Standartların ötesinde
‘Merhamet’ dizisiyle adını duyurdu. Sorunlu bir karakteri canlandırıyordu ve herkes onu konuşuyordu. Ardından ‘Muhteşem Yüzyıl’ ve ‘Su ve Ateş’le yoluna devam etti. Senenin en iddialı projesi ‘Şeref Meselesi’ ile gündemimize yerleşen Yasemin Kay Allen, altın çağını yaşıyor!
Sibel’in yerinde olsaydınız ve Yiğit ile Emir arasında kalsaydınız, nasıl bir tepki verirdiniz?
Zor bir durum çünkü Sibel de açıkçası Emir’e aşık değil. Aşık olsa etrafa söylemekle ilgili herhangi bir tereddütü olmaz. Biraz garantici bir kız. Kafamızda kendimize yakıştırdığımız bir tip olur, görüşmeye başlarız fakat kalbimiz istediğimiz yönde ilerlemez ve bazı tepkiler oluşmaz. ‘Hayattan istediğim bu değildi, niye bir şey hissetmiyorum?’ gibi sorgulamalar yaşayabiliriz hepimiz. Sibel’de de durum biraz böyle. Yiğit ise daha içgüdüsel yaşayan, insanların düşüncelerini takmayan, başına buyruk bir tip. Sibel Yiğit’in vurdumduymazlığı özeniyor. Yiğit’e hissettiği tutkunun altında bu yatıyor. Zamanla bütün bu duygularla nasıl başa çıktığını göreceğiz Sibel’in. Kalp her zaman aklı yener. Öyle inanıyorum. İdeal olanı yapmam gerektiğinde bazen içimden bir ses bu doğru değil diyor ve gerçekten öyle oluyor. Bence kalbine göre hareket etmek seni her zaman doğru yöne itiyor. Canın yanabilir ama sonuçta hayattan daha çok tat alırsın.
Yani sizin için de kimin ne dediği çok önemli değil. Önemli olan kalbin ne istediği öyle mi?
Evet, hatta Sibel’in de aslında öyle olmak istediğini düşünüyorum.
İlk kez kamera karşısına geçtiğiniz günden beri sizde neler değişti?
Ne değişmedi ki! 18 yaşındaydım geldiğimde. Daha vurdumduymaz olmayı öğrendim. Tabii bu kamera karşısına geçmekle değil, tanınmakla ilgili. İnsanların gözünün sürekli üzerinizde olması insanı biraz sorumluluk sahibi olmaya itiyor.
Röportaj: Sinem Gürleyük
Fotoğraf: Tamer Yılmaz
Adınızı duyunca hep pozitif bir tablo çiziliyor önümde. İnsanın kendini anlatması pek kolay değildir ama Yasemin Allen nasıl biri?
Yüzde yüz pozitif bir bakış açım var diyemem ama insanları güldürmeyi, gülmeyi ve güzel enerjiler paylaşmayı çok seviyorum. İş söz konusu olduğunda biraz daha ciddi olabiliyorum. Aslında ben bütün duyguları yaşayabilen biriyim. Ne pozitif ne karamsar diye anlatamam kendimi. Her şeyden biraz var ve gününe göre, etrafımdaki insanları ne kadar tanıdığıma göre değişebiliyor bu duygular. İnsanlarla samimiyet kurmam zaman alabiliyor.
Hikayenizin hangi dönemindesiniz şu anda?
Bazen kafamın içinde geleceğimi gösteren bir çizgi varmış, ben onu takip ediyormuşum gibi geliyor. Çünkü tam olarak olmam gereken noktadaymışım gibi hissediyorum. Olmayı beklediğim yerdeyim, huzurluyum. Her şey doğru zamanda doğru yere oturdu. Yedi sene oldu Türkiye’ye döneli ve yurt dışında geçirdiğim vakti burada tamamladım. Yani döngü aslında tamamlandı.
‘Şeref Meselesi’ hikayenize nasıl dahil oldu?
Aslında, ‘Merhamet’, ‘Muhteşem Yüzyıl’ ve ‘Su ve Ateş’in ardından yazın tatil yapmak istiyordum. Bir de arada reklam çektim. Yazın biraz dinlensem mi derken ‘Şeref Meselesi’nin projesinden haberdar oldum. Deneme çekimleri yaptık rol arkadaşlarımla birlikte ve ‘Şeref Meselesi’ böylece hayatıma girdi. Senaryodan çok güzel bir tat aldım, canlandırdığım karakter de gerçekten benim için keyifli bir rol.
