Bonomo EVRENİ
Hayatı başka bir yerinden yakalamış ve merdivenleri kendi keşfettiği basamaktan başlayarak çıkmayı seçmiş Can Bonomo...
Müzik hayatına henüz sekiz yaşındayken gitar çalarak
başladığınızı biliyorum. O zamanlar en çok çaldığınız ve sevdiğiniz şarkıyı hatırlıyor
musunuz?
O
zamanlar müzik mağazalarında metot kitapları satılıyordu. Hala da satılıyordur muhtemelen.
Günümüz popüler müziğinin deşifre edilmiş akorları... Gitar çalmayı öğrenmek istememin
asıl sebebi o metotlarda yazan şarkıları ezbere çalıp söyleyebilmekti. Dolayısıyla
müziğe klasik gitar eğitimiyle başlamamın stratejik bir hata olduğunu dört sene
klasik müzik eğitimi aldıktan sonra anlamış oldum. Bir virtüöz ya da esaslı bir
gitarist olmak istemiyormuşum demek ki. Çok sevdiğim birkaç şarkı vardı, onları
çalıp söylesem yetermiş. Eleanor Rigby, Mr. Pleasant... Başlayıp da sonunu
getiremediğim ilk ve tek iş oldu klasik müzik. Artık gitarımla istediğim şarkıyı
çalıp söyleyebiliyorum en azından.
Müziğin yanı sıra oyunculuğa olan ilginiz nasıl başladı? Yeni bir dizi projesiyle de bu sezon ekranlardasınız.
İstanbul Bilgi Üniversitesi’nde sinema okuduğum dönem birçok kısa filmde çalıştım. Benim eğitimim daha ziyade senaryo üzerineydi. Çok fazla film yönetmem gerekmediği için de bol bol filmde oynamam gerekti. Kameraya o dönem ve geçmişte yaptığım televizyon programlarından alışkındım. Oynadığım rolleri, filmleri yöneten arkadaşlarımla beraber yazdığım için çok zorlanmıyordum. Daha sonra birkaç dizide yine ufak tefek rollerim oldu. Yeni başlayacak olan ‘Aile İşi’ dizisinde oynadığım rolün teklifi de çok sevdiğim arkadaşım ve büyüğüm Jale Atabey’den geldi. Benden dizinin jenerik müziğini yapmamı ve aynı anda çok eğlenceli bir yan rol olan Berk karakterini canlandırmamı istedi. Karakter aşağı yukarı bana benzediği ve tek kelimeyle muhteşem bir ekibi olduğu için teklifini kabul ettim.
Oyunculuğun sizi çok zorladığı oldu mu?
Henüz oyunculuğumu sınayacak bir rol teklifi almadım. Hoş, alsam da kibarca reddetmek durumunda kalırım. Zira öyle bir cürette bulunabilmem için oyunculuğumu sınayacak doğru düzgün bir eğitim almam gerektiğine inanıyorum. Öğrenmeye ayırdığım vaktin büyük bir kısmını müziğe ve kalan kısmını şiire harcadığım için oyunculuk yapacaksam üstüme yakışan küçük rollerle yetinmeye devam ederim diye düşünüyorum.
‘Aile İşi’ dizisindeki karakterinizi biraz anlatır mısınız?
Ortak yönlerimiz var. Mesela bazen ikimiz de çok ukala olabiliyoruz. Öte yandan giyim zevklerimiz asla birbirine benzemiyor. Biraz aklı havada, biraz ketum ve çok özgüvenli bir karakter Berk.
Yaratıcılığınızı ortaya çıkarmak için motivasyonlarınız
neler?
Ben çalışmanın gücüne inanıyorum. Her gün disiplinli bir şekilde çalışmak... Bir şeyi 10 bin saat yaparsanız o işte mükemmel olabilirsiniz. Artık her şeyden çok kolay sıkılıyoruz. Bir şeyi bilmemek ve bilmek arasındaki öğrenme süresi gittikçe kısalmaya başladı. Ben yeni şeyler keşfetmek istiyorum. Motivasyonum tam olarak bu; kendimden büyük şeyler yaratmak. Bunun için hep çok çalışmam gerekiyor. Ben de her gün çalışıyorum.
Müziğinizle ya da kendinizle ilgili anlaşılma kaygınız oldu mu?
Yaptığım işler hep küçük topluluklara hitap eden işler oldu. Müzikte alternatif tarz, edebiyatta şiir, resimde illüstrasyon.
Hayatınızda, hayalinizde olmak istediğiniz kişiye ne kadar yakınsınız?
Hedeflerim benden daha hızlı ilerliyor. Mutluyum ama memnun ya da tatmin olmuş sayılmam.
Size dair hiç bilmediğimiz, bugüne dek saklı kalan
ne var?
