Bir
İkizler burcu insanı olarak herkesi sevme, anlama durumumuz olsa da
yapacağımızı en yakınımızdaki canımız dediğimiz sevgilimize, eşimize
yaparız, ne yalan söyleyeyim... Nehir de bunu kabul ediyor gülerek. Bir
başka temel özelliği olarak da sabah 8'de kalkıp ''Aa, güneş doğmuş ne
güzel, kuşlar da ötüyor; duşumu alıp kahvaltımı edeyim, sporumu yapayım,
maniküre gideyim'' diyen insan türünden olmamasını sayıyor. Gayet
uykucu; fırsatını bulunca rüyalara dalmayı seviyor. Ancak rüyalarında
bile magazin haberlerini görüyor! O yüzden Deniz Akkaya'nın feryadını
çok iyi anladığını söylüyor: ''Biraz dedikodu yapalım... Sektörümüzde de
böyle bir şey var. Biri kötü duruma düştü mü içten içe herkes
seviniyor. Aynı şey Gamze Özçelik ve Sanem Çelik olayında da oldu''
diyor... Ama asla kendi özel hayatından ve yaşadıklarından bahsetmiyor.
Böyle bir soru sorduğumda danışmanıyla birlikte ayaklanıp gitmeye
hazırlanıyorlar! Şaşırıyorum. Ama yine de Nehir'le sohbet dolu dolu
geçiyor. İlle de aşk meşk mi konuşmak, kalbinin içine bu yoldan mı
girmek lazım canım; onun anlatacak o kadar çok hikayesi ve öyle büyük
bir kalbi var ki... Anlayan bu satırlardan da epey malzeme çıkarır!
Sizinle ilgili araştırma yaptığımda pek de basında yer almadığınızı fark ettim. Bilinçli bir tercih mi bu?
Bu, uğraşlar sonucunda oldu. Hiç kolay olmadı. Çünkü birdenbire basının
çok ilgisini çeken bir medya karakteri haline geldim. Bunun için hiçbir
şey yapmamış olmama rağmen öyle buldum kendimi. Hani derler ya, sen de
basının olduğu yere gitme. Ya basın senin olduğun yere geliyorsa? Ben
zaten bunun çaresizliğini ve acısını çok somut olaylarla yaşamışım. O
yüzden kimse öyle şeyler söylemesin, gerçekten kolay değil.
Peki basına karşı bu ‘kalkan’ı nasıl oluşturdunuz?
Birdenbire çok ilgiyle karşılaşınca panik yaşadım. Tabii ki yaptığımız
işin basınla içiçe yapılması gerektiğini biliyorum, ama yalnızca ‘iş’te!
İşimle ilgili her zaman ortak çalışmalarım olacaktır basınla, ama onun
dışında kapımın önünde kamera gördüğümde ya da Taksim’in Tünel’indeki
bir kafede, ki iki buçuk sene öncesinden bahsediyorum, beş tane kamera
gördüğümde kendimi çok çaresiz hissediyorum. Çünkü benim hiç muhabir
arkadaşım yok. Hiç kanal yöneticisi tanımıyorum. Sistemin ne olduğunu da
bilmiyorum. O yüzden şunu ayırt ettirmek kolay olmadı. Fiziksel olarak
yeni genç oyuncular çıkıyordu ve ben konservatuar mezunu olmadığım için
ne olduğumu çözemediler. Manken mi sunucu mu oyuncu mu? Onu anlatana
kadar iki sene evden çıkmayıp, bir köşede 2000 parçalık diğer köşede
1500 parçalık puzzle’lar ve DVD yığınları arasında yaşadım.
Bir nevi hapis hayatı yani...
Yapmam gerekiyordu. Çünkü anlatmaya çalışmak da aslında o sistemin
parçası haline gelmek oluyordu. En kolay şey, teması kesmek olacaktı.
Bu, size bir büyüğünüzün verdiği akıl mıydı, içgüdüsel olarak mı gelişti?
İçgüdüsel olarak gelişti. Birden bana mikrofon uzatıldığında katatonik
oluyordum. “Şunla birlikteymişsiniz...” dedikleri anda donup kalıyordum.
Çünkü işe, Allahım şöhret olayım Yarabbim, diye başlamamışım!
Bir röportajınızda ‘şöhretten korkuyorum’ diyorsunuz, neden?
Evet, anlatmak istediğim buydu işte. Çünkü sen herkese iyi
yaklaşıyorsun. Annem ve arkadaşlarım benimle çok dalga geçerlerdi. Daha
ailenin yanından yeni ayrılmışsın, zannediyorsun ki “masa kardeş, ağaç
kardeş, çiçek kardeş, hepimiz kardeş”! Bir de fazla empatik olma hali
gelişti bende: O da haklı, bu da haklı, dur şimdi ayıp olmasın, diye!
