Umuda ışık tutmaya çalışıyor
Duygulandıran, güldüren, iç acıtan ama en çok utandıran bir film Zenne.
Zenne filminin basın gösterimi
için sabah erken saatlerde
yollara düştüm. Salona girdim
ve yerimi aldım. Her şey gayet
güzeldi… Filmin sonuna
kadar! Film bitti, ışıklar yandı salondan
çıt çıkmıyordu. Eminim herkes benim
gibi onları ayakta alkışlamak istiyordu
ama kanımız donmuştu, utanmıştık.
Çünkü film, gözardı ettiğimiz gerçekleri
çok gerçekçi ve aynı zamanda masalsı bir
anlatımla yüzümüze vurmuştu. İnsan
haklarına saygımız yoktu, bizim için ‘bizden
farklı’ olanın değeri yoktu… Bu ülkede
gay, lezbiyen olmak ‘öteki’ olmak anlamına
geliyordu. Hatta kimileri için ölüm fermanı
demekti. Tıpkı filmdeki Ahmet gibi. Filmin
senaryosu, 2008 yılında babası tarafından
gay olduğu için öldürülen Ahmet Yıldız’ın
gerçek hikayesinden esinlenilerek kaleme
alınmış. İmkansız bir üçlünün dostluk
öyküsünü anlatıyor. Evet, bence de öyle. Bu film Türkiye’nin
bir panoramasını ve içinde barındırdığı
çelişkileri gösteriyor. Bence Zenne’nin
önemi burada yatıyor! Gösterdiği kırılma
noktaları; Türkiye’nin kırılma noktaları,
cevap aradığı soruları… Gelecek için ne
istiyoruz? Gerçekten daha özgürlükçü,
hukuk devletinin güvenilebilir, insan
haklarının korunduğu bir toplum
mu yoksa eski anti-demokratik
reflekslerimize mi geri dönmek istiyoruz?
Zenne filmi geleceğe umutla bakmaya
ve umuda ışık tutmaya çalışıyor. Filmin
sonunda Can, ‘‘Gülümsüyoruz’’ diyor.
Bence zaten başka çaremiz yok.
Sinemanın 2012 yılında hala kısıtlanıyor
olması neyin eseri sizce?
Hoşgörünün eksik olduğunun bir
göstergesi bence. Yalnız duruma çok daha
derinden bakmamız lazım. Bu yasakları
koyan, devletin çeşitli kurumlarında
oturan, yasaları çıkartan ve yürürlüğe
koyan insanlar kim? Bizim içimizden
gelen insanlar. Yani hepimizin kendini
sorgulaması lazım. Nasıl bir devlet
sistemi, nasıl bir aile yapısı içinde
yaşıyoruz diye.
Peki ya biz, gay’leri ya da lezbiyenleri
neden bu kadar ‘öteki’ yapıyoruz?
Ötekileştirmenin bence çok fazla sebebi
var. Nedenleriyse irrasyonel. Bence
bilinçsizlik ve korku bunlardan sadece
ikisi. Tanımadığımız, tabulaştırdığımız,
korktuğumuz bireyleri ve konuları her
zaman ötekileştiririz. Dünyada durum
bizden farklı. Çünkü pek çok konuyu hala
özgürce konuşamıyoruz bile. Karşınıza ya
bireysel şiddet ya da devlet çıkıyor.
Bazen prova esnasında bir hareketi
yapamadığımda hırsımdan kapı ve
duvarları yumrukluyordum. Beril
sınırlarımı zorlamamda ve aşmamda
çok yardımcı oldu. Çekimlere az bir süre
kala Burçin Orhon’la tanıştım. Kendisi
çok sabırlı biri. Bana öğrettiği figürler
gerçekten işimi çok kolaylaştırdı. Ayrıca
Berlin’de kendime bir bale hocası ve
çalışabileceğim bir dans stüdyosu tuttum.
Berlin’de olduğum süreler içinde oğlumu
yatırıp geceleri orada prova yaptım.
İstanbul, Berlin, Wuppertal arasında
gidip geldim. Günlerim dansla başladı,
oyuncu provalarıyla devam etti ve yine
dans provalarıyla bitti.
Filme ne şekilde dahil oldunuz?
Çekimlerin başlamasına yedi ay kala,
yakın arkadaşım ve oyuncu Hülya Duyar
bana, Caner Alper ve Mehmet Binay’ın
hazırladığı bir proje için cast direktörlüğü
yaptığını söyledi. Ardından Mehmet ve
Caner Berlin’e geldi ve tanıştık, görüştük.