Dizinin ilk bölümünü izlediğinizde neler hissettiniz?
Tahmin ettiğim gibi bir iş olduğunu gördüm. Projenin kamera arkasını ve hatta her şeyini iyi bildiğin için dışaradan bir gözle bakamıyorsun çok fazla. Fakat ilk bölümü gerçekten seyirci gibi izleyebildim ve ilk bölüm her açıdan beni çok etkiledi.
Çok büyük bir reklam çalışmasıyla girdi dizi yayına. Beklenti de oldukça yüksek. Bu, bir oyuncuya ekstra sorumluluk yüklüyor mu?
Yüklüyor tabii. Fakat artık bir projenin reyting kaygısıyla tek bir oyuncuya bağlı kalma düşüncesi kırılmaya başladı. Hikayenin ne kadar önemli olduğu görüldüğü için artık senaryoların değeri daha iyi biliniyor. Seyircinin farklı tatlar aradığı anlaşıldı. Bizim dizimiz tüm bu kriterleri yakalıyor. Beş başrolümüz var. Ve biz hepimiz bu sorumluluğu taşıyoruz, elimizden geldiğince görevimizi yerine getiriyoruz. Elbette ‘keşke şunu şöyle oynasaydım’ dediğim anlar oluyor ama bir şey olmayınca benim yüzümden olmadı hissiyatına girmiyorum. Hepimiz birbirimizi destekliyoruz. Güzel bir dayanışma var aramızda.
Kendini rahat izleyebilen oyunculardan mısınız?
Zor bir şey insanın kendini izlemesi, gerçekten. Hiçbir oyuncunun da kendini çok rahat izleyebildiğini sanmıyorum. Mutlaka tedirgin olur, tırnaklarını kemirir! Ayrıca bu, güzel bir heyecan. Hiçbir zaman o rahatlığa ermek istemem.
‘Şeref Meselesi’ nasıl bir hikaye anlatıyor bize?
Tutkulu. Sadece kadın-erkek ilişkileriyle alakalı değil, her karakterin bireysel olarak bir tutkusu, amacı var hayatta ve hepsi istedikleri şeyin peşinden gidiyor. Aynı zamanda heyecanlı, sıcak, hüzünlü ve samimi bir hikaye...
Rol arkadaşlarınızı tek bir cümleyle anlatmanızı istesek bize neler söylersiniz?
Şükran gerçekten espritüel biri. Burcu çok profesyonel. Şükrü’nün çok naif bir enerjisi var. Kerem de işinde ciddi özel hayatında komik biri.
Sibel karakteri sizi kızdırıyor mu?
Evet, tabii ki çeliştiğimiz durumlar oluyor.
Sanki ilk bölümde burnu havada bir tip gibi geldi ama sonraki bölümlerde öyle olmadığı ortaya çıktı…
Hikaye aslında biraz hızlı ilerliyor. Bir de Emir’le olan ilişkisi de bu duruma yansıyor. Sibel de babasını erken yaşta kaybediyor. Bu yüzden biraz fazla duvarı var, onları düşürdüğü zaman naif yanı ortaya çıkıyor. Sibel’in lükse düşkünlüğü de var. Çünkü onu hak ettiğini düşünüyor. Üstelik bir de anne faktörü var. Annesi sürekli lüks hayatı aşılamış kızına. Annesinin zenginlik baskısından aslında hoşlanmıyor. Bir erkekten beslenerek zenginliği elde etmeyeceği düşüncesine sahip bir kız. Fakat arada aile baskısına yenik düştüğü durumlar oluyor.
İnancınız artınca nasıl bir kadına dönüşüyorsunuz peki?
Heyecanlanıyorum, gülüyorum. Hayat enerjim hepimizde olduğu gibi yükseliyor. Mutlu oluyorsun çünkü karşında mutlu etmek istediğin, değer verdiğin ve tanımak istediğin biri var. Aşk, ilk başladığında insanın gözünü dolduran, kalbini attıran şey. Ve bence ilişkideki sorumluluk, o potansiyeli yitirmemek. Yani bizim ilişkimiz artık böyle rayına oturdu demeden, iletişimi açık tutup, daha güzel yerlere itebilmekte saklı aşkı canlı tutmak.
Anne olma hayalleri sizin için nerede duruyor?
