3 günde Diyarbakır Mardin, Nemrut
Güz tatili için yeni bir rota çizmek isteyenlere ideal bir rehber olacak.
Mardin: Gündüzü mezarlık, gecesi gerdanlık
Ve Mardin! Türkiye'nin en güzel kentleri dendiğinde hep adı geçen, hep
merak ettiğimiz, hep abartılıyor mu acaba dediğimiz Mardin'deyiz.
Yüzlerce kilometrelik yoldan, ancak gece vakti ulaşabiliyoruz Mardin'e.
Ve bu şehri ilk önce gece karanlığında gördüğümüz için sanırım çok
şanslıyız! Kesif bir karanlık düşünün; sonra o karanlığın sağına soluna,
kimi yerde yoğun, kimi yerde azar azar yıldızlar serpiştirin. İşte
Mardin öyle görünüyor gece. Meşhur bir sözleri var zaten; "Gündüzü
mezarlık, gecesi gerdanlık" diyorlar. Doğru da, çünkü Mardin kalesi,
şehrin en yüksek noktasında harika aydınlatmasıyla adeta elmas bir
gerdanlık gibi pırıl pırıl parlıyor.
Geçtiğimiz
bahar dört kafadar hep mitolojik bir hikaye gibi dinlediğimiz doğuyu
keşfe çıkmaya karar verdik. 3 günde Diyarbakır, Mardin, Nemrut'un
koynunda sakladığı tüm lezzetlerin tadına vardık. Bu büyülü "taş şehir"de, Erdoba
Konakları'nda kalıyoruz. Buranın en güzel otellerinden biri. Farklı
konseptlerde binaları var; Osmanlı, Selçuklu gibi... Otelin bahçesinden
gece manzarası ise nefes kesiyor; çünkü buranın kocaman bir ova olduğuna
inanamıyorsunuz! Burası karşılıklı gelip giden tankerleri, denize
uzanan büyük iskeleleriyle sizin bir uçurumun tepesinden baktığınız
derin bir denizi andırıyor tıpkı! Bizim Boğaz'ın başka türlüsü.
Görebildiğimiz son noktada, yoğun bir ışık seli var. İşte orası Suriye. O
kadar yakın ki! Büyük Mardin Oteli'nin terasında serin rüzgardan
korunmaya çalışarak ve bağıra çağıra şarkı söyleyip konyak içerek geceyi
tamamlıyoruz.
İnsan
kendini gün doğumunun etkisinden kurtaramadan daha, arkasında duran
Komagene Krallığı'nın insan boyutundaki heykelleriyle bir kez daha
çarpılıyor! 2.150 metrede milattan önce 1'inci yüzyıla ait bu heykeller
ne arıyor? Hem Yunan hem de Pers tanrıları örnek alınarak yaratılmış bu
tanrılar, doğu-batı arasındaki belki de ilk sentezlerden. Kralın
tümülüsü henüz açılmamış, bu heykelleri yaptıran bir kralın mezarında,
kimbilir neler vardır diye merak etmeden duramıyor insan...
Günün son programı ise akşam karanlığında Atatürk Barajı'nı görmek.
Tarif edilemeyecek büyüklükte bir tesis. Suyun sesi, rüzgarın sesine
karışıyor, insan kendini başka alemlerde hissediyor Atatürk Barajı'nı
görünce...
GAP'taki ikinci ve son gecemizde Adıyaman'da konaklıyoruz. Dört yıldızlı
Bozdağan Oteli'nde isteyene havuz bile var. Tertemiz, sevimli bir otel.
Nemrut'a çıkmak için buraya yolu düşünlerin gönül rahatlığıyla
kalabileceği bir yer. On ikiye doğru yatıp, üç saat sonra kalkıyoruz.
Nemrut'a çıkıp güneşin doğuşunu görmek kolay değil! İki saatlik bir
minibüs yolculuğu bizi Nemrut Milli Parkı'na getiriyor. Araçlar park
ediliyor, bundan sonrası dimdik, kayrak taşını andıran taşlarla kaplı
bir yokuşta, suratınıza esen sert ve soğuk rüzgara karşı tırmanmayı
gerektiriyor. Burası, Nemrut'un 2.150 metre yüksekliğindeki zirvesi.
