Hande'nin manifestosu
Rol aldığı ilk filmle şöhreti yaşamak, hakkında ne konuşulursa konuşulsun kendisi için yaşamaktan vazgeçmemek ve tüm umutlarını yitirdiği bir anda anne olmak... Ancak dizi dizi iltifat sıralamak yerine asıl meseleye gelelim. Hande Ataizi’nin kendine dair açık bir bildiri niteliğinde olan sözleri bir insan olarak onu tanımamıza imkan veriyor.
Röportaj: Ece Üremez
Fotoğraf: Serhat Hayri
O sabah Hande ile sorularımı yanıtlaması için buluştuğumuzu sanmıştım; yanıldığımı anlamam çok uzun sürmedi. Tam iki saat boyunca, kendini doğru anlatabilme kaygısı olmadan, gözümün içine bakarak ve tüm samimiyetiyle paylaştıkları, bunun bir röportajdan çok daha fazlası olduğunu kanıtladı. Aslında onunla ilk tanışmamızın üzerinden dört yıl geçmiş. Bu zaman zarfında hayatında ne kadar çok şeyin değiştiğine birlikte şaşırıyoruz. Tam ümidi kestiği anda anne oluşundan bir yaşındaki oğlu Leon’un şekerpareliğine, evlilik ve aşk ilişkisinden Benjamin ile tanışma hikayelerine yani geçmişe doğru zamanda yolculuğa çıkıyoruz. Anlatırken, iki cümle arasına gizlenmiş öyle kuvvetli mesajları oluyor ki... Üstelik hepsi kendi hayatından parçalar saklıyor. Bir kadın olarak daha da öze inersek bir insan olarak biriktirdiklerini yansıtıyor. Beni en çok etkileyen ise zaman kavramını yorumlama şekli oluyor. Çünkü o, zamanla yarışmak yerine ona hükmetmeyi seçmiş. Öyle ki, Vikipedia’da ince uğraşlarla küçültülen yaşlara inat o gerçekten inandığı yaşta olmanın sırrını çözmüş. Bir Başak burcu olarak deli dolu hallerine ve beklenmedik tepkilerine eşlik eden cesur ruhu ise bugünlerde sükunetin ve huzurun ne demek olduğunu tadıyor. Ne yardan ne serden vazgeçmeyişi, özgürlüğüne düşkünlüğü, mutlu olduğu ne varsa peşinden gitmeyi seçmesi onun dünyasında şu kelimelere karşılık geliyor; “Ben kendim için yaşamayı seçtim.” Ona göre kendimize sormamız gereken en önemli soru; “Seni hayatta ne mutlu ediyor?” İçinde yaşadığımız toplumun onu tek renk yapmasına izin vermeyen Hande, özetle nevi şahsına münhasır bir kadın. Sade ve minimal stiliyle uyum içinde olan, biraz feminen biraz maskulen tavrı ve karakteristik güzelliği ise az önce bahsi geçen zaman kavramına bir kez daha meydan okuyor. Oyunculuk tutkusuna gelince; “Ruhta dengesizlik yaratsa da tüylerin diken diken olmadan yaşamak hiç cezbedici değil” diyor. Anlayacağınız kafasına koyduğunu yapan ve en iyi şekilde yapamayacaksa hiçbir işe adım atmayan Hande’nin hayatında istemediği hiçbir şeye geçit yok. Tam da bu yüzden uzun yıllar sonra özel hayatında mutluluktan hak ettiği payı alıyor. İşin sırrını ise her şeyi akışına bırakmak ve evrenin sizin için en iyi olan seçeneği getireceğine inanmak olarak özetliyor. Şimdi, onun dünyasını biraz daha aralamaya ne dersiniz?
Çünkü artık bir annesiniz, evlisiniz. belki yalnızken daha özgür ve güçlü hissediyordunuz, şimdi sorumluluklar ve öncelikler var…
Evet, aileye bağlılık benim için çok önemli. Ben bir işe girerken de en iyi şekilde yapabileceksem ve tüm enerjimi verebileceksem o işe girmek isterim. Evlilik sadece imza değil, aile kurma kararı alıyorsun ve düzeni en sağlam şekilde muhafaza etmen gerekiyor. İster istemez kişiliğinden ödün veriyorsun, birtakım isteklerini törpülüyorsun, bir sistemin içine giriyorsun... Yanlış anlama bunlar ruhuma çok iyi geldi. Beni dinginleştirdi, hayatıma huzur getirdi. Nefes almamı sağladı. Ama öbür taraftan özgürlüğüme çok alışığım. Şimdi aldığım her kararda iki kere düşünmek gerekiyor. Bir taraftan iyi oldu diyorum, bir taraftan hala çok yeni her şey, geçiş dönemindeyim. Geçmişteki ve bugünkü Hande’yi birbirine adapte etmeye, yaklaştırmaya çalışıyorum.
