"Kadın olmak çok zor"
Ayça Bingöl, Ebru Güzel'in sorularını yanıtladı.
Bu yaz Bodrum Gümüşlük’te sakin bir tatil geçirdiniz, dinlenebildiniz mi?
Bu yaz tam altı hafta tatil yaptım. Ben de inanamadım. Böyle uzun bir tatile hem zihnen hem de bedenen çok ihtiyacım vardı. Uyudum, kitap okudum, plansız, programsız, özgür yaşadım.
Evdeki düzeniniz nasıl? Yemekleri siz mi yaparsınız?
Evde olduğum zamanlar, işim yoksa yemekleri ben yapıyorum. Temizlik yapmayı da severim. Şimdi taşınacağız. Orayı düzene sokuyoruz. Bu kış boş günlerimde evde, daha domestik yaşayacağım.
Biraz da güzellik… Kendinize nasıl bakarsınız?
Oldukça çok su içmeye çalışıyorum. Cilt temizliğine önem veriyorum. Bu sene fırsatım olmadı ama geçen sene düzenli cilt bakımına gittim. Bu sezon roldeki yaşımdan dolayı biraz boşladım. Onun dışında pek bir şey yaptığım söylenemez.
Spor yapar mısınız?
Eskiden çok spor yapardım, Öyle Bir Geçer Zaman Ki başlayana kadar…
Sizi en çok ne şımartır ya da kedi gibi bir oyuncu yapar?
Beni en çok şımartan şey böyle güzel masalarda, en sevdiğim arkadaşlarımla birlikte sohbet etmek. Güzel şarap içmek, müzik dinlemek…
Özür dilerim ama yanlış anlamayın. Dedikodu üzerine kurulu bir toplumda mı içinizden geldiği gibi yaşıyorsunuz?
Tabii ki nerede olduğun, bir şakayı dahi nerede yaptığın çok önemli. İçimden geldiği gibi davranıyorum ama nerede ve nasıl onu iyi bilirim.
Peki, bu oynadığınız rolden dolayı bir sıkkınlık var mı? Bambaşka bir karakteri canlandırmak istiyor musunuz?
Ben tiyatroda o kadar farklı roller oynadım ki! Kendi adıma o açlıklarımı doyurdum sanırım. Hala var tabii, o ayrı da… Televizyonda arz-talep üzerine işler yapılıyor. Buna rağmen ben rolümü severek oynuyorum. Bütün kariyerim boyunca ayrı bir yerde duracak bir rol... Bana kattığı çok fazla şey var. Tabii ki buna benzer bir rol oynamak istemem. Neden yapayım ki! Bunu yaptım ve herkes de gördü. Daha yaratıcı, beni zorlayacak rollerde oynamak isterim. Burada senaristlerin hayal gücü de önemli tabii. Çünkü sizi bir kalıba sokuyorlar ve aynı şekilde düşünüyorlar. Biraz yaratıcı olmak lazım.
Peki, yazabiliyor musunuz?
Hayır, maalesef!
Son soru, yakın gelecekte bir plan var mı?
Hayır yok. Eskiden çok plancıydım, ondan da vazgeçtim. Çünkü olmadığını, hiçbir planımın tutmadığını gördüm. Artık plan yapmıyorum. “Ne gelirse, hoş geldin” diyorum.“İki tür kadın var” diyor masal analizcisi Stephen Mitchell: “Presle evlenenler, kurbağa ile evlenenler...” Bir kurbağa asla bir prens olamaz, ama ancak bir prens tipik bir evliliğin olağan akışı içinde usul usul kurbağaya dönüşürmüş…
Yani sonuçta ‘bütün erkekler kurbağadır’ mı diyor?
Orasını Mitchell açıklamamış. Sorum şu prensle kurbağa arasındaki farkı nasıl anlar bir kadın?
Hiç bilmiyorum ki bunu. Yani benim hayatımda hiç kurbağa olmadı galiba. O yüzden onlar benim gözlem alanımda değiller.
Kadınlar hayatına aldığı erkeği her zaman eğitmek zorunda mı sizce? Annelerde mi kabahat aranmalı, babalarda mı, toplumda mı?
