‘Kalbin anahtarı’nın izinde
Onu her dinlediğimizde ‘beni anlatıyor’ cümlesini sarf ediyoruz. İnsanı çok iyi analiz ediyor. Dokuzuncu kitabını da çıkaran Aşkım Kapışmak’la Kalbin Anahtarı’na doğru bir yolculuk yaptık.
Röportaj: Aslıhan Sever
Kelimelerle iyileşmek ne demek?
Biz dünyaya geldiğimiz zaman ruhsal açıdan hasta gelmiyoruz. Zaten insanların ilk söylemleri, anne-babayla başlıyor. Zihnimizde ve bilinçaltımızda, sevgi, ilgi adı altında yüklenen olumsuz düşünceler var. Biz o düşünceleri, inanç kalıplarına dönüştürüyoruz ve inanç kalıplarını senaryolaştırmaya başlıyoruz. Aslında ruhumuz hastalanıyor yani içimizdeki sesler dışarıda somutlaşsın istiyoruz. Sürekli ‘insanlar kötü’, ‘güvenecek kimse yok’, ‘kimse beni sevmiyor’, ‘bu hayatta bunlar hep benim başıma gelir’ gibi ağzımızdan çıkan her kelime aslında hasta ruhun dışavurumu. O yüzdendir ki insanoğlu iyileşmek, kafayı dağıtmak için bazen müzik dinler, kitap okur, oralardan kelime alır. Dostunu dinler, oradan kelime alır. Biz, ilk önce ağzımızdan çıkanlara dikkat edersek bile iyileşiyoruz. O yüzden kelimeler, cümleler hatta noktalar ve virgüller bile insanın ruhuna o denli işleyebiliyor. Göz, dudak, kulak sadece kalbi yani ruhu iyileştirecek birer araç ama o araçtaki yolcuların kelimelerle ve cümlelerle getirilip götürülmesi gerekiyor. Yani transfer edilmesi lazım.
Sadece kelimeler iyileştirir mi insanı?
Kelimeler, kapı açar. Samimi ve içtense gerçekten o rengi verir. Kelimelerin şiddetiyle zaten iyileşmeni sağlayacak olaylar, insanların hayatına girmeye başlar. Kelime, bakış açısı getiren bir şey. Artık başka bir şekilde düşünmeni, daha iyi düşünmeni sağlar. Bu kelimelerin psikoterapideki karşılığıysa, telkin. Doğru telkinlenerek iyileşme. Bilişsel ve davranışsal anlamda duyduğu ve söylediği şeyi yapıyor olabilmek.
‘İnsanın sık kullandığı kelimeler geleceğini inşa eder’ diyorsunuz. Mesela?
Bazı insanların, aynı şeyleri konuşmak, dilinde ve zihninde takıntıdır. İlişkideyken ya da bir işin başındayken ‘aman şöyle olacak, böyle olacak’ gibi söylemlerde bulunup, gelmemiş geleceği satın almak gibi bir duruma düşerler. Kelimeleri tekrarladığınızda, beyin bu kelimelerin ne kadar sık tekrarlandığına bakar. Çok sık tekrarlanıyorsa, bunun kişi tarafından çok önemli olduğunu düşünür. Bununla ilgili inançlar oluşturmaya başlar. Kötü kehanetler ve olumsuzluklar, çok sık tekrarlandığında bu sırf psikolojine değil, fizyolojine de yerleşiyor, mimiklerine de yerleşiyor. Sen de bunu karşı tarafa veriyorsun. Karşı taraf için de bu tutum, zihinsel bir biliş oluşturuyor. Sen aldatılmaktan korkarken, dilinle söylemesen de yaptığın mimiklerin ve tutumların, aldatılmış bir kadının mimiği ve tutumu oluyor. Bu da erkeğin beynine geçiyor. Erkeğin beyni de bunu yorumlarken aldatılma butonuna basıyor.
Kendimizin en büyük düşmanı mıyız gerçekten? Neler yapıyoruz kendimize? Neden yapıyoruz bunları?