Buraya kadar her şey çok kolay gibiydi.
Caner ve Mehmet’in beni, yürüyüşümü
gördüklerinde hayal kırıklığına
uğradıklarını gördüm. Okuma ve yürüme
provası yaptıktan sonra anlaştık. Bana
inandıkları, böyle bir şans verdikleri için
onlara minnettarım.
Ve size gerçek bir dansçı
izlenimi verdiysem ne mutlu bana.
Senaryonun en acı tarafı gerçek bir
hikayeyi anlatıyor olması. Filmde
anlatılan olayların gerçek hayatta
çok daha fazla, çok daha şiddetli
yaşanmasına nasıl bakıyorsunuz?
Üzülüyorum. Hem de çok. Ama beni
en çok üzen ve kızdıran buna izin veren
yargı sistemimiz. Artık bu konularda
caydırıcı cezaların verilmesi şart.
Film, 2011 Altın Portakal Film
Festivali’nden beş ödülle döndü. O gece
pek çok sanatçı gelip sizi tebrik etti ve
destek vermek istediklerini söylediler.
Fakat hem bazı festivallerde filmin önü
kesilmeye çalışılıyor hem de destek
vermek istediğini söyleyen isimlerin
pek çoğu kendini geri çekti. Bu durumu
nasıl değerlendiriyorsunuz?
Herkesi kendi vicdanıyla baş başa
bırakıyorum. Biz filmimizi yaptık,
hikayemizi anlattık. Bunu kimse
bizden alamaz.
Filmin görüntüleri gerçekten baş
döndürücü. Özellikle de sizin dans
sahneleriniz. Bunun için özel bir eğitim
aldınız mı yoksa siz zaten profesyonel
bir dansçı mısınız?
Dansçı değilim. Caner Alper ve
Mehmet Binay bana koreografileri
gösterip, müzikleri dinlettiklerinde,
yedi ay gibi kısa bir sürede bunları
başaramayacağımdan korktum. Sportif
bir yapıya sahip olmama, müziği ve
ritmi sevmeme rağmen kıvırmayı
hiç bilmiyordum. Dans etmek tıpkı
oyunculuk gibi çok disiplin, ter ve gözyaşı
gerektiren bir iş. Bu proje sayesinde ben
bunu öğrendim. Ve size gerçek bir dansçı
izlenimi verdiysem ne mutlu bana.
Ne kadar süre eğitim aldınız?
Yedi ay içinde farklı koreograflar ve
dans tarzları ile tanışma fırsatım oldu.
Pina Bausch dans grubunun koreograf
ve dansçılarından Daphnis Kokkinos
ile çalıştım. Daphnis olağanüstü bir
sanatçı. Aynı anda Berlin’de zenne
olarak çalışan Eserzade’den ders aldım.
Onunla ilk dersimizde Mezdeke kasedi
eşliğinde çalıştık ve bu işin çok zor
olacağını o zaman anladım. İstanbul’da
Beril Şenöz’le çalıştım. O da modern,
hiphop ve oryantal karışımı iki koreografi
hazırlamıştı. Hazırladığı koreografiler
için vücudum hiç ama hiç uygun değildi.
Almanya’da yaşıyorsunuz. Orada
durum nasıl? Türkiye’yle ortak
özellikleri var mı bu konuda?
Bence, iki ülkeyi kıyaslamak biraz zor.
Ortak özellikler bu konuyla ilgili az. Bir
kere bireyin temel insan hakları, cinsel
tercihleri, Türkiye’ye nazaran çok daha
iyi korunuyor. Birkaç örnek: Berlin’in
Belediye Başkanı Klaus Wowereit
eşcinsel. Almanya’nın Dışişleri Bakanı
Guido Westerwelle eşcinsel ve bu ikisi
gibi önemli konumda birçok insan var.
Eşcinsel olup evli olanlar var. Yalnız
hiçbirisi cinsel tercihlerinden dolayı
yargılanmıyor. Önemli olan yaptıkları
işler. Türkiye’de bugün; mesela, hükümet
partisine dahil olan bir şahsın eşcinsel
olduğunu söyleyip herhangi bir büyük
şehrin belediye başkanı olabileceğini
düşünebiliyor musunuz?
Yasalar mı, eğitim mi, yaşayış biçimi mi?