Ayrıca ikizler burcu olarak kendini herkesin yerine koyabilirsin ve bu
arada kendini kaybedersin durumu da var. İçimde bin tane başka insan
var! O yüzden korkarak ve kendiliğinden öyle bir süreç gelişti. İlk
önce, üst üste iki yaz, cep telefonumu dahi almadan Amerika’ya kaçtım.
Belki de abarttım biraz, ama öyle gelişti benim dünyamda. Sabah kapı
çaldığında, ‘anne, açma, gazeteciler geldi’ diyordum refleks olarak.
Kabus görerek kalkıyordum o dönem.
Sunuculukla başladınız zaten kariyerinize. Her iki tarafı da biliyorsunuz aslında...
Evet. Filmimin çıktığı gün gala yapılacak mekanda NTV programımı
hazırlamaya, insanlarla röportaj yapmaya çalışıyordum. Akşamında gala
için aynı mekana gittiğimde bu kez bana sorular soruluyordu. Her iki
tarafta da olmuşum.
Amerika’da ne yaptınız?
Yaşamak ve keşif. Müzikalleri izledim, Eric Morris’in derslerine katıldım.
Şimdi sizi kanapeye alıyorum, uzanın ve çocukluğunuzu anlatın diyorum...
Çok güzel, doya doya bir çocukluk geçirdim. Ooo, o kadar çok hikayem var
ki... Sabahtan akşama kadar sokaktaydım. Annem fenalıklar geçirirdi.
Ama ona teşekkür ediyorum ki sayesinde ağabeyimle çok özgür, özgüvenli
bir çocukluk geçirdik. İki yaşındayken beşinci kattan düştüm, üçüncü
kattaki demir kazığa kazağım takıldığı için kurtulmuşum; dört
yaşındayken giden arabadan düştüm bacağımın üstünden araba geçti. “Baba,
beni bırakıp nereye gidiyorsunuz” diye koşmuşum peşlerinden! Anlattığım
zaman inanılmaz gözlerle bakılan hikayelerim var.
Yaramaz bir çocukmuşsunuz galiba!
Şöyle denemelerim olurdu. Apartmanın demir kapısının menteşeli kısmına
serçe parmağımı koyup ‘Şimdi bu kapı kendi kendine kapanacak, kapanırken
de elimi çekicem. Ama bakmıycam’ yapardım. Sıkışırdı tabii! Hala
parmağım yamuktur!
İzmir’den İstanbul’a geliş ve şov dünyasına geçiş nasıl oldu?
İstanbul’a, Marmara İşletme’yi kazandığım zaman geldim. O aslında
planlanmış bir şeydi. Babam konservatuara girmeme izin vermiyordu. Ben
de bari onun istediği bölüme gireyim, ama İstanbul’a geleyim istedim. 17
tercihin 17’sini de İstanbul yaptım, ama babama “Aa, ben 1 tanesini
yapmıştım, tutmuş” dedim! Çok zor bir yaz geçirdim, çünkü bütün aile
birbirine girdi İstanbul’a gideceğim diye. İstanbul korkunç bir şehirdi
babama göre. En sonunda, baba tarafım Malatyalı'dır ve yaş kaynaklı
hiyerarşi hakimdir, en büyük amcamın sözü geçer. O da Nehir gidiyor,
deyince babamla İstanbul yolunu tuttuk.
Niye babanızla?
Yurt tutuldu, yerleştirildim. İlk senem Avcılar’daki sıkı denetim
altındaki bir yurtta geçti. Eve çıkmam kesinlikle yasak, yurdun
müdiresine halamın adresi verildi, sadece buraya gidebilir diye. Dışarı
çıktığım zamanlar İzmir’e haber veriliyordu. Üniversite sınavlarına
hazırlanırken karşımda duran İstanbul fotoğrafı ve hayallerim geldiğim
anda söndü! Bir taraftan da çok fena İzmir ve aile özlemi çektim.
Prenses gibi aileyle yaşarken böyle bir değişim zor olsa gerek...
Prenses gibi olmasa da ailenin küçük kızısın, ilk defa ayrı kalıyorsun,
ama bir süre sonra madem buradayım, ortama uyum sağlayayım dedim. Hep
öyle bir ruhum vardır. Etrafı incelemeye başladım. Mesela bir pazar günü
yurttayken, ayağımda terlikler, üstümde eşofman çıkıp mahalle kuaförüne
gittim. Saçıma fön çektirmek istediğimde, tüpte çaydanlıkta su ısıtıp
kafamı küvete eğmem gerekiyordu. O manzarayı görünce yaptırmak istemesem
de dönmem mümkün değildi. Çok ayıp olurdu. Bundan öğrenecek bir şey var
deyip yaptırıyordum. Oranın pazarına gidiyordum. Ama ‘nasıl hayatlar da
var’ bakışı atmıyordum. Uyum sağlıyordum.