Mesela yağmurun yağması algılama ama ‘of ya yine yağmur yağıyor’ gibi söylemler, yorumlama şekli. Aynı yağmura başkası bakıp, başka şekilde de yorumlayabilir. ‘Oh be toprak su görüyor, yeşillik verecek’ gibi. Demek ki bizim yorumlama kısmımızı değiştirmemiz gerek.
Seven kadın cesurdur diyorsunuz... Peki, seven erkek nasıldır?
Kadının cesareti, erkekten daha yüksektir. Erkekler genelde aşkını, sevgisini, evliliğini her alanda yaşamaz. İşteyken veya sokaktayken unutabiliyorlar. Kadın, gittiği her yerde aşkını, sevgisini dile getirebiliyor. Kadının bağ kurma yanı da var. Komşuyla, akrabayla bağ kuran kadındır. Her yerde sevdiği kişi için cesur olması gereken, kadınlar. Adama bakınca; işe gidiyor, eve geliyor. Hemcinsleriyle takıldığı için genelde aşka, evliliğe pek konu olarak girmiyor ama kadın her yerde ‘hayatımda biri var’ mesajı veriyor. En cesur hikayesi de zaten doğurması. Çok sevdiği kişi için bu kadar acıyı göze alıyor. Bundan daha öte bir şey olamaz.
Kalbimizin anahtarına nasıl ulaşacağız? Anahtarı nasıl kullanacağız ve orada ne bulacağız?
Kalbin anahtarı, duygu. Mesela ben, sana ‘ben seni çok seviyorum’ desem, benim görüntüm beynine gider, kelimelerim beynine gider hatta geçmiş profilim bile beynine gider. ‘Seviyorum’ cümlesinden sonraki bir his vardır ya, benden sana geçen... O his kalbe gider. İnsan kalbindekini arar sürekli. Aklındakini değil. Kalbin anahtarı ise zihindeki kötü, olumsuz şeyleri azaltabilmek, silebilmektir. Yani kötü düşünceler, kötü deneyimler, seni rahatsız edecek hırslar, geçmişte yaptığın hatalar, bunların hepsini azaltabilmek, azaltmaya çalışabilmek lazım.
Başına ‘çok’ koyulan cümlelerin sonu neden yoktur? ‘Çok’ bir inandırma mekanizması olarak dile gelen ve gerçek olmayan bir tutum mu?
Çok sattırır. Çok ünlü, çok güvenilir, seni çok seviyorum... İnsanoğlunun en iyiyi isteme arzusu var. ‘Seni seviyorum’ kalbimden gelir, ‘seni çok seviyorum’ kendimden gelir. Seni çok seviyorsam, ‘sen de beni çok sev’ tutumuna giriyorum. ‘Seni seviyorum’ cümlesinde bir karşılıksızlık vardır. ‘Sana çok güveniyorum’ diyorsam, altında yatan şu; ben korkağım, bana sakın güvenilmeyecek şeyler yapma, ben bununla baş edemem. Bir insana çoklu cümleler kurarsan, onun savunma mekanizmalarını yıkarsın ve onu, kendine bağımlı yapmaya başlarsın.
Size insanlar en çok hangi sorunları için geliyor?
Burası bir akademi. Burada benim alanımın dışında, farklı alanlarda uzman büyüklerim de var, akranlarım da var. Çocuk terapileri, çocuk korkuları, cinsel terapiler de yapılıyor ama ben klinik vaka almıyorum. Eğer benim yönlendirdiğim psikiyatriste gidiyorsa, psikoterapi yapıyorum. Benim haftanın iki günü depresyon, stres, hedef belirleme, ilişki yönetimi üzerine terapilerim var. Ağırlıklı çalıştığımsa daha kurumsal. ‘İletişimimi güçlendirmek istiyorum’ diyen insanlar, çok fazla geliyor. Beden dili eğitimi almak isteyen de fazla. ‘İkna yönetimi, nasıl ikna ederim?’ temasını çok işliyoruz. ‘Topluluk önünde nasıl konuşabilirim ve nasıl etkileyebilirim?’ temasını da çok sık işliyoruz.