Birinin birini eğitmesi bana çok ilkel geliyor açıkçası. Kişinin gelişimi kendi bakış açısıyla ve kendi dürtüsüyle olabilecek bir şey. Dışardan bir zorlama belki geçici çözümler getirebilir ama temelinde kalıcı bir değişimin olması kişinin kendi isteği ve yaşama nasıl baktığıyla ilgili bir şey. Kimsenin kimseyi eğitmesi gibi bir misyonu olmamalı. Kadın ya da erkek herkes kendinden sorumludur. Zaten kadın ve erkek olarak ayırmak insani gelmiyor bana açıkçası.
17 yaşına kadar yalnız bir çocuk olarak büyümüşsünüz, sonra kardeşiniz Ilgın doğmuş. Annelik provanız var, neden çocuk sahibi olmadınız?
İş yoğunluğu, yaşam koşulları yüzünden erteliyoruz. Gelecekte çocuk sahibi olmak istiyoruz tabii.
Kaç yıl oldu?
12 sene olacak.
Ali Bey doktora yapıyordu değil mi?
Ali, mezun olduktan sonra akademik kariyerine devam etti. 9 Eylül Üniversitesi’nde mastır yaptı. Hala da bitmeyen bir doktora süreci yaşıyor. Siz de biliyorsunuz o süreçleri. Bir taraftan o da hem tiyatroda rejisörlük yapıyor, hem ders veriyor. Bu yüzden de biraz uzadı.
Ali Bey’in halini çok iyi tahmin edebiliyorum. Peki, tez konusu ne?
Metod oyunculuğu üzerine tez yazıyor. Çok güzel bir konu. Stanislanski’nin metod oyunculuğunun uzamları üzerine, yani Stanislavski’den başlayan sürecin Amerika’ya ve günümüze gelmesi üzerine. Türkiye’de doğru çevirilerin olmadığı bir şeyin üzerine doğru kaynak oluşturmaya çalışıyor. Sanırım tamamlanınca, kitap olarak yayınlanacak. Yoğun bir dönem yaşıyor. Evde bazen ayrıldığımız noktalar oluyor. O, teorik olarak yaklaşıyor, ben teori bilmediğim için pratik davranıyorum. Bazen bana ‘sen bilmeden çok doğru bir şey yapıyorsun’ der. Ama bence o, oyuncular için yolu kısaltıyor.
Doktora yazan birinin eşi olmak zordur, büyük fedakarlık ister. Üstelik siz de yoğunsunuz, nasıl oluyor evin içindeki durumlar?
Evet. O mastır yaparken çok yoğun çalışmıyordum. Ali’nin teknolojiyle pek arası yoktur. Elde yazar; kalem sesini duymak gibi bir takıntısı var. Dolayısıyla editörlüğünü ben yaptım, yani temize çektim yazdıklarını. O kadar zorlandığım 3-5 ay yaşadım ki! Hayatımın en kabus zamanıydı. O yüzden ‘doktora yaparsan bir satır yazmayacağım’ diye yemin ettim.
Ne oldu o yemin?
O yemin bozuldu tabii. Bu konuda çok inatçı ne yapayım?
Çalışmadığınız zamanlar günleriniz nasıl geçiyor?
Genelde evde oluyorum. Ailemle ya da arkadaşlarımla vakit geçiyorum. Kış döneminde çok da sosyal yaşadığımı söylememem. Mesela bugün bu çekimi yapmak, Hilton’un terasında oturup sohbet etmek, bir şeyler yemek, benin için sosyalleşmek, güzel ve değişik bir gün geçirmek demek.
Çok dostunuz var mı?
Evet ve hepsi çok eski dostlarım. Genelde lise ve konservatuar dönemimden. Herkes çok başka işler yapsa da, birbirimizden hiç kopmadık. O benim dar çemberim ve hiç değişmedi. Bana felsefeye ilgi duyan bir kişiliğiniz var gibi geldi.
Arkadaşlarınıza akıl veren, akıl danışılan bir misinizdir?
Öğüt vermeyi, akıl vermeyi pek sevmem. Bu konularda söyleyeceklerimi kendime saklarım. Öğüdü biraz boş bulurum, çünkü insan en iyi yaşayarak öğrenir. Ben, eğriyi-doğruyu her şeyi yaşayarak öğrendim. Bunu tercih ettiysem sonucuna da katlamam gerektiğini düşünürüm. Bu noktada yaşananları iyi yorumlamak çok önemli ama… Tabii, iyi yorumlamak biraz yaş, yaşanmışlık ve olgunlukla ilgilidir. Ben 15 sene önce başıma gelen bir şeyi iyi yorumlayamazken, şimdi başka türlü düşünebiliyorum. Çünkü tecrübeler değişiyor, o yaşanmışlıklar sizi daha sakin kılıyor. Daha uzaktan, geniş resme bakar buluyorsunuz kendinizi. Eskisi kadar telaşlı değilim. Konservatuardayken çok daha hırslı, idealist ve gerginken şimdi kendimi daha rahat ve sakin hissediyorum. İşler böyle daha kolay oluyor.