Çocukken ileride oyuncu olmanın hayalini kurar mıydınız yoksa her şey hayatın içinde kendiliğinden mi gelişti?
İlkokulda öğretmenlerim beni müsamerede başrol almam için çalıştırırlardı. Ben de hep konservatuvara girmek istedim. Ama annem emin olamadı. Kendi geleceğim adına karar vermek için çok küçük bir yaştı. En büyük kaygısı sektörün güvenilir olmamasıydı. Herkes isim olacak, başarılı olacak diye bir garanti yok. Çok riskli, hırs ve rekabetin olduğu yıpratıcı bir ortam. Ama ben isteğimden vazgeçmeyince; “Psikolog olarak herkese istediklerinizin arkasında durun derken seni desteklememem söz konusu olamaz” dedi. Başta bozulsa da benim en büyük destekçim oldu.
Anneniz size psikolog kimliğiyle yardımcı olabiliyor mu?
Olamıyor, bir yere kadar yaklaşabiliyor. Herkes hayatta kendi yanlışlarını, tecrübelerini yaşamak zorunda. Hiç kimse başkalarının doğrularına göre yol almamalı. Yoksa kendi misyonumuzu asla öğrenemeyiz. O yüzden ben de düşe kalka hatalarımı görerek büyüdüm. Ama sağlam bir temelin varsa, dönüp dolaşıp özüne dönüyorsun. İlk eğitim, aile çok önemli. O anlamda şanslıyım.
Bir anne olarak o ilk eğitimi verme sırası artık sizde. çocukları korumacı yetiştirmek konusunda neler düşünüyorsunuz?
İster istemez herkes kendi çocuğuna zaaflarını, korkularını, egolarını empoze ediyor. Kendi hayallerini çocuğunda gerçekleştirmek istiyor. Kendi olamadığını çocuğun başarsın istiyorsun. Bu çok yanlış. O da bir birey olarak dünyaya geliyor. Seçim hakkını elinden almamak lazım. Benim gözlemlediğim bir şey; hep iyi geliri olan ailelerin çocuklarında bir yamukluk oluyor. Çocuğa her şeyi verirsen, hayal gücünü elinden alırsın. Ben de çok yokluktan gelmedim, fakir edebiyatı yapmayayım ama annem memurdu elde edebildiğimiz şeyler vardı, hiç mümkün olmayacağını bildiğimiz şeyler vardı. Çocuğun hayata tutunmak için ihtiyacı olan tüm tırnakları kesersen, avlanma gücü ve hedefi olmayan, hayattan kopuk, bomboş bir varlık yetişir. Aslında okullar da bunu destekliyor. Tamamen marka üzerine kurulu bir dünya var gençler arasında. 10 yaşında kızın elinde Chanel çanta olmamalı. Anneler, babalar kontrollü olmalı, bunu desteklememeli.
Ne uğruna her şeyi feda edersiniz?
Hiçbir şey uğruna hiçbir şey feda etmem. Ama öbür taraftan da bakınca bugüne dek hep kendim için yaşayan ben, çocuğum olunca ona bambaşka bir sevgiyle ve aşkla bağlandığımı gördüm. O doğduğu anda her türlü fedakarlığı onun için yapabileceğimi anladım. Benim bir parçam olarak hayatımın en güzel bölümünde yer alacak.
Leon size ne öğretti?
Kendinden başka bir varlığı daha fazla düşünmeyi, karşılıksız aşkı öğretti.
Annenizin sizin için dilediği gibi kendi hayal ettiğiniz aileyi de leon’la birlikte tamamlamış mı oldunuz?
Benim için sevgi, kendini iyi ve güvende hissetmek çok önemliydi. Bana huzur verecek dingin karakterli birinin hayatımda olması gerekliydi. Benjamin’le güzel bir ikili olduk.
Nasıl tanıştınız?
