"Bir yere ait olma fikri beni korkutuyor"
Yeni romanı İskender için yollara düşeli çok olmuştu Elif Şafak’ın.
Siz bir yazarsınız ama toplumda var olan
ilk algı yazar sıfatınızın önüne eklenen
kadın sıfatı. Yani Elif Şafak denince kadın
yazar denilip sonra diğer özellikleriniz
sıralanıyor. Hem evrensel olarak hem
de Türkiye perspektifinden baktığınızda
kadına yönelik bir pozitif ayrımcılığa
destekliyor musunuz?
Ben kadına yönelik pozitif ayrımcılığı
canı gönülden destekliyorum. Evet, buna
ihtiyaç var. Çünkü ne yazık ki kadınlar
eşit şartlarda çalışmıyor, eşit şartlarda
yaşamıyor. Özellikle siyasette. Yerel ya
da ulusal düzeyde kadınların oranının
pozitif ayrımcılık olmaksızın yükselmesi
çok zor, gelişmiş bütün ülkeler bunu bu
şekilde çözdü. Bizde de pozitif ayrımcılığa
ihtiyaç var. Siyasette çok daha fazla sayıda
kadın görmek istiyoruz. Her kesimden, her
fikirden kadın.
İki ayrı cinsin toplum hayatında tam
olarak eşit olabilmesi mümkün mü?
İki cinsin eşit olması elbette mümkün, bu
demek değil ki ‘aynı’ olmak durumundalar.
İyi bir internet ve sosyal medya
kullanıcısısınız. 22 Ağustos şu anda
gündemden düşmüş durumda ama
‘internet sansürleriyle’ ilgili olarak neler
düşünüyorsunuz?
Ben fikir ve ifade özgürlüğünün önemine
inanan biriyim. Gerçek bir demokrasi
ancak bu olgunluğa ulaşabilmekle
mümkün. Çok renkli, çok sesli sivil toplum,
çoğulcu demokratik bir sistem ve tabii insanların özgürce fikirlerini yazabildikleri
internet ortamını önemli buluyorum.
Öte yandan belli konularda internetin
denetlenmesi gerektiğine inanıyorum,
bu ayrımı yapabilmek önemli. Çocuklara
yönelik sayfalar böyle. Ya da mesela hate
speech (nefret söylemi) denilen ve zaman
zaman doğrudan doğruya şiddete çağrı
yapan, davet eden bir söylem var. Bunun
denetlenmesi önemli. Dolayısıyla tavrım
özgürlüklerden yana ama bazı nüansları da
görmek lazım. Bu bütün dünyada şu anda
tartışılan bir konu aslında.
Çok temel,
evrensel ama bir türlü konuşamadığımız,
yeterince tartışamadığımız soruları ele alıyor
bu kitap. İskender dönüşüyor, değişiyor
roman boyu. Çok bıçkın, katı, serseri
tabiatlıyken yüreği yumuşuyor ve bunda
tasavvufun da rolü var. Sevgi muhakkak ki
çok güzel bir enerji kaynağı. Ama ne yazık
ki sevdiklerimizi mutsuz da edebiliyoruz.
Yahut sevdiklerimiz bizi mutsuz ediyor.
Neden böyle habire hırpalıyor yahut
hırpalanıyoruz? Neden kalbimizi teslim
ettiklerimiz eninde sonunda kalbimizi
kıranlar oluyor? Sevginin ve aşkın karmaşık
halleri üstüne bu roman, tüm bunları ele
alıyor.
İskender’de temelde ırk ayrımlarının
hayatlarımızda yarattığı derin yaraları
da konu ediyorsunuz. Peki Türkiye’de şu
anda yaşanan Kürt-Türk ayrımının yeni
acıların başlangıcı olacağını düşünüyor
musunuz?
Türkiye’de şu anda yaşanan Kürt-Türk
ayrımının ırkçı, dışlayıcı bir söyleme
dönüşmeden, barış, demokrasi ve
huzur içinde çözülebilmesini yürekten
arzu ediyorum. Bunu el birliğiyle hep
beraber çözebiliriz ancak. Birbirimizi
dinleyerek, farklılıklara saygı göstererek,
bir arada yaşamanın önemine inanarak ve
demokrasiden vazgeçmeden. Şiddetle hiçbir
şey hallolmaz. Şiddet, şiddetle çözülmez.
