Kalbim Doğu Karadeniz’de kaldı
Dedesi ile dağlarda yaşayan Heidi gibi hissetmek için ülke değiştirmenize gerek yok.
Elevit Hazindağ
Üçüncü gün sabah çok erken kalkıyoruz ve yola koyuluyoruz. Çat Vadisi’ndeki tüm yaylaları gördükten sonra Karadeniz’de belki de yürünebilecek en güzel rotalardan biri olan Amlakit- Hazindağ rotasını yürüyeceğiz. Kahvaltı sonrası Gito’dan ayrılıp araç ile bir saat süren bir yolculuktan sonra Elevit Yaylası’na varıyoruz. Elevit Yaylası bu bölgenin en büyük yaylalarından biri. Yaylada bulunan kahvede çay ve mıhlama molası veriyoruz. Sonrasında araçla yola devam edip önce Tirovit sonrasında Palovit yaylalarını geçerek yürüyüşe başlayacağımız Amlakit’e ve oradan da Hazindağ’a varıyoruz.
Geçtiğimiz patika inanılmaz güzel. Patika boyunca irili ufaklı dereler, şelaleler görüyoruz. Çabuk kuruyan pantolon, tozluk ve su geçirmeyen yürüyüş ayakkabısının ne kadar hayat kurtarıcı olduğunu bir kez daha anlıyorum. Yaklaşık 1.5-2 saat yürüyüşten sonra Hazindağ’a varıp burada tepede örtüleri serip yemeğimizi yiyoruz. Yemek sonrası ise bozuk yolda, hatta zaman zaman eski katır yollarında yaptığımız dört saatlik yürüyüşün ardından akşama doğru Pokut’a varıyoruz.
Pokut ve Machael
Pokut, göz alabildiğine ladin ormanları ile kaplı. Büyülü bir yer burası. Burada yayla insanlar için özgürlük demek. İnsanlar özgürce yayılıyor yaylada toprağa, hayvanlar da diledikleri gibi dolanıyor, otluyor… Genellikle ağustos ayının ikinci haftasında kutlanan Vartevor şenlikleri gelip çattığında, gece yaylada seçilen bir evin ahırında tulum eşliğinde horon vurulup, türkü söyleniyor. Eğer grup içinde birbirini beğenen genç kız- erkekler varsa, ‘sevdalık’ söylenirmiş...
Pokut, Kaçkar dağlarının manzarası en geniş yaylalarından biri. Komşusu Sal Yaylası ile birlikte karşısına Tatar Dağları’nı almış, Palovit Yaylası, Amlakit Yaylası, Kaçkar zirvesi, Hazindağ Yaylası, Altıparmak, Kemerli… Pokut’un tepelerinden hepsi ayrı ayrı görünüyor sana.
Sabah kahvaltısında Firdevs Hanım’ın ev yapımı karayemiş reçeli ile pekmezinin tadına bakıyorum. Kahvaltı sofrasında yayla peyniri, elma reçeli, çökelek, tereyağı ve ovalı dedikleri otlu peynir var. Kahvaltı sonrası Machael’e doğru yola çıkıyoruz.
Machael aslında ‘maca (bilek)’ ve ‘heli (el)’ sözcüklerinin birleşmesi ile oluşmuş. Burası aynı zamanda Çukur Bölge olarak da anılıyor. UNESCO tarafından da ‘İnsan ve Biyosfer Programı’ koruma ağı alanı içerisinde yer alıyor. Zaten Avrupa ve Orta Asya içerisinde yer alan en büyük doğal yaşlı ormanlar da bu bölgedeymiş. Bir de Kafkas arı ırkının saflığı bozulmadan korunan tek yer burası.
Machael’e varınca yayla evi Dedeana’ya yerleşiyoruz. Dedeana ‘Anadil’ demekmiş. Manzara insanı büyülüyor. Bu kadar yeşili daha önce görmemiş olan ben, etrafı keşfe çıkmaya karar veriyorum. Köy evinde üç neslin bir arada yaşadığını öğreniyorum. Büyükanne tam 102 yaşında!
