Rota: Amsterdam ve Nimes
İki şehir; Amsterdam ve Nimes… İki farklı ruh, iki farklı iklim, iki sıkıştırılmış gün! Yola çıkıyoruz. Kemerlerinizi bağlayın.
Nimes'e yolculuk...
Amsterdam’dan Nimes’e minik charter bir uçakla yolculuk ediyoruz. İki saate yakın uçuştan sonra Nimes Garons Havaalanı’na varıyoruz. Burada artık direksiyon başına geçme zamanı geliyor. Başta bahsettiğim yolculuğun amacına ulaştık! Yeni Renault Espace’lar havaalanında yan yana dizilmiş şekilde bizi bekliyor. Otelimize kendi kullandığımız otomobillerle gidiyoruz. Biraz ürkütücü olsa da sanırım hiç bilmediğiniz bir şehirde gaza basmak çok zevkli (tam da bu noktada trafik cezası yediğimizden bahsetsem mi emin değilim!). Konforlu yolculuk sonrası otelimize varıyoruz. Hotel Manville gerçekten bir film seti gibi. Sessizlik, taş ve cam birlikteliği, teras ve Fransız ruhu ile burada insan derin derin ‘oh!’ çekiyor!
Ne zaman gidelim?
Biz oradayken hava şahaneydi! Amsterdam’da donduk, burada eridik! Mayıs ve haziranda da şahane olduğunu söylediler. Biraz ‘kuru’ bir şehir, yazın tatsız olacağını düşünüyorum.
Nereye gidelim?
Tek günümüz vardı. Ve tek bir yeri ziyaret edebilecektik, tercihimizi Baux-de-Provence’te yer alan Carrier de Lumieres’den yana yaptık. Ama gördüğümüz bize yetti! Şahane! Bir mağara düşünün, içeriye girdiğinizde tüm duvarları bir galeriye dönüşüyor. Projeksiyonla taş duvara yansıtılan Michelangelo, Leonardo da Vinci ve Raphael eserleri çok etkileyiciydi. Atmosfer anlatılmaz yaşanır, altta çalan müzik tüyleri havalandıran cinstendi.
Nerede yiyelim?
Şahane soru! Biz küçük pub’lar ve sandviç dükkanları dışında bir şey bulamadık. Ama çok özel butik oteller dikkat çekiciydi. Ucuz olmadıklarını söylemekte fayda var.Yazı: Gözde Kaynak
“Her şey üst üste geldi! Bu şehir üzerime üzerime geliyor! Durmak istiyorum! Kaçmak istiyorum!” cümlelerini kurmayı sıklaştırdığım bir dönem telefonum çaldı: “Yeni Renault Espace’ı denemeye Amsterdam’a gidiyoruz, oradan da Fransa’ya; küçücük bir şehre Nimes’e geçeceğiz; hadi sen de gel…” Durdum ve sadece 10 saniye sonra ‘tamam’ dedim. Beni tanıyanlar bilir, ben böyle kararları çabuk veremeyenlerdenimdir ama bu defa gaz pedalına basma fikri fazlasıyla iyi geldi… Ekip keyifli; Renault Türkiye İletişim Müdürü Umut Canpolat, Cosmopolitan Dergisi Yayın Yönetmeni Özlem Kotan ve yazar, çizer, not tutar, blog yazar insan Oben Budak! (Elele’nin de yazarı olduğunu atlamayayım tabii…) Telefon konuşmasından bir hafta sonra Atatürk Havalimanı’ndaydız… İstanbul’dan Amsterdam’a uçuş yaklaşık 3.5 saat sürüyor. Uçaktan inip şehir merkezindeki otelimiz Sofitel Legend The Grand’e doğru yol alıyoruz. İçinden nehir geçen şehirlerin kesinlikle masalsı bir tarafı var. Amsterdam ismini Armstel Nehri’nden alıyor. 165 kanal, 1281 köprü ile büyüleyici! En çok imrendiğim şeyse bir kez daha bisikletiyle şehirde özgürce yol alan insanlar oluyor. Şehir onların! Onlar yoldaysa siz durmak zorundasınız. Her köşede park halinde onlarca bisiklet var. Ve birçok Avrupa kentinde olduğu gibi köprü üzerinde parmaklıklarda yüzlerce anahtarsız kilit asılı... Üzerine sevdiğiniz kişinin ismini yazıp bir dilek tutmak ve kilidin anahtarını nehre atmak bu Avrupalıların uydurduğu en güzel adetlerden bence.
Ne zaman gidelim?
Nisanın başında gittik. Çok soğuktu. Bu bizim sokakları arşınlamamızı engelledi mi? Hayır! Ama ideal zaman hazirantemmuz. Hava tahmini yapmanın zor olduğu bir kent olduğunu söylüyorlar; rüzgarı içinize işleyen cinsten.
Nereye gidelim?
Çok sayıda müze var. Anne Frank ve Van Gogh Müzesi görmeden olmazlardan. Meşhur Red Light ise ‘özgür’ şehrin özgürlükte zirve yaptığı yer. Sokak kafelerinde bir şeyler yudumlamaksa şart!
Nerede yiyelim?
Biz öğle yemeğimizi şehrin en iyi İtalyanlarından Incanto’da akşam yemeğimizi ise Momo Restaurant’da yedik. İkisi de çok başarılıydı. Ama puan vermem gerekirse Incanto şampiyon olur. Momo ise suşi konusunda kitap yazar.