Bize gereken barış. Bize gerek yüreklerimizi
yumuşatmak, kendini ötekinin yerine
koyabilmek ve hep beraber ortak değerler,
üst kimlikler etrafında kenetlenerek huzurlu
bir demokrasi kurmak.
Kitapta Pembe ve İskender’in ilişkisi
gerçekten travmatik bir şekilde bitiyor.
Sizin oğlunuzla olan ilişkiniz nasıl?
Oğlumla ilişkim çok şükür güzel. Ama
elbette ben de kendimi sorguluyorum. Ben
acaba oğlumu nasıl yetiştiriyorum? Ben de
benzer hatalar yapıyor muyum? Kendime
eleştirel bir gözle bakıyorum devamlı.
Ona ismiyle mi hitap ediyorsunuz, yoksa
başka bir hitap şekliniz var mı?
İsmiyle hitap ediyorum, benim de
var elbette sevgi sözlerim ama bunlar
Pembe’ninkiler gibi ‘aslanım’, ‘sultanım’
filan değil. Romanda bir de Yunus var tabii.
O da İskender’in kardeşi. Aynı aile içinde,
aynı çatı altında büyüyorlar ama kişilikler
çok farklı. Yunus derviş kalpli. Çünkü onu
farklı yetiştiriyor.
Dünya ve Türk edebiyatının önemli
isimleri yazdıklarının dışında sosyal
hayatta da hep öncü olmuşlardır. Yani
başka bir deyimle anlatacak olursak
aktivisttir onlar; Halide Edip, Kemal
Tahir, Nazım Hikmet, Yaşar Kemal ve
daha nice edebiyatçı toplumun hem
en çok okunanları hem de arkasından
gidilenlerdi. Onlar sürekli bir başkaldırı
halinde gördükleri yaralara, yazıları
dışında da karşı çıktılar. Siz de çok okunan
ve toplumun yaralarına neşter atmaktan
çekinmeyen bir yazarsınız. Aktivist
duruşunuz sizce önemli mi yoksa ben
yazarım, bir kenara çekilirim, okuyanlar
kendi kararlarını kendileri versin mi
dersiniz?
Bence yazar zaten sorgulayan, soru soran,
eleştirel düşünebilen, yeniliklere açık bir
insandır. Ben pek çok meseleyi tartıştım,
tartışıyorum. Öte yandan yazar kendini
toplumun üstüne ya da önüne koymaya da
çalışmamalı bence, bir şeyler ‘öğretmeye’
kalkmamalı. Ben okurlarımla eşit düzlemde
görüyorum kendimi, biz her romanda bir
yolculuğa çıkıyoruz beraber. Ruhdaş olarak
görüyorum okurlarımı. O eşitlik içinde
bakabilmeyi tercih ediyorum.
Evliliğiniz sürekli yazılıp çiziliyor. Bir
yazar ve bir gazetecinin evliliği neden bu
kadar çok dikkat çekiyor?
Başkalarının evlilikleri hakkında konuşmak,
atıp tutmak o kadar kolay ki. Türkiye’de
böyle bir kolaylık var ne yazık ki. Ben bu
tür dedikodu ortamlarına, polemiklere
girmiyorum.
Nasıl bir eşsiniz? Modern bir hayat
sürmenize rağmen kadına yüklenen
sorumluluklar sizin hayatınızda da var mı?
Ben berbat bir eşim. Eğer iyi eş olmaktan
iyi yemek yapmayı, evi çekip çevirmeyi,
kocanın programını ondan daha iyi
bilmeyi, kıyafetlerini ütülü tutmayı, sofra
donatmayı... Ve bu tür şeyleri anlıyorsak.
Sevdiğim erkek için iyi bir dostum galiba,
iyi bir sevgili, iyi bir hayat arkadaşı...