Aslında apayrı sektörlerdeyiz. O Bloomberg’ün finans bölümünde Türkiye Büro Şefi. Ortak arkadaşlar vesilesiyle kalabalık bir yemekte tanıştık. O zaman Benjamin Türkiye’de değildi, görüşmeler yapıyordu sadece. Bir gün beni bir arkadaşının Buenos Aires’teki düğününe davet etti. “Oradan da Brezilya’ya geçeriz” dedi. Ben de kabul ettim, içimden de; “En kötü görmediğim ülkeleri görmüş olurum” dedim. Ama her şey çok güzel geçti, beraber 20 gün geçirdik. Bir süre sonra o burada işe kabul edildi, ilk önce Ankara’da başladı. O dönem sadece hafta sonları görüştük. Sonra İstanbul’a geldi. İşte, hayat!
Evlenip, çocuk sahibi olmak istediğiniz adamı bulduğunuzu nasıl anladınız? ilk ipuçları neler oldu?
En güzel şeyler beklentisiz ve akışına bıraktığın zaman gelişiyor hayatta. Dikkat et, ne kadar bir şeyi zorlarsan senden o kadar uzaklaşıyor. Bu insanın evladı için bile geçerli. Çok üstüne düştüğünde çocuğun bile senden uzaklaşıyor. Çünkü çok istediğinde içindeki enerjileri kaos haline getiriyorsun ve kaybetmeye mahkum oluyorsun. Bizim ilişkimiz çok spontane gelişti. Hiçbir beklentim yoktu. Bazı insanlar belli bir yaşa geldiğinde; ‘Ciddiyse görüşelim’ diyorlar. Sen nasıl kendini bu kadar aşağı çekebiliyorsun. Karşındaki insanı önce bir tanı bakalım. Esas sen o insanı hayatın boyunca yanında eşin ve çocuğunun babası olarak görmek istiyor musun? Belki bu söylediklerim topluma uymuyor ama hayatta biraz rahat olmak lazım.
Yeni başlayacak diziniz ‘Aşka Gebe’ye dahil olma hikayeniz nedir?
Amerikan orijinali ‘Jane The Virgin’ın, Hatice Meryem’in kaleminden Medyapım uyarlaması olan bir dizi. Aslında benim için çok ters köşe bir rol. Süslü, frapan ve enerjisi yüksek bir kadını canlandırıyorum. Orjinali de çok ödüller almış ve tutmuş bir dizi. Sonra senaryoyu okudum. Konunun Türkiye’ye de çok kolay adapte olabilecek bir hikaye çerçevesinde şekillendiğini gördüm ve rolü kabul ettim.
Senaryoyu okuduğunuzda karakter hakkında neler hissettiniz? Sanıyorum duymaya alışık olmadığımız enteresan bir hikayesi var…
Karakter benim bu zamana dek hiç canlandırmadığım tatta. Kızını çok seven iyi bir anne, bir yandan da kendi hayallerini gerçekleştirememiş yine de içindeki çocuğu kaybetmemiş cıvıl cıvıl bir kadın. Bir sevgilisi de var. Ancak bir gün ortada bir durum yokken yanlışlıkla Süheyla’ya sperm veriliyor ve hamile kalıyor. Dram ve komedi karışık, keyifli bir dizi.
Bu role hazırlanırken sizi en çok zorlayan ne oldu?
Ben genelde tarz olarak hem feminen hem maskulen bir kadınım. Bu rol tam tersi çok dişi bir kadına dair. En önemlisi de hayatı kendi gibi yaşıyor. En çok bu özelliği hoşuma gitti çünkü herkesin özlem duyduğu bir yapıya sahip. Nihayetinde bir toplumun içinde yaşıyoruz ve kurallar çerçevesinde kendimiz gibi olamıyoruz. Toplumsal normlar karakterimizi şekillendiriyor. Güzel taraflarımızı belki yok ediyor. İyi olan her şeye toplum olarak üzülüyoruz aslında. Çok dans edildi mi, ‘Fazla dağıttı’ denilmesi ya da çok gülündü mü ‘Başımıza bir şey mi gelecek?’ diye korkulması gibi. Bu karakter kendine has dünyasında bu tip sosyal normlara takılmadan yaşayan biri. Bu anlamda da anne olarak makbul bir görüntü çizmiyor. O yüzden kolay değildi.
Şu ana dek kendinizi en ait hissettiğiniz rol hangisi olmuştu?