Böyle bir olgunluk için yaşınız daha genç değil mi?
38 yaşındayım. Tabii haklısınız çok büyük bir yaş değil ve hala bir şeylerin daha başındayız. O süreç ölene kadar bitmeyecek. Değişmeye ve öğrenmeye devam edeceğim, ama bence biraz gençlikteki telaşın bu yaşlarda azalması iyi bir şey.
Ben iki farklı Ayça deneyimledim bugün. İyi analiz yapan, sakin bir Ayça ve zıpırlık yapan, şakacı çocuk Ayça. Yanılıyor muyum?
Evet, evet doğru yorumladınız. Kesinlikle böyle bir yanım da var. Zaten yaşam Ying-Yang üzerine kuruludur ya. O diyalektik her noktada devam ediyor. Tek yönlü olmak çok sıkıcı ayrıca.
İçinizdeki eril ve dişil yönleri keşfetmek zor olmuyor mu?
Bence keşfetmek değil de, serbest bırakmakla ilgili. Ben içimden ne geliyorsa öyle davranıyorum. Tabii yer ve koşullar çok önemli.
"İyinin içinde kötü, kötünün içinde iyi vardır. Saf iyi, saf kötü sadece masallarda vardır." diyen Ayça Bingöl ile kadın olmayı, kadınların erkekleri eğitme meselesini, evliliğini, yeni evini ve yaşam felsefesini konuştuk.
“Öyle Bir Geçer Zaman Ki” bizi kadın olmanın farklı, ama bildik noktalarıyla yüzleştiriyor. Tuzlu bir mutluluk tadı var bu dizide. Toplum olarak mutsuzluğa bir adım yakın mı duruyoruz sizce?
Kadın olmak çok zor. Türkiye’de kadın olmak çok daha zor. Dolayısıyla toplumun bütün katmanlarındaki kadınların mutluluğu, tuzlu bir mutluluk oluyor. En entelektüelinden, en eğitimsizine, sınıf ya da statü şartı koşmadan kadına bu yükleniyor. Yetiştirilme tarzımızın, örf ve adetlere de nüfus eden erkek egemenliğinden olacak ki mutluluk, tuzlu bir mutluluk oluyor.
Cemile tamahkar bir kadın. Başına ne gelirse gelsin her seferinde yutkunan, öfkesini dizginleyebilen bir kadın. Senaryoyu okurken ‘bu kadarı da fazla’ demiyor musunuz?
Oradaki değerlendirmeyi döneme göre irdelemek lazım. Biz 60’lardan başladık, 80’lere geldik. Kadının toplumsal konumuna bağlı olarak o yıllarda benim de incelemelerimde gördüğüm, kadının aile içinde tamahkar bir rolü var. Yani fedakarlık üzerine kurulu. ‘Kol kırılır yen içinde kalır’ denir ya, her şey dört duvar içinde kalıyor. Aile çatısı altında her durumla kadınlar baş ediyor, yaşamaya çalışıyorlar. Cemile o profile uyan bir kadın. 1980’lere geldikçe kadınlar bireyselleşiyor, kendi ayakları üzerinde duruyor. Cemile bu değişimi de yansıtıyor. Bu çok önemli. Yani bunu sadece bir dizi karakteri olarak değerlendirmeyelim. Topluma bir şey anlatmaya çalışıyoruz. Hiç çalışmayan bir kadın, ekonomik bağımsızlığını kazanıyor.
Bu kadar güçlü olmak sonunda Cemile’yi kanser hastası falan yapmaz değil mi?
İnşallah olmaz.
Dırdırcı, entrikacı, paragöz eltisinin karşısında namuslu, sadık, güçlü kadın Cemile. Bu roller melek ve şeytan kadın ayrımını olumlamış olmuyor mu biraz?