Bu denli davranışlar ve altında yatan nedenlerle ilgili bilgili olduktan sonra insan ilişkileriniz hep bir adım sonralarını bilmekle mi geçiyor? Sizi şaşırtan insanlar olabiliyor mu hala?
Bunu artık oyuna dönüştürdüm. Elinizde olmuyor. Bazen arkadaşlarımla oturduğumda ‘bak, kadın ya da adam şimdi şunu yapacak’ diyebiliyorum. Eskiden takıntı boyutunda yapıyordum, şimdi biraz daha dozajında. Her şeyi çözüyorum, dört dörtlüğüm, dünyanın en mutlu adamıyım gibi bir durumum yok. Sadece daha dikkatli karşılayabiliyorum. Birinin yalan söylediğini vücut dilinden anlayabiliyorum. Şaşırtanlar da oluyor tabii. İnsanların başına gelecekleri, tabii ki hiç bir uzman bilemez.
Hedefler başka, eylemler başka yöne neden gider?
Çünkü insanlar isteklerini, hedef zanneder. Hedef ve istek başka şey. Zengin olmak, mutlu olmak, zayıflamak istektir ama her şeyi hedefleyemezsin. ‘Dünya barışı istiyorum’, bu bir istek ama bir hedef olamaz. ‘O beni sevsin’ bir istektir; bunu hedef edinemezsin. Onunla mutlu olmanın gerekli şartlarını sağlayabilirsin ama sonunda mutlu olur mu, seni sever mi bunlar isteklerdir. İnsanlar istek ve hedefleri karıştırınca hedeflerden kopup, isteklerin peşinde koşmaya başlıyor. Sağlıklı olmak isteyen ve bunu hedeflemiş biri; erken kalkar, az yer, spor yapar... Ama o ne yapıyor? Gece kulüplerinde eğleniyor, yediğine-içtiğine dikkat etmiyor... Tutarlı olmak gerekiyor. Bizim ülkemizde insanlar mutlu olmayı, başarılı olmayı hedefleyemiyor. Sadece istiyorlar. Hedefte süreç benim elimdedir. Sonuç değil.
İnsanlar neden özeleştiri ve empati yapmakta zorlanıyor?
Empatiden ziyade özeleştiri daha zor. Bizim ülkemizde empati çok kullanılamıyor ve yanlış anlaşıldığını düşünüyorum. Özeleştiri adı üzerinde, öz karanlık tarafımız. Hatalarımızın, yalanlarımızın, yanlışlarımızın, siyahlıklarımızın, çıkmazlarımızın olduğu şey... Kendine barışık olan bir kitle yok bizde. Geçmişinden utanma, özünden utanma biraz fazla... Utanacağı şeyi eleştirmeyi sevmiyor. Orayla yüzleşmek istemiyor. Oradan kaçma derdinde sürekli. O yüzden kibir ve ego yapıyor. Bilse ki özündeki şeylerin kendinden kaynaklı olmadığını ve ona yaşatılan travmalardan kaynaklandığını, rahat eleştirebilecek aslında. Özür dileyemiyor, hata yaptım diyemiyor.
O zaman özeleştiri yapabilen insanların daha cesur ve gerçeklerle yüzleşmeyi göze alan ve belki daha mutsuz insanlar olduğunu söyleyebilir miyiz?
Mutluluk başka bir şey. Özeleştiri yapmayanlar daha mutlu gözükebilir size, takmıyor gibi gelebilirler. Ama aslında daha ‘hayvansı’lar. Sen şimdi oturup, saatlerce kendini sorguluyorsun, özeleştiri yapıyorsun, beyni istişare ediyorsun, bir farkındalık, aydınlanma yaşıyorsun... Öbür taraftakine bak oturmuş, kendince takılıyor. Sen onun rahatlığını, kendi rahat olduğun anlarla kıyaslarsın ve o anlardaki hazzı alıyor zannedersin ama öyle değil. Orada boş bir duruş, boş bir düşünce var.