İlk durağım mutfak oluyor. Burada pansiyonu işleten ailenin kadınları akşam yemeği için hazırlık yapıyor. Ekmekler, Silor, hamur işleri hazırlanıyor. Silor’un ne olduğunu merak ediyorum. Silor, un ve su ile yapılan bir hamur. Önce tavada pişiriliyor, sonra ince ince yuvarlak şekilde kesilerek fırınlanıyor ve tereyağında kızartılıyor. Üzerine yoğurt ve tereyağlı sosla servis edildiği gibi, şerbetlenip ceviz eklenerek tatlı olarak da yeniyor.
Akşam yemeğinde fasulye kavurması, cevizli fasulye (malahto), lahana ve barbunya yemeği (lobyo phali) ve melevcen var. Silorun da tadına bakıyoruz elbette. Ev yapımı ekmeğin tadı ise bambaşka.
Ailenin aynı zamanda rehberlik yapan oğlu Osman ile yemek sonrası sohbete dalıyoruz. Bana Machael’i ve biraz da arıcılığı anlatıyor. Karakovan balında esas işi arılar yaparmış; arı balmumuna dek her şeyi kendi yapıyor. Yani arıcı aslında arının işine hiç karışmıyor. Osman, bazı kişilerin balı çoğaltmak için şekerli suya başvurduklarını üzülerek anlatıyor. Karakovan balında katkı maddesi olmazmış. ‘Bal sağmak’ teriminin bal hasadı için kullanıldığını öğreniyorum. Arıcının balın üçte biri ile yarısı arasında bir miktarı beslenmesi için arılara bırakması gerekiyormuş, aksi halde arılar besin bulamayıp telef oluyorlarmış. Buna da ‘Koloni Çöküş Sendromu’ deniyormuş. Erkek arı, işçi arılar ve kraliçe arının meziyetlerini de öğreniyorum. Erkek arının görevi sadece kraliçe arıyı döllemekten ibaretmiş. Üç yıllık ömrü olan kraliçe arı ise yumurtlamakla uğraşıyor. Petekleri ve balı yapan işçi arıların ömrü ise sadece 45 gün. 45 gün zarfında sadece bir peteği doldurabiliyor desem! ‘Bal tutmak’ terimini de öğreniyorum; benim gibi balın en güzelini bulmuşken kaşık kaşık yersen sonra hastanelik olabilirmişsin!
Maral ve Mindieti Şelalesi
Sabah kahvaltısından sonra Maral Köyü’ne doğru kısa bir araba yolculuğu yapıyoruz. Ahşap mimarisi çok güzel olan köyün camisini gezdikten ve biraz soluklandıktan sonra bugünkü hedefimiz olan Maral Şelalesi’ne doğru yola koyuluyoruz. Araçtan indikten sonra yaklaşık 30 dakika yürüyerek varılan Maral Şelalesi’ne iniş çok dik. O bölgede çocukluğundan beri yaşayan Salih Arslan da üşenmeden toprağı eşeleyerek ahşap merdivenler çakmış inişi kolaylaştırmak için. Aksi halde, Maral Şelalesi’ne tepeden bakıp uzaktan seyretmekle yetinecektik.
Şelale 63 metre uzunluğu ile Türkiye’nin bir eğim kırığından tek seferde dökülen en yüksek şelalesi unvanını taşıyor. Yaz aylarında yağışın az olduğu zamanlar şelalenin suyu azalsa da döküldüğü yüksekliğin yarattığı güç ve rüzgar ile altına girmek biraz cesaret istiyor. Bizim ekipte cesaret gösterip şelalenin altına girenler olsa da ben kenarda fotoğraf çekmekle yetiniyorum sadece. Ancak kenarda olmama rağmen rüzgarın etkisi ile tepeden tırnağa ıslanıyorum.
İnmesi mi çıkması mı daha zor bilemiyorum şelaleye ancak yukarı çıktıktan sonra kurulanıp Salih Amca’nın yeni demlenmiş sıcak çayından içmek iyi geliyor. Salih Amca kulakları pek duymadığı için yüksek sesle konuşuyor ve bize çocukluk ve gençlik yılları ile şelalede başkalarının başına gelen maceraları anlatıyor.
Dönüşte Camili Köyü’nde tekrar bir mola veriyoruz. Geçiş için özel izin gerektiren sınır karakolundaki askerler ile kısa bir sohbete dalıyoruz. Bu sırada bizim ekibin yarısı okulun bahçesinde voleybol maçı yapıyor.