Ruhsar çok güzel bir roldü. Sempatik ve fantastik bir hikayenin içinde yer almak çok keyifliydi. Hiç unutmayacağım anlar biriktirdim aslında. Mesela o dönem depremzedelerin çocukları sete ziyarete geliyordu ve kaybettikleri anne-babalarının fotoğraflarını gösterip; “Çok sevdiğimizi söyler misin Ruhsar abla?” diyorlardı. Aslında ölüm sonrası hayatı çok güzel bir dille aktarıyordu. ‘Öbür tarafta da bir hayat ve düzen var, en kısa zamanda kavuşacağız’ düşüncesini izleyenlere geçiriyor, rahatlatıyordu. Ruhsar o iki dünya arasında çok güzel bir köprü kuran, misyon olarak hoş ve özgün bir projeydi.
‘Mum kokulu kadınlar’dan sonra gelen uzun soluklu diziler nihayetinde sinemadan uzak kaldınız. bugün sizi sinemadan uzaklaştıran başka nedenler olduğunu düşünüyor musunuz?
Ruhsar beş yıl devam etti ve o dönem 1-2 güzel proje teklifi geldi fakat hep şehir dışı işlerdi, maalesef kabul edemedim. Tutan ve güzel giden bir dizi varken onu yarıda bırakıp, ‘Ben filme başlıyorum’ diyemezdim. Zaten Hollywood’dan da bir teklif gelmedi. Bugün de Türk filmlerine bakıyorum beni çok heyecanlandıran şahane projeler olmuyor. Bazen, ‘Hadi bir Türk filmine gideyim, neler yapılıyor ben de göreyim’ diyorum. Belki, ‘Sen kim oluyorsun?’ diyecekler ama ben de sonuç itibarıyla dünyayı takip eden, kafası çalışan, bu işin eğitimini almış, modern bir oyuncu olarak kendi adıma konuşuyorum. Çok nadir güzel film yapılıyor. Ben de Türk sinemasında illa var olayım derdinde değilim. ‘Türk sinemasını canlandıracağız’ diye illa film yapılacak diye bir şey de yok. Ama tabii ki benimle aynı frekansta olan birinin film projesinde yer almayı bir oyuncu olarak ben de çok isterim.
Sizin için televizyon ekranında olmak birçok oyuncunun hayali olan sinema perdesi kadar önemli zannediyorum...
Ben televizyonu daha fazla kitleye ulaşabilmek olarak görüyorum. Oyuncu dediğin şahsiyet daha çok kişiye ulaşmak ve alkış almak istiyor. Onaylanmak ve beğenilmek gibi bir zaafın arkasından yetenekle birlikte oyuncu olma isteği geliyor. O açıdan televizyonu ya da dizileri eleştirmeyi anlamıyorum. Amerika’da da çok büyük oyuncular artık yüzünü dizilere çevirdi. Eskiden sinema prestij demekti, diziler üçüncü sınıf oyuncuların işiydi. Ama şimdi bir tarafta Kevin Spacey bir tarafta Glen Close var.
Ünlü olmanın karakterinizi etkilediğini düşünüyor musunuz?
Benim karakterime çok olumlu katkısı oldu şöhretin çünkü küçükken çok çekingendim. Şimdi de ara ara sosyopat tarafım ortaya çıkar yine. Bir dönem gelir, dışarı çıkmak, sosyalleşmek istemem sadece yakınlarımla olmak isterim. Ünlü olmadan önceyse içimdeki o mükemmeliyetçi yapıyı aktaracak bir alanım yoktu, değer görmediğimi düşünüyordum, eksik hissediyordum. Ama konservatuvar eğitimi beni çok değiştirdi. Özellikle Yıldız Kenter inanılmaz bir hayat öğretmeni oldu. Onun sayesinde kendimi hissettim, ayaklarım yere bastı, bir iş yaptığımda kabul görmeyi yaşadım. Kendimden hoşnut olmayı öğrendim. Kişi olarak onaylanma duygusunu yaşadım. O dönemde çektirdiğim fotoğraflarda bile bu tatmini görüyorum. Özümde olmayan bir yönüm fazlasıyla abartılı bir şekilde ortaya çıkmıştı. Ama sonuçta şöhret olma, tanınma, sevilme beni normalize etti. Özgüvenimi kazandım.
Bu yaşınızda o halinizi nasıl değerlendiriyorsunuz?
Anne-baba küçük yaştan itibaren ayrı, baba terk etmiş, anne tarafından çok sevilen ama baba sevgisinin eksikliğini içselleştiren, güvensiz hisseden, hep tek başına oynayan, çok düşünen bir çocuk olmamın etkisi var belki bunda. İçe kapanık bir çocuktan herkesin gözünün üzerinde olduğu bir kadına dönüştüm.
Geçmişteki hande ile bugünkü hande arasında değişen ve değişmeyen neler var?
