"Hepimiz bir başkasının sınavıyız"
İnsanlara kendisini üzdükleri için kızarak yıllar geçirdikten sonra aslında yaşananların bir oyun, kişilerin ise oyuncular olduğunu fark eden Başak Sayan için o andan itibaren klavyenin başına geçmek kaçınılmaz olmuş. Bu uyanışın meyvesi ise şimdi raflarda...
Röportaj: Yaprak Çetinkaya
Oyuncu Başak Sayan bir kez daha yazar kimliği ile karşımızda... İkinci kitabı ‘Kelebeğin Kaderi’nde tesadüf yoktur diyor, varsayımlarla yaşamanın zararlarından bahsediyor, çekim gücünün inkar edilemezliğini vurguluyor ve tüm bunları günümüzün mutsuz şehir insanları üzerine kurguladığı bir roman ile yapıyor. Nehir, Haluk, Devrim, Tuğba, Onur, Seda, Fiko ve diğerleri... İstanbul’un sokakları kadar karmaşa içindeki zihinlerini bir an susturup kalplerini dinlediklerinde kendileri de şehir de insanlar da değişmeye başlıyor. Bu kahramanların hikayelerinde Başak Sayan ne kadar varsa biz de o kadar varız. Kendisine “Ne kadarı sizin hayatınız?” diye sormadan geçemesek de aslında anlattığı bizim hayatımız, hepimizin hayatı... Ve eğer bu hayattan memnun değilsek bir başka yol mümkün!
Kitapta şehirli bir grup insanın aşk hayatının ötesinde ‘ne’ anlatıyorsun ve ‘kime’ anlatıyorsun?
Bütün romanlar diğerleri için yazılmış görünse de yazar aslında kendisi için yazmıştır. Bu romanda hayatım boyunca cevabını aradığım bir şeyi işledim. Kendimi bildim bileli başıma gelen her şeyin nedenini sorguladım. En kötü olayların, en can acıtıcı durumların ardından ‘Bu şimdi neden oldu, bana verdiği mesaj ne?’ sorusunu sordum. Kimi zaman cevabı kısa bir zaman sonra anladım kimi zamansa cevap uzun bir bekleyişin ardından geldi. Ama geldi. Yaşamımdaki iyi ya da kötü her olaya tesadüf gözüyle bakarken, yaşadığım ve neden benim başıma geldiğini anlayamadığım şeylerin aslında beni bambaşka bir noktaya götürmek için olduğunu keşfetmem ise dönüm noktam oldu. Öyle akıl almaz ilahi bir kurgu ile olaylar birbirine bağlanıyordu ki her seferinde hayretler içinde kaldım. Özellikle son dönem hayatımın pek çok alanında bunun izlerini görünce bu romanı yazmak da kaçınılmaz oldu benim için. Başkalarına beni üzdükleri ya da haksızlığa uğrattıkları için kızarken aslında o insanların hayatımda oynamaları gereken rolü oynayan oyuncular olduklarını anladım. Kimi zaman bizi kızdırarak kimi zaman meydan okuyarak kimi zaman da hayatımızdaki taşları yerlerinden oynatarak bizi gitmemiz gereken noktaya götüren aracılar onlar. Hepimiz bir başkasının sınavıyız bu dünyada...
Bu bir roman mı yoksa bir kişisel gelişim kitabı mı?
Bu bir kişisel gelişim kitabı değil, bir roman. İçinde spiritüel notalar barındıran bir roman. Bir grup arkadaşın hayatlarındaki türlü zorluklarla başa çıkmaya çalışırken ve görünenin aslında gördükleri gibi olmadığını keşfetmeleriyle başlarından geçenleri anlatıyor. Hiçbiri başlarına gelenlere anlam veremiyor ve kendilerini kurban gibi hissediyor. Tıpkı hepimiz gibi. Ancak ilerledikçe neyin neden olduğunu anlamaya başlıyorlar ve hayatları sürpriz bir şekilde değişiyor. Yaşadıkları her olayın ileride oluşacak bir sonucun aracı ya da nedeni olduğunu keşfediyorlar.
Kişisel gelişim alanındaki arz ve talep artışını neye bağlıyorsun? İnsanlar neyin arayışı içinde?
İnsanlar anlam peşinde. Türlü zorlukların içinde boğuştukları bu dünyada, her şeyin nedenini, neden başlarına geldiğini, tüm yaşadıklarının anlamını bilmek istiyorlar. Bu istek de onları doğal olarak kişisel gelişim kitaplarına sevk ediyor. Her insan hayatının belli bir noktasında varoluşuna dair bir anlam arıyor nihayetinde. Bu yüzden nitelikli kişisel gelişim kitaplarının insanın kendini keşfetmesi yolunda önemli bir adım olduğunu düşünüyorum.