Ama ‘eş’ olarak doğrusu pek başarılı
bulmuyorum kendimi.
Çok kırılgan, çabucak incinecek gibi
duruyorsunuz. Öyle misiniz gerçekten?
Kırılgan gibi durduğumu zannetmiyorum.
Dışarıdan yumuşak durduğum için öyle
gelebilir ama tam tersine ‘su’dur benim
mizacım: Katı olan şey kırılır; su kırılmaz ki,
esnek, akışkan, değişken olmak başka bir şey
bence...Doğduğunuz günden beri yollardasınız
aslında… Ankara, Madrid, Strasbourg,
Köln, İstanbul… Hiç bitmeyecek bir
yolculuk gibi duruyor… Bir şehre ait olma
fikri sizi korkutuyor mu?
Bir yere yerleşme fikri beni korkutuyor.
Panikliyorum. Bence üç türlü insan var:
göçmenler, çiftçiler ve bir de göçebeler.
Göçmenler hayatlarında bir büyük, temel
yer değiştirme yaşayıp ardından bir
düzen kuranlar, yani yerleşenler; çiftçiler
başından beri zaten yerleşik düzende
olanlar; göçebeler ise bir türlü bir yere
yerleşemeyenler. Onlar sürekli gurbet,
hasret, sıla, bunları düşünerek kalıplarını
oradan oraya taşımaktalar...
Yollarda olmak, keşfetmek size neler
hissettiriyor?
Ben yolculukları, gidebilmeyi seviyorum.
İlla da gittiğiniz yerin önemi de yok. Zaman
zaman gidebilmek, kendine dışarıdan
bakmak, tekerrüre kapılmamak, kendini
tekrar etmemek... Bu sanat için çok güzel
ama sanatçının kendisi için çok zor, yorucu.
Elif Şafak neden sürekli yollarda?
Bilmem, hakikaten... Bazen diyorum ki
Allah beni de böyle yaratmış herhalde,
hani hepimizi çeşit çeşit yaratmış ya,
kimini sakin, kimini taşkın, benim payıma
da hikayeleri kovalayıp durmak düşmüş
sanırım...
Nasıl başladı İskender’in yolculuğu?
Bu romanın hikayesi uzun süredir
zihnimin bir köşesinde duruyordu ama
cesaret edemedim yaklaşmaya, yazmaya;
zamanını bekledim. Bu bir ailenin romanı.
Sevdiklerimizi incitmek, sevmek ve sevmeyi
becerememek üstüne bir hikaye aynı
zamanda. Toplam yazma süresi 1.5 seneyi
buldu. Bunun altı ayı yoğun araştırma,
okuma, notlar alma kısmı, bir senesi de
yazım aşaması.
İskender’i sizin için özel kılan ne?
İskender’i karakter olarak özel kılan çok şey
var. Ama en önemlisi, bence biz kadınlar
İskender’i anlamadan, onun neden ve
nasıl bugünkü kişiliğine büründüğünü
çözemeden kadın sorunlarını çözemeyiz.
Neden oğlan çocuklarımız İskenderleşiyor?
İskenderler neden bu kadar kalp kırıyor,
incitiyor? Hani hep kadın sorunlarını aşmak
için kadınlara odaklanıyoruz ya, halbuki
esas erkeği anlamak, erkeklik nasıl inşa
ediliyor, onu görebilmek ve çözebilmek
lazım.
Farklı şehirlerde roman yazmak daha mı
iyi geliyor size?
Aslında bana hareket halinde olmak iyi
geliyor. Sessizliği sevmiyorum. Mesela
düzenli çalışma masalarında hayatta
yazamam. İlla ki ses olacak, dağınıklık
olacak. Gürültü, patırtı, müzik olsun
istiyorum. Monotonluğu, tekrarları
sevemiyorum. Yenilenmek, tazelenmek, keşfetmek, gitmek ve gelmek, ayrılmak ve
dönmek... Bunlar daha iyi geliyor bana.
Romanda geçen mekanları incelemek için
gittiğinizde muhakkak oraya
yerleşir misiniz?
