“Yarın savaş çıkarsa ne yaparız?”
Andaç Haznedaroğlu, bu ay gösterime giren ödüllü filmi Misafir (The Guest) ile Suriyeli mültecilere çeviriyor kamerasını. “Kimsenin meseleyi çözmeye niyeti yok” derken, bu durumu insani ve tarafsız bir yerden anlatmaya çalıştığını sözlerine ekliyor.
Film nasıl doğdu? Senaryoyu yazarken neleri öne çıkarmak istediniz, yani dramatik kurguyu nasıl yaptınız?
Hepimizin sürekli göz attığı bir konuydu aslında Suriye meselesi. Filmdeki karakterlerden Zeynep’in hikayesi benim gerçekten yaşadıklarımdı. Bir gün Suriyeli bir mülteci, hasta çocuğuyla arabanın önüne atladı. Onlarla yaşadığımız bir hastane gecesi sonunda hikayenin peşine düşüp mültecilerin sınırdan buraya nasıl geldiklerini öğrenmek istedim. Her şey bu macerayla başladı.
Böyle bir film çekme fikrini oluşturan itici güç neydi?
Filmi çok insani bir yerden anlatmak istedim. ‘Yarın savaş çıkarsa ne yaparız?’ sorusunu kimse sormuyor kendine. Filme en çok desteği veren Suriyeliler ve arkadaşlarım oldu. Türklerin bu konuda meseleyi çok anladıklarını düşünmüyorum. Suriyelilerin çok keyifli geldiğini zannediyorlar. Bomba sesi bilmemekten kaynaklanıyor bu.
Hazırlık aşamasında üç yıl boyunca sınır kaplarında çalışmışsınız. Asla unutamayacağınız kareler var mı hafızanızda?
Sınıra ilk kez gittiğimde Kobani’de patlamalar başladı. Sınırdaki görüntüler beni çok etkiledi. Reyhanlı’da bir anne bütün çocuklarını kaybetmiş, bombada ayakları yok olmuş; altı yaşında kızı bakıyordu ona. Tek göz bir odada tüpte yemek yapıyordu annesine. İstanbul’a geldiğimde büyük şehirde uğraştığımız dertlerin sahte olduğunu anladım. Bu da hayatımı değiştirmeye yetti.
Mülteciler, sınırlar, yabancılaşma… Küresel bir sorun olarak mülteci meselesinin akılcı bir çözümü var mı?
Küresel olarak bu mesele için gerçekten akılcı çözüm maalesef yok. Savaş gittikçe büyüyor. Kimsenin durmaya, meseleyi çözmeye niyeti yok. Bu filmde anlatmaya çalıştığım kişisel bir hesaplaşma. Meseleyi insani ve tarafsız bir yerden anlatma çabası. Yargının ötesinde bir farkındalık.
Filmin kahramanı Lena ve komşusu Meryem, İstanbul’da ayakta kalmaya çalışırken kendi hikayelerinin kahramanları oluyorlar. İnsan kendi hikayesinin kahramanı olabilir mi?
İnsan kaderine tabii ki yön verir. Mesele önümüze çıkan sorunlar değil, o sorunlara rağmen ne yaptığımız. Mültecilerden çok etkileyici kahramanlık hikayeleri de dinledim. Suriye’de özel okullarda okutulan çocukların işçi olarak çalıştığını, ailesine baktığını da gördüm. Fabrikası olan insanları en alt işlerde çalışırken buldum. İnanın nefes aldıkları için mutlulardı.
Günümüz insanının en büyük sorunu sizce aidiyet duygusu mu, sınırlar mı, yabancılaşma mı yoksa yerini bulamamak mı?
Bunların hepsi diyebiliriz. Gerçeğe tutunmaktan başka şansımız yok. Global krizlerin bireysel hareketlerle çözülebileceği gibi bir umudum var. Savaştan gelen, çadırlarda yaşayan insanların bir süre sonra televizyonun üzerine dantel serdiğini gördüm. İnsan yaşadığı koşullara uyum gösterip ürettikçe her şey değişiyor. Benim hikayem de bir umut hikayesi aslında.
Bir süre sonra mülteci sorunu da normalleşecek. Her şeyin hızla tüketildiği günümüzde hatırlamak mı zor yoksa unutmak mı?
Evet, normalleşti bile. Her gün televizyonda bombalar patlıyor, biz kanal değiştiriyoruz. En şaşırdığım konu ise bu kadar çok yetim çocuğun olması. Özellikle kadınların ve çocukların ne sıkıntılar çektiklerini görünce insan olmaktan utanç duydum. Oradaki savaşa şahit olmaktan utanç duydum. Belki yapabileceğim bir şey yoktu ama en azından hikayeyi doğru anlatarak en iyisini yapmaya çalıştım.