Borçka Karagöl ve Ayder Yaylası
Sabah kahvaltısından sonra üzülerek Machael’den ayrılıyoruz. Yolculuk iki saat sürüyor ve Borçka Karagöle’e varıyoruz. Doğa harikası bu Milli Park’ta yer alan Karagöl 1800’lü yılların başında meydana gelen deprem sonucu oluşmuş. Ekibin bir kısmını ikna ediyorum, hep birlikte gölde sandal gezisi yapıyoruz. Tam bu sırada yağmur çiselemeye başlıyor. Dileyen gölün etrafındaki patikada yürüyüş de yapabiliyor.
Yemek sonrasında ekipten benim gibi maceraperest olanlar rafting yapmak için ısrar ediyor. Ayder Yaylası’na gitmeden önce, Rize Fırtına Deresi üzerinde rafting yapmak üzere mola veriyoruz. Altı kilometrelik parkurda yaklaşık bir saat süren raftingten sonra Ayder Yaylası’na gitmek üzere yola çıkıyoruz. Hemşin, Rize, Of ve Çayeli’nde hemen hemen herkes çay toplayıcılığı ile uğraşıyor. Karadeniz’de mayıs, temmuz ve ağustos sonu olmak üzere senede üç defa sürgün alınabiliyormuş. Benim favorim Tirebolu 42 isimli çay oldu. Akşama doğru ise son durağımız olan Ayder Yaylası’na varıyoruz. Ertesi gün Trabzon’a giderek İstanbul’a döneceğimi düşünmek bile istemiyorum, zira kalbim Doğu Karadeniz’de kaldı.Muhteşem doğası, samimi insanları, şenlikleri, yemekleri, çayı, balı ile bambaşka bir memleket sanki Doğu Karadeniz...
Çamlıhemşin Gito Yaylası
1 saat 45 dakikalık uçak yolculuğundan sonra Trabzon Havaalanı’nda karşılıyorlar bizi, oracıkta tanışıyoruz şoförümüz Necip Kaptan ve rehberimiz Erhan ile. Vakit kaybetmeden Çat Vadisi’ne doğru yola çıkıyoruz. Yolda ilk durak Rize bezi atölyesi. Kızlar tezgah arkasında. Bezin nasıl dokunduğunu, nerelerde kullanıldığını anlatıyorlar bize. Elbette alıyorum ben de, birkaç tane.
Rize’nin Ardeşen ilçesine doğru yol alıp Ardeşen’e varınca sahil şeridinden ayrılarak solumuzda Fırtına Vadisi’ni ve sonrasında da Fırtına Deresi’ni görüyoruz. Başta raftingcilere ev sahipliği yapan Fırtına Deresi yağmurun bol olduğu haziran ve temmuz aylarında yükselir, gürül gürül akarmış. Fırtına Vadisi’ni 19 km takip ettikten sonra Fırtına Deresi kenarında kurulu Çamlıhemşin’e varıyoruz. Öğle yemeği için Yeşil Vadi Restoran’da mola veriyoruz. Restoranın dereye bakan, hatta derenin hemen üzerinde kurulu masalarına oturuyoruz. Masaya önce şu ana kadar yemediğim lezzette mısır ekmekleri geliyor. Mönüde fasulye, mıhlama ve alabalık var. Yemek sonrasında çay içmek ve sohbet etmek üzere Çamlıhemşin’de Özlem Erol’un birkaç sene önce açtığı Moyy Otel’e gidiyorum. Fırtına Deresi’ne bakan bu minik oteli de beğendiklerim listesine ekliyorum.
Çat Vadisi’ne varınca karşımıza Zil Kale çıkıyor. Zil Kale’nin yapım tarihi bilinmiyor ama savunma amaçlı kullanıldığı söyleniyor. Kale ziyareti sonrasında Gito Yaylası’na doğru yola çıkıyoruz. Ormanla kaplı yollardan geçerek 1.5 saat sonra gün batarken, konaklayacağımız yere geliyoruz. Burası eski bir yayla evi. Yemek sonrası herkes bir köşeye çekiliyor zira günün yorgunluğu çöküyor üzerimize.