Varsayımlarla yaşayan, sevilmeye muhtaç, kabule ihtiyaç duyanları gördüm hikayende. Bu halleri çok mu yaşadın ya da çok mu şahit oldun?
Her insanın en temel ihtiyacı sevilmek. Hatta her insanın demek doğru değil, her canlının. Bir bitkinin de bir köpeğin de... O yüzden anlattığım kavramlar yabancısı olmadığım kavramlar. Hayatım boyunca etrafımda gözlemlediğim şeyler bunlar. Ancak son yıllarda özellikle metropollerde bu durum iyice artmış durumda. Kariyer sahibi, iyi para kazanan, özgüvenli görünen, eğitimli ve güzel kadınlar müthiş bir kaos yaşıyorlar. Bir yandan yaşadıkları çağın ve ortamın hızı neticesinde ortaya çıkan ilişki problemleri ve bunun doğurduğu duygusal krizler, diğer yandan kariyerini devam ettirmek ve bir noktaya ulaştırmak için verdiği savaş. Yoğun bir duygusal açlık gözlemliyorum etrafımdaki kadınlarda. Özellikle 30 yaş üstü kadınlarda iyice ortaya çıkan bir durum bu. Artık bu açlık öyle bir boyuta ulaşmış ki bir adam olsun da ne olursa olsun diyerek, kendisine saygı göstermeyen, ne olduğu belli olmadığı için içindeki duygusal açlığı daha da büyüten adamlara katlanmaya başlıyorlar. ‘Neden başıma geliyor?’ diye soruyorlar birbirlerine. Halbuki onlarda ne eksikse hayatlarında da onu yaratacaklarını bilmiyorlar.
Başak’ın hayatı ve deneyimleri bu kitaptaki karakterlerden en çok hangisine yakın?
Stephen King bir röportajında şöyle demiş; “Bana her romanımın ardından baş kahramanın ben olup olmadığını sorarlar. Buna yanıtım kesinlikle ‘bazı kısımları benim’. Ama sanırım bir kurgu yazarı olsaydınız, aslında her kahramanın biraz siz olduğunu daha iyi anlardınız.” Bu durum benim için de geçerli. Her karakterde benden izler var elbette. Belli bir karakterin ortaya çıkan bir dizi durum karşısında ne yapacağını kendinize sorduğunuzda, kendinizin ne yapacağını ya da yapmayacağını baz alarak cevap verir, ona göre yazarsınız. Kendinize ait olumlu ya da olumsuz karakter özelliklerinin yanı sıra başkalarında gözlediklerinizi de kullanırsınız. Böylece her karakter aslında bir parça siz olmuş olur. Benim hayatım ve deneyimlerim aslında kitaptaki hiçbir karaktere tam olarak yakın değil. Hepsinde benden izler var ancak hiçbiri ben değilim. Ancak Nehir ve Onur karakterlerini kendime daha yakın buluyorum. Acılarını ve kendilerine sordukları soruları çok iyi anlayabiliyorum. Bu durum onlara karşı içimde müthiş bir şefkat uyandırıyor. Şunu eklemeliyim ki her ne kadar karakterlerimin yaşadıkları benim hayal gücümse de özellikle de Nehir’in hikayesinde Devrim ile karşılaştıkları kısımdan sonraki gelişmeler benim yaşadıklarımla çok benzer. Eşim ile bir araya geliş şeklimiz öyle inanılmaz, öyle büyülü, öyle yazılı gibiydi ki bunu kullanmasaydım rahat edemezdim. Bütün olumsuzlukların ortasında bir araya gelişimizin nedenini tanıştıktan bir ay sonra nikah masasına oturduğumuzda anlamıştım.
‘Farkındalık her şeydir’ diyor kitabın ‘guru’su Erdem bey. Bu kitabın oluşumu senin hangi fark edişlerinin sonucu?
