“Bir sabah uyandığımda saçlarımın yarısı yoktu”
31 yaşında ve bir bankada proje yöneticisi olarak çalışan Aslıhan Begüm Gökçınar, beş yıl önce bir sabah saçlarının yarısı dökülmüş olarak uyanıyor... Onun ilham verici yanı hayatla kavga etmek yerine, onunla dans etmeyi seçmiş olması. Bir daha hiç saçı çıkmayacak bir kadının, aynaları kırmaktan ilham verici bir hikayenin kahramanı olmasına uzanan dönüşümü insana çok şey öğretiyor.
Röportaj: Simay Engür
Fotoğraf: Nurdan Usta
Röportaja başlarken sözlerini Mevlana’dan alan ‘Man o To’ şarkısı çalmaya başlıyor. Aslıhan Begüm Gökçınar, şarkının sözlerini gözleri dolu dolu mırıldanıyor. Ağlaması üzüntüsünden değil çünkü onun alkışların arasında geçen hayatında kimseye nasip olmayan sevinçleri de bol ve bugün her şeye rağmen “Hayat sana teşekkür ederim!” diyebiliyor yüzünde kocaman bir gülümsemeyle birlikte. Aslıhan beş sene önce bir sabah bunaltıcı düşlerden uyandığında, saçlarının yarısı olmadığını fark ediyor; yani tam 26 yaşındayken. Sonrasında aynalar parçalanıyor, kendisiyle ve belki de çevresindeki tüm insanlarla bir savaş başlıyor. Vücudundaki tüm kılların tamamen dökülmesi, yani Alopesi teşhisi konulduğu an, günü gününe doldurulmuş üzüntüleri, bir türlü gevşemeyen sinirleriyle tam bir bunalımın içinde buluyor kendini.
Peki bir anda, ansızın, neredeyse kimsenin duymadığı, teşhisinin konması da haliyle epey uzun süren böyle bir rahatsızlığı olduğunu öğrendikten sonra, kendi olma ve kendini bulmaya dair yolculuğu nerede ve nasıl başlıyor acaba? Öyle ya, şu anda son derece güçlü, pozitif ve mutlu bir kadın var karşımızda. Peki ya o dönem? “Kabullenmekle başladı her şey. Şu an eski halime nasıl geri dönebilirim? Dönemiyorsun. Aynayı parçalıyorsun ama dönemiyorsun. Eski fotoğraflara bakıyorsun, dönemiyorsun. Çok içki ve sigara içiyorsun, dönemiyorsun. Hiçbir şekilde dönemiyorsun, geri dönüşü yok. O zaman kabul edip yoluna devam etmen lazım. Daha dik durarak, kendimle barışarak ve en önemlisi kabul ederek hayatı yeniden keşfettim” diyor. Geçmişin ağrılı anılarına kafa tutup, kozasından yeni çıkan kelebek misali rengarenk, farklılıklarıyla zenginleşen bir kadın o. Aslıhan Begüm Gökçınar’ın hikayesi insanın bam teline esaslı bir dokunuş oluyor.