Ambarlı Yaylası ve Ambarlı Gölleri
Sabah erkenden horoz sesleri ile uyanıyorum. Penceremden dışarı kafamı uzattığımda kendimi dedesi ile dağlarda yaşayan Heidi gibi hissediyorum. Etrafta tavuklar, horozlar ve inekler var. Dün Fırtına Deresi’nin sesini dinleyerek, serinliğini hissederek yemek yemiş, sonra tavşan kanı çayımı yudumlamış, gözlerime yeşil ziyafeti çekmiştim. Bugün ise güne köy peyniri ve karakovan balı ile kahvaltı yaparak başlıyorum. Karakovan balı çok özel ve buraya özgü. Doğu Karadeniz Bölgesi’nin bir zamanlar Osmanlı Sarayı’na vergisini bal ve bal mumu olarak ödediğini öğreniyorum. Bu meşhur ve lezzetli balı üreten ise Kafkas arı nesli. Kahvaltı sonrasında bütün ekip öğlen yiyeceğimiz sandviçleri hazırlıyoruz. Sonrasında yola koyuluyoruz. Ambarlı Yaylası’na bir saat sonra varıyoruz. Araç yolu toprak ve oldukça bozuk. Yaylaya vardıktan sonra eşyalarımızı bırakıp 2.5 saat sürecek yayla yürüyüşümüze başlıyoruz. Çok kolay bir yürüyüş olmuyor zira yokuş yukarı çıkıyoruz. Ambarlı Gölleri’nde molalar vererek yürüyüşü tamamlıyoruz.
Tırmanarak yanına vardığımız ilk göller Üç Göller olarak anılıyor. Bu göllerin isimleri Taraklı, Sandıklı ve Kuzu. Yükseklik 2800 metre. Sonrasında 20 dakika daha yürüyerek Mohorcok Gölü’ne varıyoruz. Burada da kısa bir mola verip 15-20 dakika daha yürüyerek, daha doğrusu tırmanarak, Balıklı Göl’e varıyoruz. Diğer göller alınmasın ama aralarında en güzeli bence Balıklı Göl. Yüksekliğimiz 3000 metre. Dağın başındaki bu gölde balıklar var, insanlar buraya balık tutmaya geliyor. Ekibimizden bazıları gölde yüzmek istiyor. Ben cesaret edemiyorum.
Üçüncü gün sabah çok erken kalkıyoruz ve yola koyuluyoruz. Çat Vadisi’ndeki tüm yaylaları gördükten sonra Karadeniz’de belki de yürünebilecek en güzel rotalardan biri olan Amlakit- Hazindağ rotasını yürüyeceğiz. Kahvaltı sonrası Gito’dan ayrılıp araç ile bir saat süren bir yolculuktan sonra Elevit Yaylası’na varıyoruz. Elevit Yaylası bu bölgenin en büyük yaylalarından biri. Yaylada bulunan kahvede çay ve mıhlama molası veriyoruz. Sonrasında araçla yola devam edip önce Tirovit sonrasında Palovit yaylalarını geçerek yürüyüşe başlayacağımız Amlakit’e ve oradan da Hazindağ’a varıyoruz.
Geçtiğimiz patika inanılmaz güzel. Patika boyunca irili ufaklı dereler, şelaleler görüyoruz. Çabuk kuruyan pantolon, tozluk ve su geçirmeyen yürüyüş ayakkabısının ne kadar hayat kurtarıcı olduğunu bir kez daha anlıyorum. Yaklaşık 1.5-2 saat yürüyüşten sonra Hazindağ’a varıp burada tepede örtüleri serip yemeğimizi yiyoruz. Yemek sonrası ise bozuk yolda, hatta zaman zaman eski katır yollarında yaptığımız dört saatlik yürüyüşün ardından akşama doğru Pokut’a varıyoruz.
Pokut ve Machael
Pokut, göz alabildiğine ladin ormanları ile kaplı. Büyülü bir yer burası. Burada yayla insanlar için özgürlük demek. İnsanlar özgürce yayılıyor yaylada toprağa, hayvanlar da diledikleri gibi dolanıyor, otluyor… Genellikle ağustos ayının ikinci haftasında kutlanan Vartevor şenlikleri gelip çattığında, gece yaylada seçilen bir evin ahırında tulum eşliğinde horon vurulup, türkü söyleniyor. Eğer grup içinde birbirini beğenen genç kız- erkekler varsa, ‘sevdalık’ söylenirmiş...