Farkındalık her şeydir, evet. Bir cehennemde kavrulduğunuzu düşünürken aslında neden bunca acıyı çektiğinizi anlamanın ve o duruma bir son vermenin yegane anahtarı farkındalıktır çünkü. Farkındalığa ulaşan hiçbir insan eski bilinçsiz haline geri dönmez. Benim en önemli farkındalığım şu oldu; “Bu dünyada bize en çok acı verenler, buraya enkarne olmadan önce bunu yapmayı kabul etmiş olanlardır. Onlar olumlu ya da olumsuz rollerini oynayarak bizi güçlendirir ya da dünya üzerinde bir şeyleri değiştirirler.” Yaşanması gereken senaryoya en uygun oyuncuları çekiyoruz yaşamlarımıza. Senaryo değişince oyuncular ve tutumları da değişiyor. Bir başka boyutta, bir şey yaratmak uğruna birbiri ile anlaşarak dünyevi planda bedenlenen ruhlarız biz. İşte bu kader dediğimiz şey. Dönemeçlerde verdiğimiz kararlar ise özgür irademiz. Bu farkındalık hayatımı değiştirdi. Çünkü yaşamımda ortaya çıkan iyi ya da kötü her olayın, her insanın, her durumun benim ruhumun dışarıya yansımış, ete kemiğe bürünmüş hali olduğunu fark ettim böylece. Bu roman da tamamen bununla ilgili. Şu gerçeği hiç unutmuyorum; başımıza gelen her şey tek bir nedenle gerçekleşmiştir. Bizim duygu ve düşüncelerimize göre şekillenen evrenin oluşturduğu senaryo ile.
Senin de bir Erdem Bey’in oldu mu? Neler yaşadın, yaşıyorsun?
Benim Erdem Bey’im kitaplar oldu. Ancak öğretmen, üstat ya da kitaplar; hiçbiri sizi gitmeniz gereken noktaya götüremez. Onlar size kapıyı gösterirler sadece. Geçip geçmemek size kalmış. Bu yolda ilerlerken karşıma çıkan, bende başka farkındalıklar yaratan hocalar oldu elbette. Biri ile yayıncım sayesinde karşılaştım. Okuduğum bir kitabın yazarına nasıl ulaşıp eğitim alacağımı düşünüyordum. Ancak adam çok yaşlı bir üstat idi ve dünyanın öbür ucunda yaşıyordu. Tam bu eğitim imkansız derken yayınevinde karşıma çıkan kişi, boynumdaki yaşam çiçeği kolyesini fark edip bana bu konuyla ilgili olup olmadığımı sordu. 10 gün sonra bu kişinin yardımcısının İstanbul’a eğitim vermek üzere geldiğini, bu organizasyonu onların yaptığını söyledi. Yani öğrenci hazır olunca öğretmen ayağına gelirmiş.
Varsayımlar üzerinde hayatı kendimize nasıl zehir edebildiğimizin örneklerini veriyorsun. ‘Varsaymamak’ için ne yapıyorsun?
O kadar uzun süre varsayımlara göre yaşadım ki! Neredeyse bir ömür diyebilirim. İnsan sürekli zihninin içinde yaşıyor ve ne yazık ki sürekli ya geçmişte ya da gelecekte bulunuyor. Geçmişteki olayları düşünüp aynılarının başımıza geleceğinden korkarak ona göre tepki veriyoruz. Veya gelecekte olabilecek negatif olayları düşünüp endişe ediyoruz. Yani biz aslında hiç şimdiki zamanda bulunmuyoruz. Bunu annem sayesinde fark ettim ilk kez. Ne zaman gelecek ve geçmişle ilgili endişelerimden bahsetsem annem, “Kızım, daha olmadan ne kendini yiyip bitiriyorsun, hayat kısa, olsun, o zaman düşünürsün” der. Zamanla aslında annemin ne kadar haklı olduğunu fark ettim. Bu farkındalık için biraz yaş almak gerekiyormuş sanırım. Şimdi ne zaman içimde bir endişe hissetsem kendime şu soruyu sorarım: Şu an neden böyle hissediyorum? Eğer yanıt henüz gerçekleşmemiş bir şey üzerineyse -ki genellikle hep böyle olur- hemen bu düşünceyi zihnimden kovarım. O sırada ortada olan somut bir sorun var ise endişe etmek için izin veririm kendime. Yoksa hemen düşüncelerimi değiştiririm. Bunu fark ettiğinizde hayatınızda ne kadar çok varsayımda bulunup, gerçek olmayan sıkıntılar yarattığınızı anlıyorsunuz.
‘Hayatta her şey olasılıklıdır’ cümlesini çok seviyorum. Bu cümleyi sana hangi deneyimlerin yazdırdı?