Herkes battaniyelere, montuna, birbirine sarılıp ısınmaya çalışarak
gündoğumunu bekliyor. Ve gün doğuyor. Mezopotamya'nın kalbi
Sabah 03'te
kalkıyoruz bizi Diyarbakır'a götürecek uçağa yetişmek için. Sürünerek
havaalanına gidiyor, güç bela kendimizi uçağa atıyoruz. Tam, "45
dakikada gider miyiz?" gibi sorular soran arkadaşlara Çeşme'ye değil,
Türkiye'nin öbür ucuna gittiğimizi hatırlatırken, kaptan pilot
yolculuğumuzun bir buçuk saat kadar süreceğini anons ediyor. Yani
aslında uzak zannettiğimiz doğu, düşündüğümüzden daha yakınmış meğer...
"Nemrut'tan sonra ne görsek boş!" diye düşünerek Adıyaman'dan öğleden sonra uçağa bineceğimiz Antep'e yollanıyoruz.
Nemrut anlatılmaz, yaşanır!
GAP turumuzun ilk durağı Diyarbakır'dayız. Zamanımız kısıtlı olduğu için
önce çarşıyı, ardından meşhur Ulu Cami'yi gezip Diyarbakır surlarına
tırmanıyoruz. Alabildiğine yemyeşil, verimli bir ova uzanıyor
gözlerimizin önünde. Doğrusu GAP deyince her zaman çorak, boz renkli bir
bölge hayal ederdim, oysa bahar aylarında o kadar yeşil ki buralar.
Aramızda "Coğrafya olarak Toskana'dan ne farkı var bu güzelim dağların,
tepelerin, yemyeşil ovaların, kır çiçeklerinin?" diye konuşuyoruz.
Diyarbakır'da
ünlü şair Cahit Sıtkı Tarancı'nın Ulu Camii'ye çok yakın olan evini de
ziyaret ediyoruz. Şehir'de dolaşırken ortalıkta pek fazla kadın olmadığı
dikkatimi çekiyor. Birkaç saat kaldığım Diyarbakır'ın, bana köklü ve
maskülen bir şehir duygusu verdiğini fark ediyorum...
Keçi Burcu ve Mardinkapı'yı da görüp, Hasankeyf'e doğru yola koyuluyoruz.
Hasankeyf'e
kadar gelip de Dicle'den çıkan alabalıktan yememek olmaz diyerek nehir
kenarındaki alçak teraslarda oturup yemek yedik. Gezinin ruhuna uyması
açısından güzel bir deneyim ancak temizliğe kesinlikle takılmamanız
kaydıyla!
Gün batmaya doğru yaklaşırken Mardin'e doğru yola
koyuluyoruz. Yol üzerinde Batman'ın bir ilçesi olan Süryani ağırlıklı
nüfusu, gümüş işçiliği ile ünlü Midyat'a da uğruyoruz. Hakikaten çok
uygun fiyatlara gümüş takılar alıyoruz. İstanbul'daki herkese telkari
broşlar, küpeler, kolyeler...
Özellikle Zeugma'nın yıllardır simgesi haline gelen "Çingene Kızı"nın güzelliği, anlatılacak gibi değil. Hemen hemen bir dosya kağıdı büyüklüğündeki bu güzel kız mı, koskoca bir medeniyeti simgeledi yıllardır? Antep'te gördüğümüz bu müze, bizi gururlandırdı. Daha da iyi tanıtılırsa, içeriğiyle olduğu kadar imajıyla da dünyanın belli başlı mozaik müzelerinden biri haline gelmemesi için hiçbir sebep yok.
Dönüş yolunda havaalanına giderken hepimiz biraz buruktuk. Buraları bırakıp dönmek istemiyorduk hiç. Sadece üç günde bizi o büyülü atmosferinin içine alıvermişti işte GAP. Mutlaka dönmek, her kentini, her kalıntısını, her müzesini uzun uzun gezmek için kendimize söz vererek bindik uçağa...
Yavaş yavaş bir kızıllık kaplıyor gökyüzünü, sonra rengini tanımlamanın mümkün olmadığı, belki capcanlı bir mercanı andıran güneş kendini gösteriyor. Nemrut'tan gündoğumunu birkaç kere gidip görebilirsiniz belki, ama ilk gördüğünüz an, her zaman hatırlayacağınız bir an oluyor. Doğanın, evrenin güzelliği, ululuğu karşısında tüm kelimeleriniz, sesleriniz tükeniyor, susuyor. Sadece hafızanıza kazımak için, güzel bir kokuyu içinize çeker gibi bakıyorsunuz. Çok romantik, çok farklı, çok etkileyici bir deneyim...