Pokut, Kaçkar dağlarının manzarası en geniş yaylalarından biri. Komşusu Sal Yaylası ile birlikte karşısına Tatar Dağları’nı almış, Palovit Yaylası, Amlakit Yaylası, Kaçkar zirvesi, Hazindağ Yaylası, Altıparmak, Kemerli… Pokut’un tepelerinden hepsi ayrı ayrı görünüyor sana.
Sabah kahvaltısında Firdevs Hanım’ın ev yapımı karayemiş reçeli ile pekmezinin tadına bakıyorum. Kahvaltı sofrasında yayla peyniri, elma reçeli, çökelek, tereyağı ve ovalı dedikleri otlu peynir var. Kahvaltı sonrası Machael’e doğru yola çıkıyoruz.
Machael aslında ‘maca (bilek)’ ve ‘heli (el)’ sözcüklerinin birleşmesi ile oluşmuş. Burası aynı zamanda Çukur Bölge olarak da anılıyor. UNESCO tarafından da ‘İnsan ve Biyosfer Programı’ koruma ağı alanı içerisinde yer alıyor. Zaten Avrupa ve Orta Asya içerisinde yer alan en büyük doğal yaşlı ormanlar da bu bölgedeymiş. Bir de Kafkas arı ırkının saflığı bozulmadan korunan tek yer burası.
Machael’e varınca yayla evi Dedeana’ya yerleşiyoruz. Dedeana ‘Anadil’ demekmiş. Manzara insanı büyülüyor. Bu kadar yeşili daha önce görmemiş olan ben, etrafı keşfe çıkmaya karar veriyorum. Köy evinde üç neslin bir arada yaşadığını öğreniyorum. Büyükanne tam 102 yaşında!
İlk durağım mutfak oluyor. Burada pansiyonu işleten ailenin kadınları akşam yemeği için hazırlık yapıyor. Ekmekler, Silor, hamur işleri hazırlanıyor. Silor’un ne olduğunu merak ediyorum. Silor, un ve su ile yapılan bir hamur. Önce tavada pişiriliyor, sonra ince ince yuvarlak şekilde kesilerek fırınlanıyor ve tereyağında kızartılıyor. Üzerine yoğurt ve tereyağlı sosla servis edildiği gibi, şerbetlenip ceviz eklenerek tatlı olarak da yeniyor.
Akşam yemeğinde fasulye kavurması, cevizli fasulye (malahto), lahana ve barbunya yemeği (lobyo phali) ve melevcen var. Silorun da tadına bakıyoruz elbette. Ev yapımı ekmeğin tadı ise bambaşka.
Ailenin aynı zamanda rehberlik yapan oğlu Osman ile yemek sonrası sohbete dalıyoruz. Bana Machael’i ve biraz da arıcılığı anlatıyor. Karakovan balında esas işi arılar yaparmış; arı balmumuna dek her şeyi kendi yapıyor. Yani arıcı aslında arının işine hiç karışmıyor. Osman, bazı kişilerin balı çoğaltmak için şekerli suya başvurduklarını üzülerek anlatıyor. Karakovan balında katkı maddesi olmazmış. ‘Bal sağmak’ teriminin bal hasadı için kullanıldığını öğreniyorum. Arıcının balın üçte biri ile yarısı arasında bir miktarı beslenmesi için arılara bırakması gerekiyormuş, aksi halde arılar besin bulamayıp telef oluyorlarmış. Buna da ‘Koloni Çöküş Sendromu’ deniyormuş. Erkek arı, işçi arılar ve kraliçe arının meziyetlerini de öğreniyorum. Erkek arının görevi sadece kraliçe arıyı döllemekten ibaretmiş. Üç yıllık ömrü olan kraliçe arı ise yumurtlamakla uğraşıyor. Petekleri ve balı yapan işçi arıların ömrü ise sadece 45 gün. 45 gün zarfında sadece bir peteği doldurabiliyor desem! ‘Bal tutmak’ terimini de öğreniyorum; benim gibi balın en güzelini bulmuşken kaşık kaşık yersen sonra hastanelik olabilirmişsin!