Bir insanı tamamen, tüm hikayeleri, tüm beklentileri, tüm yaşanmışlıkları, tüm gerçekleri ve her şeyiyle ezbere anlatabilecek kadar tanıyıp bildiğiniz seviyeye 100 birim diyelim. Bu doğrultuda saklı kalan kısım aşağı yukarı 99.8.
Bir süper gücünüz olsaydı, ne olsun isterdiniz?
Dokunduğum bir kitabı başından sonuna kadar özümseyip kavramak. Öte yandan kitap okumayı da sevmiyor değilim. Ya da gözlerini bir dakika kapatıyorsun ve vücudun yedi saatlik rahat bir uyku uyumuşsun gibi fonksiyonlarına devam ediyor... Nereden baksan hayatı 1.5 kat daha fazla yaşamak demek bu. Gerçi herkes uyuyor oluyor gece. Kötüye kullanabileceğim bir şey olsun istemiyorum. Belki süper gücüm olunca çok bozacağım kendimi. Bilemezsin ki. Hayvanlarla konuşabilmek de iyi olabilirdi. ‘Hey kurt, beni koru!’, ‘Köpek gel öpeyim’, ‘Arı lütfen git buradan’ gibi.
Hayatınızın hangi evresini sıfırdan yaşamayı isterdiniz?
Bu zamana kadar verdiğim kararlardan daha sonra işime yaramayacak hiçbir pişmanlık duymadım. Dolayısıyla geri dönüp bir şeyleri değiştirmek riskli olacak. Aklıma hemen, ‘Hayatımın en mutlu dönemi neydi?’ sorusu geldi. Açıkçası oraya geri dönmek istediğimden emin değilim. Mutlu anılar bir sonları olduğu için mutludurlar. Bittikleri yerde de mutsuz anılar başlar. İlk köpeğinizle kucaklaşıp beraber uyuduğunuz günü en güzel anınız olarak hatırlayabilirsiniz; ama unutmamak gerekir ki köpek yaşıyorsa bu güçlü bir anı sayılmaz.
Sadece bir gecelik neyi değiştirme gücüne sahip olmak isterdiniz?
Kendimi değiştirebilir miyim? Kuş olmak isterdim. Keşke gündüz değiştirebilseydik. Martı Jonathan Livingston diye bir kitap vardı. Diğer martılar yaşam mücadelesi verirken Jonathan aerodinamik deneyleri yapıyordu. Bir gecelik dedin diye tabii. Yoksa karga olurdum.
Söz yazan insanlara hep hayranlık duyarım. Aşkı hangi kelimeleri seçerek anlatırsınız?
Aşk kocaman bir şey ve maalesef diğer bütün duygular gibi kelimelere sığdırması çok güç. William Shakespeare’in Romeo ve Juliet çevirisi 200’ün üzerinde sayfa. Öte yandan aşkı tarif eden muhteşem şiirler de yok değil. Aşkın kısa bir tarifi şöyle yapılabilir: Aşk iki insanın bir lastiği iki ucundan tutup çekmesi gibidir. Eğer biri bırakırsa, acı çeken kişi lastiği hala elinde tutan kişi olur. Gayet makul. Tek sorun şu ki aşkı anlatırken aşkı anlattığımı açıklamak zorunda kaldım. Aynı anlatıdan aşk terminolojisini çıkaracak olursak, etki tepki kuramını anlatan sıkıcı bir fizik metni elde etmiş oluyoruz. Dolayısıyla aşkı anlatan en güzel kelime yine aşkın kendisi olmuş oluyor. Ne çok aşk konuştum.
Duygularınızı kontrollü mü yoksa uçlarda mı yaşarsınız? Kendinize ilişkide sınırlar çizer misiniz?
Teşhis edilmiş psikiyatrik bir rahatsızlığım yok, hayır. Duygu durum bozukluğu yaşamıyorum. Borderline’ım da yok. Uçlar falan yok yani. Lütfen, o deli gömleği tutan arkadaş dışarı çıksın artık! Şaka bir yana eskiden daha bir uçlarda yaşıyordum. Zamanla olgunlaşıyorum galiba. İnsanın derisi de gitgide kalınlaşıyor. Kurduğum her ilişkide birtakım sınırlar var. Her zaman vardı. Sadece bu sınırlara saygı gösteren insanlar hayatımın bir parçası olabilirler. Bu, insan zekasının natürel seleksiyonu gibi bir şeydir. Bana iyi davranırsan, benimle konuşabilirsin. Bana kötü davranmaya başlarsan, neslin tükenir. Senden sonra senin yerine gelen kişi için hayat artık biraz daha zordur. Çünkü beni öldüremediğin için senin türüne karşı bağışıklık geliştirmiş olurum.
Sizce dünyada aşkın yerini doldurabilecek bir şey var mı?