Hangisi değiştirilmeli sizce?
Bence hepsi birbirine bağlı. Yasal süreçten
yola çıkarak, eğitime çok fazla önem
verilmesi ve aynı anda her bireyin kendini
ve yaşam biçimini sorgulaması lazım.Türkiye’nin değer
yargılarını çok tanımayan, kısa süreliğine
İstanbul’a gelen bir Alman fotoğrafçı,
renklerini gizlemekten sakınmayan,
ailesinden koşulsuz destekle koruma
gören bir zenne ve Doğulu, muhafazakar
bir ailenin çocuğu olan bir üniversite
öğrencisi... Birbirleriyle dostluk, aşk ve
anlayışla bir arada yaşamayı başarabilen
bu üçlünün karşısına çıkan töre, devlet ve
muhafazakar aile değerleri bu filmde bizi
bekleyenler. Filmin kurgusu, senaryosu
gerçekten de çok iyi. Ama en büyük
alkışların oyuncularına da gittiğini
söylemek gerek. Başrol oyuncularından
Kerem Can’ın filme katkısı büyük.
Dansları, mimikleri, bakışları, sesi hepsi
müthiş bir ahenk oluşturuyor perdede.
Filmi izleyip, onun profesyonel bir
dansçı olmadığına inanmak zor. Ama
o profesyonel bir oyuncu. Lisede
başladığı oyunculuğa farklı ülkelerde
işletme okumasına rağmen veda
edemeyen ve Londra’da Mountview
Okulu’nda eğitim gören Can, 2004
yılından beri Berlin’de profesyonel
oyunculuk yapıyor. Berlin’de oğlu
ve kız arkadaşıyla yaşayan Kerem
Can’la Zenne’yi dansı, insan haklarını,
sinemayı konuştuk.
Üstlendiğiniz rol bir hayli zor ve pek
çok oyuncu açısından riskli. Rolü kabul
ederken hiç tereddüt ettiniz mi?
Bence insanlar projeleri değil, projeler
insanları bulur. Ben yeni baba olmuşken
bu senaryo önüme geldi. Duygusal olarak
çok yoğun bir süreçten geçiyordum
ve senaryoyu okuduğumda Ahmet’in
hikayesi, ailelerin dramları beni
çok duygulandırdı. Oyuncu olarak
korkularım vardı; acaba Can’ı klişelerden
uzak, gerçek bir ‘insan’a dönüştürebilecek
miyim, dansların ve müziğin hakkını
verebilecek miyim diye sorular
soruyordum kendime. Bunlar dışında bir
tereddütüm olmadı.
‘Zenne’ dert anlatan bir sinema filminin
çok ötesinde bence. Özgürlük diye
borazanların çalındığı bir devirde
kapalı kapılar ardında yaşananları
bütün çıplaklığıyla sunuyor. İç acıtıyor,
utandırıyor…
Peki canlandırdığınız karaktere nasıl
hazırladınız?
En çok yönetmenlerimle konuştum.
Bilgiler topladım, provalar yaptım. Can
karakteri bedensel anlamda benden
çok uzak olduğu için ben ona dansla
yaklaşmaya çalıştım. Hayat, Can için
dans. Ben de sabah yataktan kalktıktan
sonra, dişlerimi fırçalarken, konuşurken,
yatmadan önce, sokakta yürürken dans
etmeye, kıvırmaya başladım. Bunun
yanında farklı insanların hayatları
hakkında araştırmalar yaptım. Prova
aralarında Beyoğlu’nda insanları
inceledim. Farklı oyuncuları, filmleri,
belgeselleri seyrettim ve kendimi role
hazırladım.
Ne kadar süre eğitim aldınız?
Yedi ay içinde farklı koreograflar ve
dans tarzları ile tanışma fırsatım oldu.
Pina Bausch dans grubunun koreograf
ve dansçılarından Daphnis Kokkinos
ile çalıştım. Daphnis olağanüstü bir
sanatçı. Aynı anda Berlin’de zenne
olarak çalışan Eserzade’den ders aldım.
Onunla ilk dersimizde Mezdeke kasedi
eşliğinde çalıştık ve bu işin çok zor
olacağını o zaman anladım. İstanbul’da
Beril Şenöz’le çalıştım. O da modern,
hiphop ve oryantal karışımı iki koreografi
hazırlamıştı. Hazırladığı koreografiler
için vücudum hiç ama hiç uygun değildi.