Maral ve Mindieti Şelalesi
Sabah kahvaltısından sonra Maral Köyü’ne doğru kısa bir araba yolculuğu yapıyoruz. Ahşap mimarisi çok güzel olan köyün camisini gezdikten ve biraz soluklandıktan sonra bugünkü hedefimiz olan Maral Şelalesi’ne doğru yola koyuluyoruz. Araçtan indikten sonra yaklaşık 30 dakika yürüyerek varılan Maral Şelalesi’ne iniş çok dik. O bölgede çocukluğundan beri yaşayan Salih Arslan da üşenmeden toprağı eşeleyerek ahşap merdivenler çakmış inişi kolaylaştırmak için. Aksi halde, Maral Şelalesi’ne tepeden bakıp uzaktan seyretmekle yetinecektik.
Şelale 63 metre uzunluğu ile Türkiye’nin bir eğim kırığından tek seferde dökülen en yüksek şelalesi unvanını taşıyor. Yaz aylarında yağışın az olduğu zamanlar şelalenin suyu azalsa da döküldüğü yüksekliğin yarattığı güç ve rüzgar ile altına girmek biraz cesaret istiyor. Bizim ekipte cesaret gösterip şelalenin altına girenler olsa da ben kenarda fotoğraf çekmekle yetiniyorum sadece. Ancak kenarda olmama rağmen rüzgarın etkisi ile tepeden tırnağa ıslanıyorum.
İnmesi mi çıkması mı daha zor bilemiyorum şelaleye ancak yukarı çıktıktan sonra kurulanıp Salih Amca’nın yeni demlenmiş sıcak çayından içmek iyi geliyor. Salih Amca kulakları pek duymadığı için yüksek sesle konuşuyor ve bize çocukluk ve gençlik yılları ile şelalede başkalarının başına gelen maceraları anlatıyor.
Dönüşte Camili Köyü’nde tekrar bir mola veriyoruz. Geçiş için özel izin gerektiren sınır karakolundaki askerler ile kısa bir sohbete dalıyoruz. Bu sırada bizim ekibin yarısı okulun bahçesinde voleybol maçı yapıyor.
Borçka Karagöl ve Ayder Yaylası
Sabah kahvaltısından sonra üzülerek Machael’den ayrılıyoruz. Yolculuk iki saat sürüyor ve Borçka Karagöle’e varıyoruz. Doğa harikası bu Milli Park’ta yer alan Karagöl 1800’lü yılların başında meydana gelen deprem sonucu oluşmuş. Ekibin bir kısmını ikna ediyorum, hep birlikte gölde sandal gezisi yapıyoruz. Tam bu sırada yağmur çiselemeye başlıyor. Dileyen gölün etrafındaki patikada yürüyüş de yapabiliyor.
Yemek sonrasında ekipten benim gibi maceraperest olanlar rafting yapmak için ısrar ediyor. Ayder Yaylası’na gitmeden önce, Rize Fırtına Deresi üzerinde rafting yapmak üzere mola veriyoruz. Altı kilometrelik parkurda yaklaşık bir saat süren raftingten sonra Ayder Yaylası’na gitmek üzere yola çıkıyoruz. Hemşin, Rize, Of ve Çayeli’nde hemen hemen herkes çay toplayıcılığı ile uğraşıyor. Karadeniz’de mayıs, temmuz ve ağustos sonu olmak üzere senede üç defa sürgün alınabiliyormuş. Benim favorim Tirebolu 42 isimli çay oldu. Akşama doğru ise son durağımız olan Ayder Yaylası’na varıyoruz. Ertesi gün Trabzon’a giderek İstanbul’a döneceğimi düşünmek bile istemiyorum, zira kalbim Doğu Karadeniz’de kaldı.Muhteşem doğası, samimi insanları, şenlikleri, yemekleri, çayı, balı ile bambaşka bir memleket sanki Doğu Karadeniz...
Çamlıhemşin Gito Yaylası
1 saat 45 dakikalık uçak yolculuğundan sonra Trabzon Havaalanı’nda karşılıyorlar bizi, oracıkta tanışıyoruz şoförümüz Necip Kaptan ve rehberimiz Erhan ile. Vakit kaybetmeden Çat Vadisi’ne doğru yola çıkıyoruz. Yolda ilk durak Rize bezi atölyesi. Kızlar tezgah arkasında. Bezin nasıl dokunduğunu, nerelerde kullanıldığını anlatıyorlar bize. Elbette alıyorum ben de, birkaç tane.