Amsterdam’dan Nimes’e minik charter bir uçakla yolculuk ediyoruz. İki saate yakın uçuştan sonra Nimes Garons Havaalanı’na varıyoruz. Burada artık direksiyon başına geçme zamanı geliyor. Başta bahsettiğim yolculuğun amacına ulaştık! Yeni Renault Espace’lar havaalanında yan yana dizilmiş şekilde bizi bekliyor. Otelimize kendi kullandığımız otomobillerle gidiyoruz. Biraz ürkütücü olsa da sanırım hiç bilmediğiniz bir şehirde gaza basmak çok zevkli (tam da bu noktada trafik cezası yediğimizden bahsetsem mi emin değilim!). Konforlu yolculuk sonrası otelimize varıyoruz. Hotel Manville gerçekten bir film seti gibi. Sessizlik, taş ve cam birlikteliği, teras ve Fransız ruhu ile burada insan derin derin ‘oh!’ çekiyor!
Ne zaman gidelim?
Biz oradayken hava şahaneydi! Amsterdam’da donduk, burada eridik! Mayıs ve haziranda da şahane olduğunu söylediler. Biraz ‘kuru’ bir şehir, yazın tatsız olacağını düşünüyorum.
Nereye gidelim?
Tek günümüz vardı. Ve tek bir yeri ziyaret edebilecektik, tercihimizi Baux-de-Provence’te yer alan Carrier de Lumieres’den yana yaptık. Ama gördüğümüz bize yetti! Şahane! Bir mağara düşünün, içeriye girdiğinizde tüm duvarları bir galeriye dönüşüyor. Projeksiyonla taş duvara yansıtılan Michelangelo, Leonardo da Vinci ve Raphael eserleri çok etkileyiciydi. Atmosfer anlatılmaz yaşanır, altta çalan müzik tüyleri havalandıran cinstendi.
Nerede yiyelim?
Şahane soru! Biz küçük pub’lar ve sandviç dükkanları dışında bir şey bulamadık. Ama çok özel butik oteller dikkat çekiciydi. Ucuz olmadıklarını söylemekte fayda var.Yazı: Gözde Kaynak
“Her şey üst üste geldi! Bu şehir üzerime üzerime geliyor! Durmak istiyorum! Kaçmak istiyorum!” cümlelerini kurmayı sıklaştırdığım bir dönem telefonum çaldı: “Yeni Renault Espace’ı denemeye Amsterdam’a gidiyoruz, oradan da Fransa’ya; küçücük bir şehre Nimes’e geçeceğiz; hadi sen de gel…” Durdum ve sadece 10 saniye sonra ‘tamam’ dedim. Beni tanıyanlar bilir, ben böyle kararları çabuk veremeyenlerdenimdir ama bu defa gaz pedalına basma fikri fazlasıyla iyi geldi… Ekip keyifli; Renault Türkiye İletişim Müdürü Umut Canpolat, Cosmopolitan Dergisi Yayın Yönetmeni Özlem Kotan ve yazar, çizer, not tutar, blog yazar insan Oben Budak! (Elele’nin de yazarı olduğunu atlamayayım tabii…) Telefon konuşmasından bir hafta sonra Atatürk Havalimanı’ndaydız… İstanbul’dan Amsterdam’a uçuş yaklaşık 3.5 saat sürüyor. Uçaktan inip şehir merkezindeki otelimiz Sofitel Legend The Grand’e doğru yol alıyoruz. İçinden nehir geçen şehirlerin kesinlikle masalsı bir tarafı var. Amsterdam ismini Armstel Nehri’nden alıyor. 165 kanal, 1281 köprü ile büyüleyici! En çok imrendiğim şeyse bir kez daha bisikletiyle şehirde özgürce yol alan insanlar oluyor. Şehir onların! Onlar yoldaysa siz durmak zorundasınız. Her köşede park halinde onlarca bisiklet var. Ve birçok Avrupa kentinde olduğu gibi köprü üzerinde parmaklıklarda yüzlerce anahtarsız kilit asılı... Üzerine sevdiğiniz kişinin ismini yazıp bir dilek tutmak ve kilidin anahtarını nehre atmak bu Avrupalıların uydurduğu en güzel adetlerden bence.
Ne zaman gidelim?
Nisanın başında gittik. Çok soğuktu. Bu bizim sokakları arşınlamamızı engelledi mi? Hayır! Ama ideal zaman hazirantemmuz. Hava tahmini yapmanın zor olduğu bir kent olduğunu söylüyorlar; rüzgarı içinize işleyen cinsten.
Nereye gidelim?
Çok sayıda müze var. Anne Frank ve Van Gogh Müzesi görmeden olmazlardan. Meşhur Red Light ise ‘özgür’ şehrin özgürlükte zirve yaptığı yer. Sokak kafelerinde bir şeyler yudumlamaksa şart!
Nerede yiyelim?
Biz öğle yemeğimizi şehrin en iyi İtalyanlarından Incanto’da akşam yemeğimizi ise Momo Restaurant’da yedik. İkisi de çok başarılıydı. Ama puan vermem gerekirse Incanto şampiyon olur. Momo ise suşi konusunda kitap yazar.