Yok, yerleşmek şart değil. Mesela AŞK’ı
yazarken... Oradaki Aziz Zahara karakteri
Amsterdam’da yaşar. Amsterdam çok
sevdiğim bir şehir ama tutup oraya
yerleşmedim. En azından şimdilik…
En çok nasıl seyahat etmeyi seviyorsunuz?
Okuyarak. İnsan en güzel yollarda okur
bence. Böyle beklettiğim kitaplarım var
benim. Trende, otobüste, nerede olursam
olayım kitabımı alır okurum, okumak da
bir yolculuk ya, yolculuk içinde yolculuğa
çıkmak gibi... Bazen de yürürken okurum.
Şaka yapmıyorum, birkaç defa düştüğüm
bile oldu böyle.
Röportajdan iki gün önce
elime geçti İskender. Bütün
işi gücü bırakıp heyecanla
okumaya başladım. Romanın
ilk cümlesi; ‘Benim annem
iki kez öldü.’ Daha baştan beni, bizi sarıp
sarmalayan, yaralarımıza neşter vuran
bir kitabı elimde tuttuğumu anladım. Ve
yanılmadım… Kitap anne-oğul ilişkisini,
‘oğulları’, ırkçılığı, kadına şiddeti, aileyi,
sevgiyi, erkeğe dayatılan toplum kurallarını,
sevgisizliği, hırsı, aşkı, inançları… İnsana
dair pek çok şeyi sorgulamama sebep
oldu. Sanırım O’ndan ‘havadan sudan’
hikayelerle dolu bir kitap bekleyen de
yoktu… Kitabı bitirip çekim ve röportaj
için Şafak’la birlikte şehrin biraz dışına
çıktık. Onu çok sevdiği yollara düşürdük;
“Neden sürekli yollardayım bilmiyorum,
hakikaten… Bazen diyorum ki Allah beni
de böyle yaratmış herhalde, hani hepimizi
çeşit çeşit yaratmış ya, kimini sakin,
kimini taşkın, benim payıma da hikayeleri
kovalayıp durmak düşmüş sanırım...”
Şafak yol sevdasını böyle anlatıyor ama
bir yere tamamen yerleşme fikrinin onu
korkuttuğunu da itiraf ediyor ve ekliyor:
“Bence üç türlü insan var: Göçmenler,
çiftçiler ve bir de göçebeler.” Şafak’la
‘muhabbet’teyiz.
Kitabınızın arka kapağında bir yazı
gözümüze çarptı. Şöyle diyor; “Şu hayatta
insan en çok sevdiklerini acıtır. En derin
yaralar ailede açılır, kabuk tutsa bile kanar
hikaye, içten içe…” En çok sevdiklerini
acıtan insanlardan bahsediyoruz. Oysa
bizim bildiğimiz sözlük anlamında sevmek
ve onun getirdiği sevgililik kavramı
acı, ızdırap, keder ve hüzünle değil de
mutluluk, paylaşım, huzur gibi sözcüklerle
daha anlaşılır kılınıyor. Öyleyse
sevdiklerinin canını acıtmak nasıl bir ruh
halidir?
Bence öyle. Şu hayatta en derin yaralar
hep ailede açılıyor. Şu anda yaşadığımız
pek çok hüznün, sorunun temelleri
orada yatıyor. Benim esas derdim en
sevdiklerimizi nasıl yanlış anladığımızı,
hırpaladığımızı, engellediğimizi anlamak
ve anlatmak. Ana-oğul ilişkisine, kardeşler
arası hem kıskançlık hem sevgi barındıran
dinamiklere, babalarımızın hatalarının
bizdeki yansımalarına, kuşaklar arası
kopukluklara da bakıyorum... Yollarda fikirler mi büyütüyorsunuz?
Ben sokakları çok severim aslında. Epey
yürürüm. Yürürken insanları seyrederim,
duvar yazılarını, arabaları, arkalarındaki
çıkartmaları, ne bileyim böyle ufak ufak
şeyleri saksağan gibi toplarım kendimce.
Peki karşılaştığınız insanların sessizce
karakter analizini yapmaya çalışıp, onları
romanlarınıza misafir ettiğiniz oluyor mu?