Sürprizlerle dolu Gaziantep
Gaziantep büyük bir şehir. Ne yazık ki burada bir Pazar günü bulunduğumuz için çarşıların çoğu kapalı. Ama Türkiye'nin en ünlü baklavacısı İmam Çağdaş'a ve Zeugma'dan çıkan mozaiklerin sergilendiği yeni müzeye gidebiliyoruz. Antep'teki Birecik Barajı'nın suları altında kalmaktan kurtarılan mozaiklerin büyük bölümü zarar görmeden çıkarılarak müzeye nakledilebilmiş. Bu mozaikler, Zeugma'nın Roma idaresi altında geçirdiği en şaşalı dönemi olan milattan sonra 2'inci ve 3'üncü yüzyıla ait. Süryani şarabı bulamadığımız için bol bol Mardin'in eflatun badem ezmesinden alıyoruz dostlara götürmek için. Müze kenti arkamızda bırakıp, yine kıvrıla kıvrıla ilerleyen sonsuz yollara düşüyoruz. Tepelerin arasında ilerlerken Deyrul Zefaran Manastırı'na çıkıyor yolumuz. Burası, kadim Süryani cemaatinin büyük önem verdiği bir ibadethane. Kırmızımtrak taştan yapılmış devasa bir bina bu, keskin, vakur, insanda saygıyla karışık hayranlık uyandıran bir hali var. Çok yakındaki Kasımiye Medresesi ise başka bir inancın izlerini taşıyan kubbeleriyle bir başka büyük abide.
Urfa'nın yolları taştan
Yola devam ediyoruz... Ver elini Urfa!
Herkesin Balıklı Göl ile
tanıdığı Urfa, bölgenin en güzel, en renkli çarşılarına sahip. İnsan üç
kuruşa satılan fıstık yeşili, nar kızılı, civciv sarısı poşuların,
şalvarların arasında kendinden geçiyor. Burada kadınlar çok güzel! Ama o
kadar renkli, o kadar kendileri gibiler ki, insan gözünü alamıyor.
Tabii biz de üzerimize düşen alışverişi yapıyor, çarşıda gökkuşağı
renklerine bulanıyoruz! Bir Ulu Camii daha görmek -şaşırmayın, GAP'taki
bütün camiler Ulu Cami!- ve Harran evlerinin keyfini çıkarmak üzere kırk
kilometre uzakta, Harran Ovası'ndaki Harran'a yollanıyoruz. En çorak
topraklar Harran'da. Ama Harran Evleri diye bilinen konik kubbeli evler
turistik ve göstermelik değil, bunlarda yaşam sürüyor hala. Evlerin
içine giriyoruz, dışarıdan pek otantik görünüyor ama alçak tavanlar, az
ışık içinde yaşaması zor. Ama iklime uygun, yazları serin, kışları sıcak
oluyormuş evlerin içi.
Hasankeyf'in sahibi çocuklar!
Yolculuğun başından beri hepimizi en çok heyecanlandıran Hasankeyf'i sular altında kalmadan, dünya gözüyle görebilmekti. Batman'a doğru ilerliyoruz. Etrafımızda ucu bucağı olmayan dağlar, dağlar, dağlar... Adlarını hep haberlerde, tatsız olaylarla duyduğumuz yerler işte buralar. Ama insan inanamıyor; her şey o kadar güzel, o kadar huzurlu ki...
Sonsuzluğun ortasında bir yerde öylece durup kalmış gibiyiz. Kısa bir süre sonra, Hasankeyf'e varıyoruz. Resimlerde gördüğümüzden çok daha güzel! Üstelik sadece her yerde resmini gördüğünüz Zeynel Bey Türbesi, Dicle üzerindeki köprü kalıntıları değil! Sıkı bir yürüyüşle tepeye tırmandığınızda gördüğünüz yüzlerce mağara da burada ne kadar eskilere giden bir yerleşim olduğunu gösteriyor. Kayaların içine oyulmuş mağaralar, merdivenler... Mezopotamya kavimlerinin gelip geçtiği bu bölge, daha sonra Bizans, Sassani, daha sonra Artuklu, Eyyubi ve Osmanlı idaresine geçmiş. Yani üzerinde o kadar çok medeniyetin el izi var ki, insan buraya nasıl olup da baraj yapılabileceğine inanamıyor.