Epey uzakta! 1-2 sene öncesine kadar annelik içgüdüsü dedikleri şey gerçekten yoktu bende. Şimdi biraz biraz hissediyorum. Mesela çok severim ama bebek tutamam, tuttuğumda onlar da benden almıyorlar o enerjiyi. Annelik kesinlikle şu anda benim bedenimde var olan bir şey değil. Hazır olduğumda da çocuk yapabilecek miyim bilmiyorum tabii.
Sabah gazeteleri açıp hakkınızda yazılanları gördüğünüzde ne yapıyorsunuz?
Sosyal medya iyi ki var! Her şeye cevap veremezsin ama sosyal medya sayesinde pek çok şeye cevap verebiliyorum ya da yanlışları düzeltebiliyorum. Ama sinirlenmemeyi, bunun işimizin bir parçası olduğunu öğrenmeye başladım. Her şeye gerçekten sinirlenemezsin. Artık pek çok şeyi okumuyorum zaten.Bu tanınma durumu sizde hangi tellerin kopmasına sebep oldu?
İnsanlara karşı daha dürüstüm, duvarlarım kırıldı. Çünkü insanlara içyüzünü göstermeden yaşayamazsın. Yani yaşarsın da tat alamazsın. Aslında durum yine kalbine göre yaşamaya dönüyor. İnsanlarla dürüst bir şekilde bağlantı kurmazsan aldığın dersler işlemez ki sana! Ayrıca hayatında samimi insanlar olsun istiyorsan senin de insanlarla samimi olman lazım. Tek bir yerde, ofiste çalışsaydım belki kurduğum iletişim daha sabit olurdu ama ben işim sebebiyle sürekli yeni insanlarla tanışıyorum. Bu yüzden daha net ve direkt iletişim kuruyorum. Diğer türlü herkes seni bir tarafa çekiyor.
Oyunculuk ne kadar hayatınız?
Yaşadığım süreç içinde sevdiğim iş oyunculuk diyebilirim. Fakat bir şey için yaşamak pek bana göre değil. Hayatımın merkezine çok yakın olsa da, merkezde oyunculuk değil ben varım.
Bir de tiyatro oyununuz var. ‘Cinayetle İlgili Tatlı Hayaller’ nasıl bir oyun?
Kara mizah! Senelerdir sahneye çıkamıyorum. Benim için çok iyi oldu. Martha diye bir karakteri canlandırıyorum. Avrupa’nın sessiz bir yerinde annesiyle birlikte otel işleten bir kız. Babasının ölümünden sonra otellerine gelen zengin müşterileri öldürüp, paralarını almaya başlıyorlar. Aslında bir kaçış planlıyorlar…
Kendinizi ne kadar Türk hissediyorsunuz?
Aslında ‘şöyleyim, böyleyim’ diye kategorize etmemeye çalışıyorum çünkü sınırlar oluşuyor böyle. Fakat çevremdekiler ‘Sen dışarıdan İngiliz görünüyorsun ama bayağı bizdensin’ diyor hep. Espri anlayışımın epey Türkleştiğini söyleyebilirim.
Yurt dışında yaşayıp, Türkiye’ye döndükten sonra en çok neyi garipsediniz?
İnsanların birbirlerini daha fazla yargılamaları ve insanların ‘etraf ne der?’ düşüncesiyle yaşamaları. Aslında bunu garipsemiyorum da üzülüyorum.
Annenizden öğrendiğiniz en önemli şey ne?
Kendi değerini bilip mütevazılığından taviz vermemek.
Ne ağlatır sizi?
Gün batımı, yavru kediler, romantik filmler… Çok ağlarım ben. Yani sadece üzüntülü ağlamalar değil, mutlu ağlamalarım da var. Fakat beni en çok ağlatan duygu merhamet.
Aşık olduğunuzu bütün dünya bilsin ister misiniz?
Aşık olduğumda belli ediyorum biraz.
Aşk nerede?
İçimizde! Uzun süre aşk var mı yok mu sorguladım. ‘Yok öyle bir şey’ diyerek ergen sinirlenmeleri yaşadım. ‘Aşk diye bir şey yok, her şey kimyasal’ gibi düşüncelere daldım. Sonra baktım ben inansam da inanamasam da insanlar yaşıyor aşkı. O yüzden ‘inandığın kadar aşık olabilirsin’ düşüncesine vardım. Aşk inançta, ona ne kadar inanmak istediğinde yatıyor. Ne kadar inanırsan o kadar var olmasını sağlıyorsun.