İçimdeki özgün olmak ve istediğini yapmak isteyen çocuğu uzun süre korudum. Sonra baktım ki, yaşadığımız toplum içinde belli yanlarımı törpülemem gerekiyor. Sindirilmek değil bunun adı, ister istemez yaş aldıkça hayata karşı korkaklaşma diyelim. Cesur olamıyorsun. 3-4 yıldır kendimde bunu hissediyorum ve çok rahatsız oluyorum. Ben böyle değildim!
Evlilikte iyi bir ilişkinin öncelikleri neler sizce?
Bence en önemlisi çok güzel sohbet etmek ve iyi arkadaş olmak. Hayat güzel geçer. Düşünsene hiç konuşamadığın bir insanla aynı evdesin ama diğer kriterler tutuyor. Nedir onlar? İyi bir okuldan mezun olsun, çok iyi bir ailenin oğlu olsun, görgülü ve iyi yetişmiş olsun, senin vizyonuna hitap etsin… Ama ‘gel gör beni aşk neyledi’ durumu varsa, o doğru bir insan değil evlilik için. Herkes için öncelikler var hayatta. Kimisi zengin bir kocam olsun hayatım rahat geçsin der, kimisi ben çok sevileyim der, kimisi arkadaş olmamız gerekmiyor erkek olarak güçlü olsun yeter der…
Peki, sizin neydi kriterleriniz ve ne kadarı karşılandı?
Benim için güven çok önemliydi. Benjamin’in iyi bir eş ve baba olması, iyi eğitim almış olması, çok okuyan, zengin bir iç dünyasına sahip entelektüel biri olması, dünya insanı olması çok önemliydi. Zaten benim önceliklerim hep bunlardı ve seçimlerim de öyle oldu. Ama bir eksik bir yanlış oldu, fevri dönemime denk geldi, güven olmadı. Babasız büyümüş yaralı bir kız olarak en önemlisi hayatıma girecek adama güven duymamdı.
Erkekler ve güven arasındaki ilişkinin sizin için çok hassas olduğunu biliyorum. Benjamin nasıl kazandı güveninizi?
Beni ben olduğum için sevecek ve çözmeye değer görecek birisiyle mutlu olabilirim dedim içimden hep. O yüzden en baştan ne kadar olumsuz ne kadar beter tarafım varsa gözüne sokarım; hala dayanıyorsa, o gücü kendinde bulabiliyorsa, ilişkimizde ikinci bölüme geçeriz. Bu bir test aslında. Her şeye rağmen benim yanımda kalıyor mu? Hala beni tanımak istiyor mu? Benjamin de ikinci bölümden sonra bambaşka biriyle tanıştı. Karşımdakinden; ‘Ben sana güveniyorum, inanıyorum’ cümlesini duyduktan sonraysa asla ve asla onun güvenini boşa çıkarmam. Benjamin bütün bunları başarabilen tek erkek oldu. Ve biliyorum çok büyük bir sorun olmadığı taktirde, o asla çekip gitmez. Çünkü bizi bir takım olarak görüyor. Hiçbir zaman da o takımı bozmaz.
Bir kadının bir erkeğe karşı en büyük sorumluluğu ne olmalı?
İlişkilerin yürümemesinin en büyük nedeni toplumun getirdiği kodlamalar. Erkek güçlü olmalı, kasayı erkek doldurmalı, kadın ise evde çocuğa bakmalı gibi modeller var. Ama böyle olunca eşitlik bozuluyor ve haksızlık doğuyor. Bir yerden sonra aşk da stabilize olduktan sonra erkeğe yüklenen bu fazla sorumluluk onları rahatsız etmeye başlıyor. İki taraf da birey olarak kendini ekonomik anlamda özgür hissetmeli. Bir paylaşım içinde olmak lazım. Bütün sorumluluklar maddi manevi erkeğe yüklendiği zaman orada bir çöküntü oluyor, denge bozuluyor. Kadın her koldan erkeğe bağımlı olduğu için olaylara karşı doğal tepkiler vermemeye başlıyor ya da istemediği şeylere eyvallah demek zorunda kalıyor. İşin içine sahtelik giriyor. İlişki, esaret şekline dönüşmeye başlıyor. Ve yürümüyor. Bu kodlamalara ben bile kapılıyorum bazen. Bunu çok objektif bir gözle söylüyorum. Bana da daha fazla verilse daha fazlasını isterim. İnsan psikolojisi bu.
Fedakarlığın, kendinden vermenin de bir sınırı olmalı aslında...
