek istiyoruz. İstemediğimizi düşünsek de içten içe çekiliyoruz. İçine sıkışmayacağımız bir hayat yok bence ve şu zamanki popüler kültürde ‘ben’ olmak imkansızdan öte...
Buğra Gülsoy: Geçmek üzere olduğumuz yeni dönem, distopik bir karanlıkla, içi ışık dolu bir ütopyanın tam eşiği. Seçimlerimiz belirleyecek bu ‘yeni insanlık’ adımını. Ya kaybolup gideceğiz hep birlikte ya da çıkacağız güneşli günlere. İçine sıkıştığımız hayatlarımız, sona gelmiş yeni bir başlangıç. Bir şeylerin yaklaştığını hissediyoruz ama henüz idrak edemedik. Ben umutluyum, insanlık başaracak. Hatırlamalıyız özümüzü. Kim olduğumuzu hatırlamalıyız. Ruhumuzu hatırlamalıyız.
Serhat Teoman: İçinde sıkışmadığımız bir hayat ne kadar mümkün; açıkçası bunu bilmiyorum. Seçme şansımız olsaydı ve kişiliğimizi sonuna kadar ortaya koyabilseydik, ortaya nasıl bir hayat çıkardı? Seçtiğimiz hayatı zorluklarından arındığımızda ortaya çıkan benlik bizi ne kadar tatmin ederdi? Önemli olan, tüm zorluklara rağmen elimizden geldiğince kendimiz olmaya çalışmak ve olduğumuz kişiyle mutlu olabilmek.
Mert Öner: Yanıtını sanırım hepimizin aradığı bir soru. Etiketlerin, ezber öğretilerin, dayatılan normların içinde debelenirken ‘ben’ olmayı düşünemez bir hale geliyoruz. Yaşamın takip edilmesi neredeyse imkansız ritmi de bize nefes aldırmıyor. Belki de en önemlisi bu atmosferde kendini tanımanın, keşfetmenin peşine düşmek. Ne kadar çok aynada, telefon kameralarımızda kendimize bakıyoruz... Baktığımız o kişiye yıldızlardan uzak mıyız? Mutluluk çağımızda, çaba gerektiren bir mesele. Ve sanırım 40’larımın başında artık öğrendim ki mutluluk ne başarıyla ne takdirle ne de kalabalıkların içinde olmakla ilgili. Mutluluk salt içinde bir yerde, herkesin kendine özgü formuyla duruyor. Sanırım onu aramaya başlamak iyi bir adım olabilir.
Ayşe Lebriz Berkem: Modern zamanların trajedisi sanırım bir girdabın içinde debelenip durmamız. Yaşanılan hayat ile yaşamak istediğimiz hayat arasındaki mesafe gittikçe açılıyor; kapanmayacak gibi de duruyor. Ve bunu kapatmak için verdiğimiz uğraş tıpkı Sisyphos’un kayayı tepeye çıkarması gibi… Tükendiğimizi de fark edemiyoruz. Kuruduğumuzu da... İçimiz boşalıyor, kabuktan ibaretiz. Sanırım içinde bulunduğumuz, maruz bırakıldığımız sistemi iyi analiz edebilirsek bir çözüm arayışına da girebiliriz. Yoksa hayatlarımız daha iyiye gitmeyecekmiş gibi duruyor. Ekonomik krizler, toplumsal çalkantılar, iklim değişikliği, göçler, savaşlar, küresel salgınlar, afetler gittikçe bizim hayatla aramızdaki bağı kopartacak hale getiriyor. Kendimizce hayatın anlamını bulduğumuz şeye sıkıca sarılıp onun kopmasına izin vermemek. Benim için sanat bu ‘bağ’ demek. Şimdilik tabii… Hayat ne gösterir, bilemem.
Beyaz perde ve televizyonun yanı sıra yeniden tiyatro sahnesine dönmek, tiyatronun bir parçası olmak nasıl hissettiriyor?