Siz şu anda ne kadar inanıyorsunuz?
İnanıyorum.
Zor bir durum çünkü Sibel de açıkçası Emir’e aşık değil. Aşık olsa etrafa söylemekle ilgili herhangi bir tereddütü olmaz. Biraz garantici bir kız. Kafamızda kendimize yakıştırdığımız bir tip olur, görüşmeye başlarız fakat kalbimiz istediğimiz yönde ilerlemez ve bazı tepkiler oluşmaz. ‘Hayattan istediğim bu değildi, niye bir şey hissetmiyorum?’ gibi sorgulamalar yaşayabiliriz hepimiz. Sibel’de de durum biraz böyle. Yiğit ise daha içgüdüsel yaşayan, insanların düşüncelerini takmayan, başına buyruk bir tip. Sibel Yiğit’in vurdumduymazlığı özeniyor. Yiğit’e hissettiği tutkunun altında bu yatıyor. Zamanla bütün bu duygularla nasıl başa çıktığını göreceğiz Sibel’in. Kalp her zaman aklı yener. Öyle inanıyorum. İdeal olanı yapmam gerektiğinde bazen içimden bir ses bu doğru değil diyor ve gerçekten öyle oluyor. Bence kalbine göre hareket etmek seni her zaman doğru yöne itiyor. Canın yanabilir ama sonuçta hayattan daha çok tat alırsın.
Yani sizin için de kimin ne dediği çok önemli değil. Önemli olan kalbin ne istediği öyle mi?
Evet, hatta Sibel’in de aslında öyle olmak istediğini düşünüyorum.
İlk kez kamera karşısına geçtiğiniz günden beri sizde neler değişti?
Ne değişmedi ki! 18 yaşındaydım geldiğimde. Daha vurdumduymaz olmayı öğrendim. Tabii bu kamera karşısına geçmekle değil, tanınmakla ilgili. İnsanların gözünün sürekli üzerinizde olması insanı biraz sorumluluk sahibi olmaya itiyor.
Röportaj: Sinem Gürleyük
Fotoğraf: Tamer Yılmaz
Adınızı duyunca hep pozitif bir tablo çiziliyor önümde. İnsanın kendini anlatması pek kolay değildir ama Yasemin Allen nasıl biri?
Yüzde yüz pozitif bir bakış açım var diyemem ama insanları güldürmeyi, gülmeyi ve güzel enerjiler paylaşmayı çok seviyorum. İş söz konusu olduğunda biraz daha ciddi olabiliyorum. Aslında ben bütün duyguları yaşayabilen biriyim. Ne pozitif ne karamsar diye anlatamam kendimi. Her şeyden biraz var ve gününe göre, etrafımdaki insanları ne kadar tanıdığıma göre değişebiliyor bu duygular. İnsanlarla samimiyet kurmam zaman alabiliyor.
Hikayenizin hangi dönemindesiniz şu anda?
Bazen kafamın içinde geleceğimi gösteren bir çizgi varmış, ben onu takip ediyormuşum gibi geliyor. Çünkü tam olarak olmam gereken noktadaymışım gibi hissediyorum. Olmayı beklediğim yerdeyim, huzurluyum. Her şey doğru zamanda doğru yere oturdu. Yedi sene oldu Türkiye’ye döneli ve yurt dışında geçirdiğim vakti burada tamamladım. Yani döngü aslında tamamlandı.
‘Şeref Meselesi’ hikayenize nasıl dahil oldu?
Aslında, ‘Merhamet’, ‘Muhteşem Yüzyıl’ ve ‘Su ve Ateş’in ardından yazın tatil yapmak istiyordum. Bir de arada reklam çektim. Yazın biraz dinlensem mi derken ‘Şeref Meselesi’nin projesinden haberdar oldum. Deneme çekimleri yaptık rol arkadaşlarımla birlikte ve ‘Şeref Meselesi’ böylece hayatıma girdi. Senaryodan çok güzel bir tat aldım, canlandırdığım karakter de gerçekten benim için keyifli bir rol.
Dizinin ilk bölümünü izlediğinizde neler hissettiniz?
Tahmin ettiğim gibi bir iş olduğunu gördüm. Projenin kamera arkasını ve hatta her şeyini iyi bildiğin için dışaradan bir gözle bakamıyorsun çok fazla. Fakat ilk bölümü gerçekten seyirci gibi izleyebildim ve ilk bölüm her açıdan beni çok etkiledi.