Evet, ben bir kadın olarak konuşuyorum, hiçbir zaman birisi için mesleğini bırakmayacaksın. Bu olay sosyo ekonomik durumu ve eğitim seviyesi yüksek ailelerde bile gerçekleşebiliyor. Bir de üstüne kadına dayak atılıyor. Belli standartlar için bir sürü duruma kadın göz yummak zorunda kalıyor. Ekonomik nedenlerden dolayı evden çıkamıyor. Bizim ülkede şehirli ile köydeki kadın arasında bu anlamda hiçbir fark yok. Şehirdeki kadın üstelik daha fazla şiddete maruz kalıyor, eziliyor. Yaşam standartları kaybolacak, baba evine geri dönecek, iki tane çanta daha fazla alacak diye kendini ezdiriyor. O yüzden herkes kendi ayakları üzerinde dursun, daha sağlıklı ilişkiler yaşanır.
Sizce aşk daha çok bedensel bir tamamlanma mı yoksa ruhsal mı?
Aşk bizim zihnimizde büyüttüğümüz bir duygu olduğu için öncelikli olarak ruhsal bir tatmin duygusu. Bir insanı alıyorsun, birken onu yüz yapıp yirmiyle çarpıp kalbinde bambaşka bir yere koyuyorsun. Aradan bir zaman geçip de geriye baktığında da her şeyin zihninin bir oyunu olduğunu daha net görüyorsun.
Siz kendi hayatınıza baktığınızda, ‘deliler gibi aşık oldum’ diyebiliyor musunuz?
Tabii ki. Aşkla uyumlu bir ilişki arasında çok büyük bir fark var. Hayat arkadaşını seçerken birtakım kriterlerin oluyor ama aşkta hiçbir kriter yok. Aşkı planlayamıyorsun, ‘Önümüzdeki ay ben bir aşık olayım’ diyemiyorsun. Aşk karşına ‘dan’ diye çıkıyor, en beklemediğin anda gelip tüm beklentilerini alt üst ediyor. Bence aşk çok sağlıklı bir duygu, mutlaka yaşanması gerekiyor.
İnsanların ne düşündüğünü önemser misiniz? bugüne dek hakkınızda çıkan eleştiriler ya da haberlerle baş etme yönteminiz ne oldu?
Ben prototip bir insan olmak durumunda değilim. Herkes farklı bir karakter ve renk. Tek renk olursam mutlu olamam. O yüzden bir ölçüde o farklı renkleri koruyorum ve başka şeyleri umursamıyorum açıkçası. Nasıl olsa herkes senin yaptığın her şeyden mutlu olamayacak. O zaman sen neyi yapmaktan mutlu oluyorsan onun peşinden gitmelisin. Seçimlerinin arkasında durmalı ve öyle yaşamalısın. Ben bunu tercih ettim ve dolu dolu yaşadım. Pişman değilim. Kendim için yaşamayı seçtim.
Yaşlanmaktan korkuyor musunuz?
Yaşlılarla ilgili acıklı bir film izlediğim zaman tedirgin oluyorum. Ne kadar zor bir şey yaşlanmak. Hem fiziksel anlamda gücünü kaybediyorsun hem toplumun yaşlı insanlara bakışı ‘işe yaramazsın’ yönünde oluyor. Esasında yaşlanmaktan korkmamaya çalışıyorum. Yaş dediğin tamamen yaşam enerjinle bağlantılı bir kavram. O sevinci kaybetmediğin zaman bakışına bile yansıyor. Mesela spora gittiğim zaman eşyalarımı illa ki 27 numaraya koyuyorum, o yaşta tutunayım diye. Bir kitap okumuştum şöyle diyordu; ‘Eskiden yaş ve zaman kavramı yoktu. Biz insanoğlu olarak güneşin, ayın dönüşlerini hesap ederek zaman kavramını yarattık. O yüzden evrene yaşla ilgili mesajlar vermeyin.’ Ben de kendime 27’yi kodladım. O enerjide ve ruhta kalmaya çalışıyorum. Tabii ki fiziksel değişikliklere engel olamıyorsun, bir ölçüde müdahale edebiliyorsun.
Yepyeni bir proje başlıyor o yüzden iş anlamında değil özel hayatınız için soruyorum; hande’ye dair sırada ne var?
Fırsat bulabildiğim ilk zamanda ikinci çocuğu yapacağım. Nasıl olsa 27 yaşındayız. Daha çok zaman var. Bakalım hayat bana ne getirecek!