Çok basit soru. Anneannemin kurabiyeleri. Bunu herkes biliyor zannediyordum.
Bir sabah uyanıp da tamamen duygularınızı kaybetmiş, artık hiçbir şey hissedemiyor olsanız ne yapardınız? Duygusuz olmak belki de insan için daha sağlıklı olandır, ne dersiniz?
Önden böyle şeyler düşünüp telaşlanmaya hacet yok. İnsan evriminin son basamağında gururlu bir homo sapiens olarak içsel ve çevresel faktörlerle zihinsel değişimler yaşadığım için kendimden gayet memnunum. Yaşamayacaksam karga ya da panter olmayı tercih ederdim zaten veya daha havalı bir hayvan. Gerçi gelirken de sormadılar, ‘Ne olmak istersin?’ diye. Duygularımızın olması bizi daha kırılgan yapabiliyor evet, ama şunu da düşünmeliyiz ki yalnızca hayvansal içgüdülerimizle hareket etseydik dünya olduğundan çok daha tehlikeli bir yer olurdu. Bana bir şey olmazdı tabii kar kaplanı olduğum için. Sizin için söylüyorum.
Bir deftere karaladığınız ve hep orada kalan bir dizeniz var mı?
Yazıhanemin her yeri defterlerle dolu. Gün içinde durmadan yazdığım şeylerin yüzde doksanı defterlerden çıkamıyor. Orada kalıyorlar. Dolayısıyla evet var, ama paylaşmaktan çekinmeyeceğim düzeyde olsalardı zaten sadece defterde durmuyor olurlardı.
Röportaj: Ece Üremez
Fotoğraf: Hakan Adil
Çırpınışlarını hep daha yukarıya uçabilmek isteğiyle yaparken, yankılanan ses onun özgün müziğini oluşturmuş. O kendi alanında ustalaştıkça biz arkasında bıraktığı ezgileri takip ederek peşine düşmüşüz. Çünkü bu dünyalı bir başka dostum!
Onun penceresi gökyüzünde, bu dünyanın çok dışında, uzaklarda, yukarılarda... O yüzden melodileri bu kadar alışılmadık, yazdıkları bu kadar bilinmedik, çizdikleri bu kadar görülmedik... İçinden çıkamadığınız anda kendinizi sorgulatan, anladığınızı sandığınız anda bir daha düşündürten, sessizlik istediğinizi zannettiğiniz anda daha çok haykırtan pek donanımlı bir sanatçı, özel yapım bir adam. Hem içinde olduğu anı yaşayıp hem paralel evrende başka bir anı yaşıyormuş gibi davranan biriyle ben daha önce karşılaşmamıştım. Ama etrafınızda bir yerlerde Can Bonomo varsa bunun ve çok daha fazlasının mümkün olabildiğine şahit oluyorsunuz. Mesela müzik duymadan ritmi hissedebiliyor ya da kalem tutmadan dizeler yazabiliyor çünkü hayatı yaşamasını biliyor. Hedeflerinin peşinden son hız koşarken, yazıhanesine çekilip nefes almayı hatırlıyor. Kelimelerle ve duygularla besleniyor, aydınlık olunca oradan ayrılıp tekrar yola koyuluyor. Mutlu anıların bir sonu olduğu için mutlu olduklarının bilinciyle yenilerini biriktirmek için adım atmaktan korkmuyor. Gücünü kitaplarından, motivasyonunu çok sıkı ve disiplinli çalışmaktan alıyor. İkimiz de ‘kendini konuşarak değil yazıyla daha iyi ifade edenler kabilesi’ne mensup olduğumuzdan, aşkı anlatmak için hangi kelimeleri seçeceğini ilgiyle soruyorum. Aldığım yanıtsa bir fizik teoremini işaret ediyor. Onun için aşk bir dörtlük kadar akılda kalıcı, metafor kadar güçlü, kafiye kadar güzel. Anlaşılan o ki, Can Bonomo hem melankolik hem deli dolu olarak şekillenebilen ruhunun içinde dilediği gibi süzülmeyi başarabiliyor. Kalıplara bağlı kalmadan, sınırlara aldırış etmeden, genellemeleri dikkate almadan yarattığı ve ‘İstanbul Müziği’ olarak tanımladığı alternatif müzik tarzına kavuşmadan önce neler olduğunu merak ettiğinizde ise küçükken yola beraber çıktığı klasik gitarı karşılıyor herkesi. Hayatının tek duraksama dönemini kapsayan klasik müzik eğitimini her ne kadar o stratejik bir hata olarak değerlendirse de bugünkü çeşitliliğinin temelinde yatanın bu olduğunu bilmek güzel. O zaman derin bir nefes alın ve bir kez olsun çevrenize kayıtsız kalmayı seçin çünkü yanınızdaki kişi Can Bonomo olduğunda aksi pek mümkün olmuyor.