Hayatla dans
Hikayesini anlatmaya şu şekilde başlıyor Aslıhan; “Ankaralıyım annem öğretmen, babam da bürokrat. Memur bir aileden geliyorum yani. Bir de ablam var. Ben küçükken, ablam Hacettepe Üniversitesi Devlet Konservatuvarı’nda yarı zamanlı şan okuyordu. Okulun kapısında devamlı ağlıyordum ‘beni de alın’ diye ama bit gibi bir şeyim tabii o zamanlar okuma yazma bile bilmiyorum! En sonunda ablamın öğretmenleri hevesimi kırmak istemediler ve son derslere girmeye başladım. Şarkı veriyorlar, onu söylüyorsun. O kadar hevesliydim ki, bitirme konserine de çıkardılar beni. Düşünsenize Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası’nda konser veriliyor ve herkes konservatuvarlı. Arada da bir tane de şarkı söyleyen bir bit var, o da benim! Büyüyünce de devam ettim yarı zamanlı olarak. Sonrasında da TRT Ankara Radyosu Çok Sesli Korosu’na girdim, o da beş yıl sürüyor zaten. Gel zaman git zaman ergenliğim başladı, dolayısıyla ses tellerime zarar vermemek açısından ara vermem gerekiyordu. Ancak ben o kadar hiperaktif bir çocuktum ki, öğretmenlerim aileme, ‘Bu çocuğu dansa falan yollayın, enerjisini atması lazım!’ dedi ve böylece dans maceram başlamış oldu. Devlet Halk Dansları’na girdim yani Kültür Bakanlığı dansçısıydım o dönem. Devamlı turnelere çıkıyoruz, Dünya’yı geziyoruz. Uzak Doğu, Amerika, Singapur… Sezen Aksu bir şarkısında der ya ‘acılarım oldu herkes gibi ve kimseye nasip olmayan sevinçlerim’, hakikaten kimseye nasip olmayan sevinçlerim oldu. İlk temsilimi Japonya’da Japon Prensi’ne karşı yaptım, Paris’te Eiffel Kulesi’nin karşısında bile dans ettim! Bir yandan da okuyorum tabii, dans hobim güya. Ama hiçbir zaman öyle görmedim ki! Esnektim, güzeldim, iyi dans ettiğimi kendim de çok iyi biliyordum, hocalarım da söylüyordu, baş dansçıydım aynı zamanda. Hayatım boyunca dans edeceğimi çok iyi biliyordum. Sonrasında üniversite dönemim geldi. Çevremin de etkisiyle dans dışında bir alan okumaya karar verdim ve Gazi Üniversitesi Biyoloji Bölümü’ne girdim. Üstelik ikinci öğretime kayıt oldum ki sabahları dans edip, akşamları okula gidebileyim. Zaman geçtikçe biyolojiyi de çok sevdim. ‘Ya Aslı bilim insanı mı olsan acaba?’ diye bile düşündüm kendi kendime. Aynı zamanda turneler de devam ediyor bir dans grubuyla birlikte, dünyayı geziyoruz bir yandan. İkisini bir arada götürmek çok zordu. Daha sonra ailecek büyük bir maddi sıkıntı yaşadık. O dönem çalışmaya başladım. Okuldan ve antrenmandan arta kalan vakitte ODTÜ’de yüzme dersleri, Bilkent’te dans dersleri veriyordum. Çok zor bir dönemdi ama ailecek birbirimize çok bağlandık. Çalışmanın, dürüst ve iyi olmanın ne kadar önemli olduğuna inandık. Çünkü ben hep ‘kötü düşünce kazanmayacak’ diye inanıyorum. Daha sonra büyük bir fırsat geldi önüme: Erzurum Kış Olimpiyatları. Burada dansçı seçmeleri yapılacaktı. Mustafa Erdoğan’la yolum kesişti ve beni Anadolu Ateşi’ne davet ettiler. Böylece İstanbul’a gelmeye karar verdim. Bir dönem Anadolu Ateşi’yle ve sonra başka bir dans grubuyla devam ettikten sonra part time çalıştığım bir şirketten organizasyon ajansına girdim. Bu işi de çok sevdim tabii ki! Ancak asıl hedefim büyük bir kurumda bu işi yapmaktı. Babam ‘ne yapmak istiyorsan, mutlaka en iyisini yapmaya çalış’ der ve ben de bu işi mutfağında öğrenmeye karar verdim. Bir ajans beni aldı, etkinlikle ilgili her şeyi kalem kalem öğrettiler ve çok kısa sürede proje müdürü oldum. Dolayısıyla kurumsal bir yere geçmek için de sabırsızlanıyordum. İşte tam olarak bu dönemde bir sabah uyandığımda saçlarımın yarısı yoktu.”
“Kendine gel!”