Karşılaştığım insanları açık bir kitap gibi
kabul edip okumaya çalışırım ama bu
onları dikizlemek ya da özel hayatlarına
burun sokmak anlamında değil: Daha
çok enerjilerine bakmak... Dinlemeyi
severim. Genelde iyi bir dinleyiciyim.
İlk kitabınızı yazdığınızdan bu yana Elif
Şafak’ta neler değişti?
İlk romanım Pinhan’i 24 yaşımda yazdım.
O günden bu yana bende çok şey değişti
elbette. Bunun takdirini en iyi okurlar
yapar bence. Ama değişmeyen şeyler de var.
Mesela dile olan sevdam, hikayelere olan
tutkum, tasavvuf... Bunlar hep aynı kaldı.
Hakkınızda bir sürü şehir efsanesi var;
sizin kendiniz hakkında duyduğunuz en
komik ve gerçek dışı şehir efsanesi neydi?
O kadar garip efsaneler var ki. Benim
tasavvuftan dolayı senenin bir kısmını
çilehanede sadece su ve kuru ekmekle
beslenerek, kimseyle konuşmadan
geçirdiğimi ya da dünya nimetlerine
kapılmamak için enseme çengelli iğne
taktığımı zannedenler bile var. Bunu yazan
ya da söyleyenlerdeki hayal gücü yazarlarda
bile yok.
Tabii ki değil çünkü farklıyız. Ama eşit
imkanlar içinde eşit eğitim almak, eşit
koşullarda çalışmak... Mümkün olduğunca
insanca, eşitlikçi, vatandaşlarını üzmeyen
incitmeyen, bireylerini mutsuz etmeyen,
farklılıklara saygılı bir toplum neden
mümkün olmasın?
Özellikle son günlerde ülkemizde töre,
namus gibi sebeplerle kadınlar dövülüyor,
eziliyor, ağır fiziksel ve tinsel şiddete
maruz bırakılıyor. Kitabınızda buna da
değiniyorsunuz...
Türkiye’de kadınlara yönelik baskı ve
şiddetin vahametini bir an evvel görmek
durumundayız. Her geçen gün yeni bir
olay yaşanmakta. Bu sadece memleketin
az gelişmiş köylerinde olmuyor, her yerde
yaşanıyor. Cinsiyetçilik çok önemli bir
sorun. Bu konuda yapacak çok şey var.
Yeni yasal düzenlemeler geliştirilmeli,
polisin daha duyarlı yaklaşması, toplumun bilinçlenmesi, kadınların çaresiz
bırakılmaması için hepimize düşen görevler
var. Yeni meclis döneminde ele alınan ilk
yasa bu olur diye umut ediyorum. Daha sert
cezalar, elektronik kelepçe uygulaması, daha
bilinçli bir yaklaşım... Çok şey var yapacak
ve yapmalıyız hep birlikte.
‘Sultanım’ diye büyüttüğü çocuk, annesine
ihanet ediyor. Bir çocuğu bu kadar
dolduran toplumsal etik, ahlak kuralları
mıdır yoksa kıskançlık mıdır?
Pembe oğlunu ‘Sultanım’ diye diye
büyütüyor. Üç çocuğunu da çok seviyor
ama oğlunu hep kayırıyor, ayrıcalıklı
büyütüyor. Ama aynı zamanda o çocuğu
‘erkek gibi olması’ için eğitiyor. Ağlasa, en
ufak bir korku ya da zaaf gösterse en çok o
eleştiriyor. Oğlunu belli bir erkeklik kalıbı
içine girmeye zorluyor. Kızına devamlı sofra
kurmayı toplamayı öğretirken, oğlu bir
bardak su almak için bile mutfağa girmiyor.
Böyle büyütülüyor. Bunların da etkisi var
tabii. Bence ataerkil bir toplumda kadın
olmak kolay değil, doğru. Ama erkek olmak
da hiç kolay değil, erkekler üzerinde de
ciddi bir baskı kuruyor mevcut davranış ve
düşünce kalıpları.