Bir kadını kadın yapan en önemli özellikler neler?
Anatomik bağlamda mı? Bir kere kromozomlarda 46XX olmazsa olmazı bu işin. Şayet 46XY olursa kadın olamıyor, adam oluyor zira. Karıştırıyor da olabilirim. Ama bu yanlış bilgiyle evde bir kaza yapamayacağınız için yanlış olmasının bir ehemmiyeti yok. Kadını kadın yapan özellikler adamı da adam yapan özelliklerdir özetle.
Didem Soydan’la karakterlerinizin buluştuğu ve birbirinizi beslediğiniz noktalar neler?
Çok farklı insanlarız. Bana benzeseydi onu bu kadar sevemezdim herhalde. Ortak ilgi alanlarımız çok fazla. İkimiz de çok okuyoruz. Gezmeyi, spor yapmayı seviyoruz. Yazdığım şeyleri herkesten önce ona okutmayı seviyorum. O da okumayı seviyor. Mutlu bir hayatımız var.
Tanışma hikayeniz nedir?
Pentos diye bir şehirde Didem ve abisi Viserys, Illiyrio Mopatis diye bir adamın malikanesinde kalıyorlar. Targaryen ailesi dağılınca oraya taşınmışlar. Ben o dönemlerde denizin karşısında Khalasar’ımla birlikte Dothrak’ta yaşıyorum. Viserys bana, ‘Gel seni Didem’le tanıştırayım, sen de bana 10 bin tane savaşçı ver’ diyor. Yedi Krallığı geri alacakmış. Benim denizin o tarafıyla hiç işim yok. ‘Tamam’ diyorum. Bence süper bir fikir bu. Hemen ejderha yumurtası alıyorum Didem’e üç tane. Bir de bizde adetten olduğu için ona bizim toprakların en hızlı atını veriyorum. Abisi yanarak ölüyor sonra. Yazık. Çok güzel yaptılar ama diziyi. Geçelim mi buraları?
Dünyada kendinizi en çok ait hissettiğiniz yer neresi?
Yazıhanem. Bana dair en fazla şey her gün burada birikiyor. Kendimi konuşarak değil daha ziyade yazarak ifade edebilen bir insanım. O açıdan yazıhanem bana benden daha çok benziyor.
İstanbul’u seviyor musunuz? Bu şehirde yaşamak sizi sanatsal anlamda ne kadar tatmin ediyor?
İstanbul’u çok seviyorum. Ara sıra dışarı çıkıp hava almamın beni kendime getirdiği dönemler oluyor tabii. Yine de bu sürenin bir ayı geçtiği olmuyor. Ben burada yazıyorum. Her sabah kalkıp çalıştığım yer burası. Burada yazılmış işleri, burada bestelenen müziği çok seviyorum. Buranın dergilerinde yazıyorum. Yaptığım şeylerin beni tatmin edip etmemesini İstanbul’la bağdaştırmıyorum. O benim kendi sınavım. Bir vatandaşı olarak İstanbul’un sanat sahnesinden memnun muyum diye soracak olursan da iyiye gittiğini söyleyebilirim.
İşlerini çok yakından takip ettiğiniz müzisyen, sanatçı, şair var mı?
Can Temiz çok değerli ve yetenekli bir dostum. Onun işlerini takip etmekle kalmıyor her işimizi birlikte yaşıyoruz. İlk albümümden beri benimle olan prodüktörüm ve aynı zamanda kliplerimin yönetmeni olan Can Saban, her çektiği kliple ona olan saygımı kat ve kat arttırıyor. Duman ve Pinhani dinliyorum. Hüsnü Arkan muhteşem bir adam. Küçük İskender benim ilk ustam, yaşayan en büyük şairimiz. Can Evrenol harika bir yönetmen olma yolunda, ilk filmi Baskın müthişti. Jan Ender Can da sevdiğim bir şair.
Size hayatta en çok ilham veren kişi kim?
Hayatın kendisi; çok klişe bir cevap ama bu soru da keşfedildiğinden beri hiç değişmedi. Ben ilham meselesine inanmıyorum. Çok sıkı ve prensipli çalışırsanız mutlaka içinize sinen bir şeyler yapmayı becerirsiniz. Her gün 50 sayfa yazı yazıp 49’unu çöpe atıyorsam masada kalan bir sayfaya ilham demem kendime haksızlık olur. Masada kalan sayfa da çöpe giden 49 sayfa da emektir.
Şu an gözünüzü kapattığınızda aklınızda ilk beliren silüet kime ait?
Üç kere denedim tanımıyorum üçünü de. Sonuncusu Genco Erkal’a benziyordu biraz.
Bir gün müzikten ya da oyunculuktan sıkılırsanız ne yaparsınız?
Huzur içinde ölürüm. Öyle de umuyorum.