Üniversitede ilk yıl böyle mi geçti?
Evet. Üniversiteden çok arkadaşım olmadı, çok kaynaşamadım onlarla. Daha
çok İstanbul’a benden önce ya da benimle aynı anda gelmiş, birlikte
tiyatro yaptığım arkadaşlarım vardı. Bunlardan biri, Evrim Akın’dır.
Çok yakın arkadaşımdır. Onlar konservatuardaydılar ve birlikte vakit
geçiriyorduk.
Bu arada konservatuar isteği ne oldu?
İlk başlarda çok vardı böyle bir isteğim, okulu bırakıp konservatuara
gideceğim diyordum. Ama zamanla bir savunma mekanizması geliştirdim ve
uzaklaşmaya başladım. İyi ki girmemişim, demeye başladım. Kendim
yapamadığım için aşağılamaya başladım, çok klasik ve aptalca bir insan
tepkisidir. Ta ki 27 Mart’ın Dünya Tiyatrolar Günü olduğunu unuttuğum
bir güne kadar! Hemen kendimle yüzleştim, ne yapıyorum, yapmak
istediklerimden ne kadar uzaklaştım? Bir yolunu bulmam lazımdı, ama
babamı da üzmek istemiyordum. Aynı dönemlere babamın hastalık haberi
denk geldi. Onun için okula asıldım, en azından 4 yılda bitirip kendi
istediğime yöneleyim diye. Bu sırada TRT’deki TelePazar programı denk
geldi. Zorla izin aldım babamdan.
Peki bu TRT nasıl ‘denk geldi’? O kısmı anlayamadım...
Yine Evrim Akın sayesinde. TRT’nin yenilenme dönemiydi. Evrim de Nisan
Yağmuru diye bir dizide oynuyordu. Bana hep işler söylüyordu, ama
gitmiyordum. TRT’den böyle bir teklif gelince istedim. Böylece hem
babamı üzmedim hem kendi isteğimi gerçekleştirdim. Bu arada hiç
ajanslara falan kaydolmadım. Böyle bir bilincim vardı. Gerekirse hiç
para kazanmayayım, ama işi öğrenerek, usta-çırak ilişkisi yaşayarak
devam etmek istedim.
O dönemdeki ustanız kim oldu?
TRT’de TelePazar’da çalıştığım büyüğünden küçüğüne herkesten çok şey
öğrendim. 2 sene Ali Kocatepe’yle sunduk biz o programı. Montaj
stüdyosuna kadar giriyordum. Kamera arkası, dış çekimler, röportajlar
yaptım. 1 ay sonra kendi anonslarımı yazmaya başladım. TRT bağlantılı
Hilmi adlı bir arkadaşım vasıtasıyla Koçum Benim dizisi başladı. İlk
dizimdi, ama kendi dublajımı kendim yapacağımı söyledim. Şüpheyle
baktılar tabii. Konservatuar öğrencisi değilim, oyunculuk deneyimim yok.
Sektörel deyimlerin hiçbirini bilmiyordum, ne komiklikler geliyordu
başıma anlatamam. Yönetmenimiz Serdar Akar’dı, bana çok yardımcı oldu.
Aynı şekilde Tarık Abi (Akan) de öyle... Bir taraftan da otobüsle
okuluma gidip geliyordum. Birinci yıldan sonra Akatlar’da özel bir yurt
bulmuştuk. Orası çok daha rahattı. 4 yıl boyunca bütün bu işleri
yaparken yurtta kalmaya devam ediyordum. Babamın ölümü ve okulun bitmesi
aynı döneme denk geldi. Babamın ölümünü atlatmak için daha çok
çalıştım. Bir ara dört işte birden çalışıyordum! Tele Pazar, Koçum
Benim, Estağfurullah Yokuşu ve Tofaş TV’de haftalık olarak bayilerine
haber sunuyordum. Ne yapayım, beyaz eşya taksidi ödüyordum, ilk evimi
kurmuştum. Sonra filmler oldu.
Bu aralar nasılsınız?
Bu aralar her şeyle çok barışığım. Mesela bu yaz galiba kaçmayacağım Amerika’ya.
Bir dönem Hıncal Uluç sizi çok övdü. Onun desteğini nasıl aldınız?
TelePazar ekibinde herkesle birlikte Hıncal Uluç da her zaman çok güzel şeyler öğretti.
Sizi refere etmesi kariyerinize belli bir ivme kattı sanırım...