Aslıhan, upuzun saçlarını kendini gerçekten çok güzel hissettiği bir dönemde kaybediyor. “Bence bu da çok önemli, bazen ‘kendine gel’ diye bir duvar geliyor ve sen ona çarpıyorsun. Hani yukarıdan bakmak, kibirli davranmak gibi dönemlerimiz olur ya… Dans ediyorum, çok güzelim! Sonra bir güç, onu ne olarak adlandırdığın önemli değil ‘kendine gel, başka bir şey daha var ve bunu fark etmen gerekiyor’ diyor sana” diyerek anlatıyor o döneme dair hissiyatını. Elbette doktorlara gidiyor, araştırıyor ve çok kötü günler geçiriyor. Hiç beklemiyor böyle bir şeyi ve dökülen kısmı devamlı kapatmaya çalışıyor ama kapanmıyorlar! Tamamen saçları dökülene kadar çok uğraşıyor, o son teli bile kesmediğini söylüyor, çünkü ‘hayır duracak bunlar, geri gelecekler’ gibi şeyler düşünüyor. Tüm bu süreç o kadar hızlı ilerliyor ki, o sıralar çalışmak istediği bir bankaya iş başvurusunda bulunuyor, hatta görüşmeye giderken Gollum’a benzediğini söylüyor. Kortizon için hastaneye yatana kadarsa ailesinin durumdan haberdar olmadığını... Hastaneden çıktığında ise işe kabul edildiğini öğreniyor ve neredeyse hemen işe başlıyor.
“Beni kovacaklarını düşündüğüm için işe perukla gitmeye başladım. Hani üniversiteye girerken baş örtüsünü çıkartıp, peruk takan kadınlar gibi. Levent metrosunda bankamatiklerin orada bir kapı vardır, kimse bilmez ama ben çok iyi biliyorum. Her gün oraya geçip peruğumu çıkartıyordum. İnsanların içine çıkamıyordum, çok zor bir dönemdi benim için. Eski arkadaşlarım bu halimi bilmiyordu, sosyal medyada fotoğraf da paylaşmıyorum tabii” diyor ve ekliyor; “Bu hastalıkla baş eden insanların psikolojisini hiç kimse anlayamaz. Gerçekten çok fazla içselleştirmek gerekiyor. ‘Ya beni işten çıkarırlarsa? Ben bu işi çok istiyordum. Saçlarım yüzünden kaybedemem bu işi’ deyip sıkı sıkı tutunuyorsun ‘beni bırakmayın’ dercesine. Bir yandan da kendinle yüzleşiyorsun. Benim evim nelere şahit oldu, ne aynalar parçalandı, ‘bu hale nasıl geldim?’ krizleri yaşandı… ‘Ben kendimi bu hale nasıl getirdim?’ diyordum sürekli. Halbuki bağışıklık sistemi, virüs zannediyor saçlarını ve saçlarını döküyor. Ama ben konuyu öyle bilmiyorum. Kendimi suçluyordum devamlı o sıralar… Çünkü doktorlar da tam olarak neden böyle olduğunu henüz bilemiyorlardı.”
“Kenarlarımı törpüledim”
Hepimiz bu ülkede engelli ya da farklı bir görünüme sahip olmanın ne kadar zor olduğunu biliyoruz. Peki ya insanların, saçları olmayan bir kadına olan tepkisi nasıldı sokaklarda? “İlk dönemlerimde insanlarla kavga ediyordum. Vapura bindiğimde bana baktıklarını fark ettiğimde ‘neden bakıyorsunuz?’ dercesine bakıyordum ben de. Sanırım eskiden daha siyah beyazdım; yani ya çok siyahtım ya da çok beyaz. Güzel olduğumu hissettiğim anlarda farkında değildim, beyazı görmüyordum. Beyaz olduğumda da siyahı görmüyordum. Şu an grileştim! Karelerimin kenarlarını törpüledim, farkındalığım arttı ve bunu rahatsızlığım sonucu yaşadım tabii ki. Benim gibi ya da başka hastalıkları olan insanları hiç görmemiştim. Şimdi çok renkli etrafım, benim gibi çok fazla insan olduğunu görebiliyorum. Bize kültürel olarak kodlanmış şeyler de var tabii ki. Yurt dışında insanların bana baktığını pek görmedim, yalan söyleyemeyeceğim. Bunalımda olduğum bir dönem, Fransa’ya gitmiştim. Kimse bana bakmıyordu ama burada kültürel kodlar bambaşka. Türklerin içselleştirme özelliği çok fazla. ‘Yazık ya, çok da genç başına neler gelmiş?’ diye bakıyorlar sana. Farklı tik hastalıkları olan insanlar için de böyle mesela, herkes onlara bakıyor. Sen nasıl bu dünyaya ait hissediyorsan, onlar da bu dünyaya ait hissediyor kendini ve ötekileştirmiyor kimseyi. Eskiden çok keskindim yani. Siyahsam siyahtım beyazsam beyazdım. Şimdi griyim.”