Rize’nin Ardeşen ilçesine doğru yol alıp Ardeşen’e varınca sahil şeridinden ayrılarak solumuzda Fırtına Vadisi’ni ve sonrasında da Fırtına Deresi’ni görüyoruz. Başta raftingcilere ev sahipliği yapan Fırtına Deresi yağmurun bol olduğu haziran ve temmuz aylarında yükselir, gürül gürül akarmış. Fırtına Vadisi’ni 19 km takip ettikten sonra Fırtına Deresi kenarında kurulu Çamlıhemşin’e varıyoruz. Öğle yemeği için Yeşil Vadi Restoran’da mola veriyoruz. Restoranın dereye bakan, hatta derenin hemen üzerinde kurulu masalarına oturuyoruz. Masaya önce şu ana kadar yemediğim lezzette mısır ekmekleri geliyor. Mönüde fasulye, mıhlama ve alabalık var. Yemek sonrasında çay içmek ve sohbet etmek üzere Çamlıhemşin’de Özlem Erol’un birkaç sene önce açtığı Moyy Otel’e gidiyorum. Fırtına Deresi’ne bakan bu minik oteli de beğendiklerim listesine ekliyorum.
Çat Vadisi’ne varınca karşımıza Zil Kale çıkıyor. Zil Kale’nin yapım tarihi bilinmiyor ama savunma amaçlı kullanıldığı söyleniyor. Kale ziyareti sonrasında Gito Yaylası’na doğru yola çıkıyoruz. Ormanla kaplı yollardan geçerek 1.5 saat sonra gün batarken, konaklayacağımız yere geliyoruz. Burası eski bir yayla evi. Yemek sonrası herkes bir köşeye çekiliyor zira günün yorgunluğu çöküyor üzerimize.
Ambarlı Yaylası ve Ambarlı Gölleri
Sabah erkenden horoz sesleri ile uyanıyorum. Penceremden dışarı kafamı uzattığımda kendimi dedesi ile dağlarda yaşayan Heidi gibi hissediyorum. Etrafta tavuklar, horozlar ve inekler var. Dün Fırtına Deresi’nin sesini dinleyerek, serinliğini hissederek yemek yemiş, sonra tavşan kanı çayımı yudumlamış, gözlerime yeşil ziyafeti çekmiştim. Bugün ise güne köy peyniri ve karakovan balı ile kahvaltı yaparak başlıyorum. Karakovan balı çok özel ve buraya özgü. Doğu Karadeniz Bölgesi’nin bir zamanlar Osmanlı Sarayı’na vergisini bal ve bal mumu olarak ödediğini öğreniyorum. Bu meşhur ve lezzetli balı üreten ise Kafkas arı nesli. Kahvaltı sonrasında bütün ekip öğlen yiyeceğimiz sandviçleri hazırlıyoruz. Sonrasında yola koyuluyoruz. Ambarlı Yaylası’na bir saat sonra varıyoruz. Araç yolu toprak ve oldukça bozuk. Yaylaya vardıktan sonra eşyalarımızı bırakıp 2.5 saat sürecek yayla yürüyüşümüze başlıyoruz. Çok kolay bir yürüyüş olmuyor zira yokuş yukarı çıkıyoruz. Ambarlı Gölleri’nde molalar vererek yürüyüşü tamamlıyoruz.
Tırmanarak yanına vardığımız ilk göller Üç Göller olarak anılıyor. Bu göllerin isimleri Taraklı, Sandıklı ve Kuzu. Yükseklik 2800 metre. Sonrasında 20 dakika daha yürüyerek Mohorcok Gölü’ne varıyoruz. Burada da kısa bir mola verip 15-20 dakika daha yürüyerek, daha doğrusu tırmanarak, Balıklı Göl’e varıyoruz. Diğer göller alınmasın ama aralarında en güzeli bence Balıklı Göl. Yüksekliğimiz 3000 metre. Dağın başındaki bu gölde balıklar var, insanlar buraya balık tutmaya geliyor. Ekibimizden bazıları gölde yüzmek istiyor. Ben cesaret edemiyorum.