Evet, böyle olmamalı. Ben bireysel anlamda bu bölünmeye karşıyım. İyinin içinde kötü, kötünün içinde iyi vardır. Başka türlüsü de zaten hayatın bir parçası olmaz, yaşıyor olmaz, inandırıcı olmaz. Saf iyi, saf kötü sadece masallarda vardır.
Biliyorsunuz tiyatrocular için sıkıntı dolu bir dönem yaşanıyor. Sizin gibi tiyatroya gönül verdiğini söyleyen sanatçılar da tiyatrolarına sahip çıkmaya çalışıyor. Bu yılki “Şehir Tiyatroları Kapatılamaz” sloganlı eylemlere, Sanat Maratonu’na destek verebildiniz mi?
Ben onların tüm protesto platformunda bulunmaya çalıştım. Gerek yürüyüşlerde, gerekse toplantılarda. Eşim de zaten Şehir Tiyatroları’nın kadrolu oyuncusu. Ben de olabildiğince onların yanında olmaya çalışıyorum. Bulabildiğim mecralarda duyurmaya çalıştım.
Bir yaşamı paylaşan insanlar birbirini etkiliyor doğal olarak...
Tabii ki. Sonuçta Şehir Tiyatroları bu ülkenin çok uzun yıllardır geleneksel tiyatrosu. Benim eşim orada çalışmasa da benim bu mesleği yapan biri olarak orada bulunmam gerekli. Sadece bu mesleği yapan değil, herkesin sahip çıkması gerekiyor.
Eşiniz Ali Bey’le devam edelim mi?
Edelim. Zaten Ali hep röportajlarımda ondan nasıl bahsedeceğimi merak eder. Kendi ile ilgili bölümleri daha dikkatli okur.
Ne zaman evlendiniz?
Biz konservatuardan arkadaştık. Mezun olunca ‘hadi evlenelim’ dedik ve evlendik. Bizimki daha çok birlikte büyümek, beraber yol almak, ortak hayallerin ve hedeflerin peşinden koşmak gibi… Aslında gerçekte evlilik bir piyango. Kimse kötü olsun diye evlenmiyor. Bakalım, bizimki iyi çıktı şu ana kadar.
Kimya öğreniminizi yarıda bırakıp konservatuara geçmişsiniz. Böylesi bir kırılma noktasını yaşatacak şey neydi hayatınızda?
O, tamamen çevrenin etkisiyle zorunlu bir seçimdi. Çünkü pozitif bilimlerin daha revaçta olduğu, gerçek işlerin onlar sanıldığı bir dönemde okuyordum. Klasik öğretiler işte. Üniversite okunacak, dershaneye gidilecek, meslek sahibi olunacak… Ben bunlara hiç kanmadım. Mutluluğun peşinden koşmak istedim. 19 yaşında ‘Ben ne yaparsam mutlu olurum?’ sorusunu sordum. Bu yaşıma kadar yaptığım en iyi şeydi sanırım. Devam etseydim, mutlu olmayacağımı biliyordum. Çünkü iş benim için her zaman bir araçtır. Yani her şey değildir. Mutlu ve tatminkar yaşamak, yaşam enerjimi düşürmemek benim için daha önemlidir. O itki noktası oyunculuktan geçti. Çok küçük yaşta sahne deneyimim olmuştu. Sahne sevgisi içime düşmüştü. Lise çağlarında bunu yaşatmaya çalıştım. Yani benim kırılma noktam İTÜ’de okurken hissettiğim mutsuzluktu.
Mezun olabildiniz mi?
Hayır, yarıda bıraktım. Orada okurken ailemden gizli konservatuar sınavlarına hazırlandım. Onlar beni vize ve finallere gidiyorum sanırken, ben kendi başıma işler yaptım. İyi ki de yapmışım. Sonradan onlar da destek oldu tabii. Konservatuarı kazandıktan sonra gerisi iplik söküğü gibi gelişti.
Tiyatro bir meslek gibi değil, bir yaşam felsefesi olmuş size, doğru mu anladım?
Evet, sadece tiyatro değil de oyunculuk desek daha doğru olur.
Profesyonel oyunculuğa 1996 yılında Dormen Tiyatrosu’nda başladınız. Çehov Makinesi ile özlem gidermeye devam edecek misiniz?
Bu sezon devam edecek mi, etmeyecek mi bilmiyorum. Eser, Devlet Tiyatrosu’nun repertuarına girerse devam edeceğim.