Kendiyle yüzleşme
Bu hikayedeki ilk cesaret adımını merak ediyor ve soruyoruz: Peki peruğu çıkartmaya nasıl karar verdiniz? Şöyle devam ediyor Aslıhan; “Çalıştığım kurumda Sarah Brightman konserini düzenliyorduk. Sahneye çıkacak müzisyenlerden de eski arkadaşlarım var, tabii gizlendiğim için hastalığımı bilmiyorlar. Ömrüm boyunca dik durdum ve yine dik durup aslında kendimle ve herkesle yüzleşmeye karar verdim. O gece tanıdığım birçok kişi konsere gelecekti ve insanlar kapıdan içeri girmeye başladıklarında ben kapıda peruksuz duruyordum! Direktörümü ilk gördüğüm anı hatırladığımda hala gözlerim doluyor. ‘Aaa çok güzel olmuş!’ dedi sevinçle ve ben o geceden sonra asla peruk takmadım! Tabii ki herkes çok destek oldu. Çok güzel göründüğümü ve benim adıma çok mutlu olduklarını söylediler her zaman. Hastalığı kabullendikçe hayat bana daha güzel şeyler getirmeye başladı. Bunu nasıl betimleyeceğimi bilmiyorum ama hakikaten inanmak lazım! Dans ederken kimseye kısmet olmayacak sevinçler yaşadım demiştim ya, aynı mutlulukları saçlarım olmadığı için de yaşadım. Çok güzel insanlarla tanıştım ve bilinirliliğim arttı. Bu durumum sayesinde hayatımdaki en özel insanlar bana geldi. Hayat getirdi onları bana… Şimdi herkese seslenmek istiyorum: Birbirimizden nefret etmeden yaşamak mümkün. Bir saniyeliğine kabul etmek, saygı duymak çok büyük yetiler değil. Ne olur birkaç saatliğine herkes sevgi dolu olsun, mutsuz eden her şeyin sebebi sevgisizliğe ve kötü düşünceye dayanıyor. Bir dakika herkesi sev ve herkesi olduğu gibi kabul et! Ona, olduğu şekilde sarıl. Hiçbir şeyi sınırlamadan, tanımlamadan hepimiz bir arada olup birlikte neler yapabileceğimize bakalım.”
İdol olarak kabul edebileceğimiz bu harika kadının kendisinin de bir idolü olup olmadığı merak ediyoruz. “İdolüm yok. Herkesten bir şey öğrenebilirsin bu hayatta. Puzzle misali… Herkesten bir parça alıp birleştiriyorsun ve ortaya ahenkli nefis bir şey çıkıyor. Herkesin bambaşka bir hikayesi var. Dürüstlüğü için babamı, iyi kalpliliği için annemi idolleştirebilirim örneğin. Eskiden bu kadar iyi kalpli miydim, emin değilim… Ama annemi gördükçe ondan çok beslendim. Herkesten beslenmek mümkün, kediyi çok seven bir teyzeden bile!”
Son olarak tüm bu yaşadıklarının ardından yalnızca mutlu insanlara tutunduğunu ve etrafında mutsuz insan varsa onları da mutlu etmeye çalıştığını söylüyor Aslıhan Begüm Gökçınar. Neden sonra anlıyoruz ki; “Yeryüzünde göz göze gelmenin bile bir hatırı yok mu?” diye soran şairi. Gerçekten de ‘farklı’ bellediğimiz ve hikayesini bilmeden acıyarak baktığımız herkesin hatırı var üzerimizde. Farklılıkları normal karşılayıp, her birinin sessiz şimşekler gibi kafamızın içinde bir farkındalık yaratması gerekiyor. Bunu Aslıhan gibi insanlar sayesinde, hep birlikte başarmak dileğiyle.