Ayşe Lebriz Berkem: Tiyatro benim ‘olmazsa olmaz’ımdır. Asla vazgeçemem. Dizi ise hayatıma çok sonraları girdi; orada da var olmayı sevdim ama zaten oyuncu için ha sahne ha kamera önü ne fark eder ki…
Yeter ki ‘oynayabilmesinin’ koşulları sağlanabilsin, olgunlaşabilsin. İyi bir metin veya senaryo, iyi bir yönetmen, iyi ve uyumlu bir ekip arkadaşlığı istenen ve özlenen bir bütüncüllüğü sağladığında tadından geçilmez oluyor. Tiyatroda iki şey şahsen beni büyülüyor; prova süreci zamansal açıdan derinleşmeyi sağlayabilecek olanağı sunduğu için ve her oyun seyirciyle hem fiziksel olarak hem de enerjilerimizle bir buluşmayı yaşattığı için. Bu bana eşsiz bir tat veriyor. Suya yazılmış gibi olmasını da zamanla kendi nefsimi terbiye etmek için fırsat bildim. Oynuyorsunuz ve bitiyor. Bir dahaki oyun bir başka buluşma. Oysa bir dizide ve filmde oynadıysanız, her zaman izlenebilir.
Serhat Teoman: Yıllar sonra beraber tiyatro sahnesine dönüyoruz ama bu uzun zamandır tiyatronun bir parçası olmadığımız anlamına gelmiyor bence. Sahnede değildik belki ama sahnenin hayalini kurarak hazırlıklarımızı yapıyorduk. Bizler için tiyatronun yeri her zaman daha başkadır. Daha yakın, daha gerçek ve yüz yüze bir duygusu vardır. Bu da heyecanların en büyüğü bizler için. Paylaşımın bu kadar yüksek ve reaksiyonun anında alındığı bu er meydanını gerçekten çok özledik. Eksiksiz bir şekilde seyircimizin karşısına çıkmak için ekip olarak çok çalışıyoruz ve çok heyecanlıyız.
Buğra Gülsoy: Oyunculuk yolculuğum tiyatroyla başladı. Dolayısıyla içimdeki sahne keyfi ve sevgisi hep var oldu, hep de var olacak. Birebir, hemen önünüzdeki kalabalıkların dibinde oynuyor olmak hem çok büyük bir heyecan hem de -hiç kesilmeden- karakterini en başından sonuna kadar taşıyabilme gayreti büyük bir haz benim için.
Burak Sarımola: Uzun süredir tiyatro yapmadığım için ben çok heyecanlıyım. Sahneye çıkmayı, insanlarla sıcak temasta olmayı çok özlemişim. Evet, sinema ve televizyon çok güzel ama tepkileri biraz daha sıcağı sıcağına almak güzel olacak. Tiyatro benim için ancak doğru insanlarla yapılacak şahane bir sanat dalı.
Cırcır Böcekleri, İtler ve Biz, aynı zamanda ‘Art 12 Entertainment’ çatısı altında hayata geçiyor. Dostluğunuz ve rol arkadaşlığınızın yanı sıra Art 12 Entertainment ile birlikte yeni bir adım daha atıyorsunuz. Peki, nasıl karar verdiniz böylesi bir girişimin parçası olmaya?
Buğra Gülsoy: Art 12, yeni bir macera bizim için. Serhat’la birlikte bu yeni çatı altında sanat ve eğlence sektörüne yeni içerikler kazandırma hedefindeyiz. Özümüz hiç değişmedi: “Önce kendini eğlendir, kendin keyfini çıkar, anlatmak istediğini anlatabilmek için çabala. Sonrası kendiliğinden gelecektir.” Sürekli bizim oynadığımız veya yönettiğimiz yapımlar yapmak değil amacımız. Herkese kapıyı açmak. Birlikte üretmek. Birlikte paylaşmak.
Serhat Teoman: Art 12, ilk projesi olan ‘Cırcır Böcekleri, İtler ve Biz’ oyunuyla yolculuğuna başlıyor. Bundan sonra da Buğra’yla birlikte sevdiğimiz inandığımız projeleri yapmaya devam edeceğiz. Projelerde her zaman oyuncu ya da yönetmen olarak yer almak zorunda değiliz. Çünkü hayalimiz buranın bir oyun alanı olması ve en büyük amacımız, bu özgür platformu aynı dili konuştuğumuz insanlarla beraber üreterek büyütmek.