O beni hiç refere etmedi, aksine ben Koçum Benim dizisine başlayacağımı
söylediğimde ‘kızım ne gerek var, okulun var, burada çalışıyorsun’ gibi
şeyler söyledi. Yazılarında da benden hiç bahsetmezdi.
Yapmayın, bahsetti canım!
Daha sonradan söylemeye başladı. Gerçek katkı budur bence. Çünkü
birdenbire ‘bizim de TelePazar’ımızda Nehir adında bir kız var’ gibi
şeyler yazmadı. Aksine hep çok çalışmaya teşvik etti beni.
Size verdiği ve hiç aklınızdan çıkmayan bir öğüt var mı bu piyasaya ait?
Salı toplantılarımız çok önemliydi. Televizyonculuk adına çok şey
öğrendim. Cümleye evet’le başlamayacaksın, hep beraber izliyoruz gibi
klişelerden kaçınacaksın... İlk magazinsel dedikodum çıktığında çok
panik olmuştum ve o da “Sakin ol, bu işler böyledir. Garip döner. Bugün
böyle olur, ama yarın arayıp gel seni Şamdan’a kapak yapalım derler.
Yeni bir şey ortaya çıktığında bunlara hiç cevap vermeyeceksin, hayır
bile demeyeceksin” dedi. Benim en gurur duyduğum şey, bir gün bana şöyle
bir şey söylemesiydi: “Bravo sana, hakikaten ne farklı bir kızsın. Ben
NTV’de program yapıyorum, ama senin orada programa başladığını en son
ben duyuyorum. Parayla ya da görüşmeyle ilgili benden hiçbir şey rica
etmedin. Bir bakıyorum ki filminden dolayı Aktüel’e kapak olmuşsun.
Aktüel benim gazetemin dergisi. Nasıl yetiştirmiş seni ailen ya?
Hakikaten aferin!” sözleri bana söylediği en güzel şeylerden biridir.
Çünkü o zaman babamın kemiklerini sızlatmadığımı hissetmiştim. Başarıyı
kendin elde etmediğin zaman onun mutluluğunu ne kadar yaşarsın ki?
Peki, şimdi de aynı şekilde görüşüyor musunuz?
Çok sık görüşemiyoruz. O zaman aynı programda olduğumuz için daha yoğun
görüşüyorduk. Tabii ki zaman zaman konuşuyoruz, telefonda sohbet
ediyoruz. Ama ben Hıncal Uluç’un keşfettiği, şöyle olduğu böyle olduğu
biri değilim... Her zaman bana öğrettikleri konusunda nasıl Ali Kocatepe
ve o ekiptekilere müteşekkirsem, ona da aynı şekilde müteşekkirim. Hem zaman ne gösterecek diyorum hem iyi, zorlayan bir sahne geldiğinde
çok hoşuma gidiyor. Şimdi bunun da daha iyisini yapmam gerek diyorum.
Öyle büyük cümlelerim ve büyük hedeflerim yok, ama hep zevk alarak hep
daha iyisini yaparak oyunculuğu sürdürmek istiyorum.
Yabancı Damat, çok şahane bir dizi. Bu sezon bitecek mi?
Seneye devam ediyor. Son karar bu.
‘Nazlı’ olmak ve profesyonel oyuncularla birlikte olmak size ne kattı?
Nazlı olmaktan çok, böyle bir ekibin içinde olmak çok çok şey kattı...
Hepsine teşekkür borçluyum. Her şeyi bambaşka görmeye, daha bilinçli
düşünmeye başladım oyunculuk üzerine. Hepsinden bir şeyler öğreniyorum.
Öğrenmeyi bırak, hepsi keyifle izleyeceğim isimler. Tiyatro izler gibi
onları saatlerce izleyebilirsin. Ben setteyken bu kadar iyi vakit
geçiriyorum, o yüzden anlayabiliyorum insanların bu kadar sevmesini.
Yunanistan’da bir programa katıldık. Aynı dönemde Yunanistan’daki bir
gazete, Yabancı Damat’ın ilk bölümlerinin DVD’sini hediye etmeye
başlamıştı. Onu aldık. Türkiye’ye döndükten sonra ilk bölüm DVD’sini
izledim ve farkında olmadan müthiş bir yolculuğa çıktığımı fark ettim.
Nazlı’nın o zamanki haliyle şu anki çocuk doğurduktan, kocasıyla boşanma
aşamasını geçirdikten sonraki hali arasında dağlar kadar fark var. O
süreci görmek hoşuma gitti. Çünkü düşündüğümde kendimde geçen seneyle bu
sene arasında bir fark yok. Demek ki bu karaktere yol aldırabilmişim.
|