‘Hayatta her şey olasılıklıdır. Ve her kesişim noktasında her karşılaşmada yeni bir potansiyel yol ortaya çıkar.’ Bu cümleyi bana eşimle tanışma ve bir araya geliş şeklimiz yazdırdı. O kadar imkansız görünen o kadar olmayacak bir ilişkiydi ki bizimki nasıl oldu, nasıl evlendik hala şaşırırım düşününce. Dünyanın iki farklı ucunda, bambaşka hayatlar yaşayan ve farklı düzenleri olan iki insan, bir dolu uçak kaçırma, tatsız iptaller, tuhaf tesadüflerle bir araya gelip bir hayat kurdu ki ‘Hayatta herşey olasılıklıdır’ cümlesini yazmak dışında başka bir şey kalmadı bana. Eğer bir şeyi yeterince uzun zaman düşünmüş, hayal etmiş ve gerçekten çok arzulamışsanız, hayatınızın belli bir noktasında, şartlar hazır olduğunda, tam sizin yaydığınız frekansa uygun, sizinle aynı şeyleri istemiş başka biri ile yan yana geliyorsunuz. İlahi bir matematiği var evrenin. Benim tüm hayatım bunun kanıtı. Oyunculuğum, yazarlığım, evliliğim...
İkili ilişkilerin dinamiğinde ne görüyorsun? Eşleşmeler nasıl gerçekleşiyor?
Biz aslında hep aynı kişiyle karşılaşıyoruz hayatta. Her ilişkisinde aynı şeyi yaşadığını söyleyen kişiler daha dikkatli gözlerle bakmalı kendine. Karşımıza çıkan her insan aslında hep aynı insan. Aynı maskeyi takan ancak farklı yüzlerle karşımıza çıkan kişi gerçekte biziz. O bizim içindeki korkuların ve inançların vücut bulmuş hali. Hep kendimizle karşılaşıyoruz. Bu yüzden ilişkilerin dinamiğini ‘Bizim içimizde ne varsa hayatımızda da o olur’ diyerek özetleyeceğim. Bizde ne eksikse onu fark edebilmemiz için bunun altını çizen insanları alacağız hayatımıza. Bunu bilinçaltı inançlarla yarattığımız için neden olduğunu anlayamıyoruz ama biraz farkındalıkla aslında neyin neden olduğunu keşfedebiliriz. Biz değiştiğimizde hayatımıza giren insanlar da değişmeye başlıyor. Sen nasılsan karşındaki de ona uygun oluyor. Yani hangi dalga boyunu yayıyorsa içindeki radyo, ona uygun frekans gelip buluyor seni. Senin düşüncelerindeki değişimin yarattığı titreşim, gözle görülmeyen elektrik dalgaları vasıtasıyla karşındaki insanlar tarafından alınıyor, tıpkı bir radyo gibi. Ne yayıyorsak onu alıyoruz. Ne yayınlıyorsak diğerleri onu görüyor. ‘İki kere iki dört eder’ kadar gerçek bir realite bu.
Ve kitabın en umut veren cümlesine gelelim: ‘En acı olaylar bile gitmen gereken noktaya gidebilmen içindir.’
Hayatta her şeyin bir nedeni, evrenin insanoğlunun anlayamayacağı ilahi bir matematiği var. Neyin neden olduğunu bilemezsin. En kötü olaylar bile seni bir noktaya götürmek için olur. İnsanoğlu değişimden korkar, var olan düzen nasılsa öylece kalsın ister çünkü bilinmeyen korkutur onu. Acı da bu değişimden korktuğumuz için olur. Halbuki biz o sırada büyük resmin tamamına hakim değiliz. Başımıza o sırada gelen ve hayatımızdaki taşları yerinden oynatan şeyin neden olduğunu, bizi hangi noktaya götüreceğini bilemeyiz. Olanı kabullenip akışa bırakabilsek kendimizi her şey daha rahat olacak ama dediğim gibi doğamız böyle. İşinizden atıldıysanız bunun kendi işinizi kurmak ya da hayallerinizdeki işi yapabilmek için oluşmadığını nereden bilebilirsiniz? Terk edildiyseniz, hayatınızın aşkı ile karşılaşmanız için oluşturulmuş bir senaryonun içinde olmadığınız ne malum? Her şeyin bir nedeni var. Zaman içinde bu neden ve sonuç ortaya çıkacaktır. An meselesidir sadece. Bu yüzden bizi üzen, kızdıran, kıran, hayal kırıklığına uğratan tüm olaylara ve insanlara bir daha bakalım. Olan her ne ise şükran duyalım. Çünkü bu hayatta olan her şey olması gereken en harika şeydir. Ve her olay bir şeye hizmet etmek için gerçekleşir.