Çok büyük bir reklam çalışmasıyla girdi dizi yayına. Beklenti de oldukça yüksek. Bu, bir oyuncuya ekstra sorumluluk yüklüyor mu?
Yüklüyor tabii. Fakat artık bir projenin reyting kaygısıyla tek bir oyuncuya bağlı kalma düşüncesi kırılmaya başladı. Hikayenin ne kadar önemli olduğu görüldüğü için artık senaryoların değeri daha iyi biliniyor. Seyircinin farklı tatlar aradığı anlaşıldı. Bizim dizimiz tüm bu kriterleri yakalıyor. Beş başrolümüz var. Ve biz hepimiz bu sorumluluğu taşıyoruz, elimizden geldiğince görevimizi yerine getiriyoruz. Elbette ‘keşke şunu şöyle oynasaydım’ dediğim anlar oluyor ama bir şey olmayınca benim yüzümden olmadı hissiyatına girmiyorum. Hepimiz birbirimizi destekliyoruz. Güzel bir dayanışma var aramızda.
Kendini rahat izleyebilen oyunculardan mısınız?
Zor bir şey insanın kendini izlemesi, gerçekten. Hiçbir oyuncunun da kendini çok rahat izleyebildiğini sanmıyorum. Mutlaka tedirgin olur, tırnaklarını kemirir! Ayrıca bu, güzel bir heyecan. Hiçbir zaman o rahatlığa ermek istemem.
‘Şeref Meselesi’ nasıl bir hikaye anlatıyor bize?
Tutkulu. Sadece kadın-erkek ilişkileriyle alakalı değil, her karakterin bireysel olarak bir tutkusu, amacı var hayatta ve hepsi istedikleri şeyin peşinden gidiyor. Aynı zamanda heyecanlı, sıcak, hüzünlü ve samimi bir hikaye...
Rol arkadaşlarınızı tek bir cümleyle anlatmanızı istesek bize neler söylersiniz?
Şükran gerçekten espritüel biri. Burcu çok profesyonel. Şükrü’nün çok naif bir enerjisi var. Kerem de işinde ciddi özel hayatında komik biri.
Sibel karakteri sizi kızdırıyor mu?
Evet, tabii ki çeliştiğimiz durumlar oluyor.
Sanki ilk bölümde burnu havada bir tip gibi geldi ama sonraki bölümlerde öyle olmadığı ortaya çıktı…
Hikaye aslında biraz hızlı ilerliyor. Bir de Emir’le olan ilişkisi de bu duruma yansıyor. Sibel de babasını erken yaşta kaybediyor. Bu yüzden biraz fazla duvarı var, onları düşürdüğü zaman naif yanı ortaya çıkıyor. Sibel’in lükse düşkünlüğü de var. Çünkü onu hak ettiğini düşünüyor. Üstelik bir de anne faktörü var. Annesi sürekli lüks hayatı aşılamış kızına. Annesinin zenginlik baskısından aslında hoşlanmıyor. Bir erkekten beslenerek zenginliği elde etmeyeceği düşüncesine sahip bir kız. Fakat arada aile baskısına yenik düştüğü durumlar oluyor.
İnancınız artınca nasıl bir kadına dönüşüyorsunuz peki?
Heyecanlanıyorum, gülüyorum. Hayat enerjim hepimizde olduğu gibi yükseliyor. Mutlu oluyorsun çünkü karşında mutlu etmek istediğin, değer verdiğin ve tanımak istediğin biri var. Aşk, ilk başladığında insanın gözünü dolduran, kalbini attıran şey. Ve bence ilişkideki sorumluluk, o potansiyeli yitirmemek. Yani bizim ilişkimiz artık böyle rayına oturdu demeden, iletişimi açık tutup, daha güzel yerlere itebilmekte saklı aşkı canlı tutmak.
Anne olma hayalleri sizin için nerede duruyor?
Epey uzakta! 1-2 sene öncesine kadar annelik içgüdüsü dedikleri şey gerçekten yoktu bende. Şimdi biraz biraz hissediyorum. Mesela çok severim ama bebek tutamam, tuttuğumda onlar da benden almıyorlar o enerjiyi. Annelik kesinlikle şu anda benim bedenimde var olan bir şey değil. Hazır olduğumda da çocuk yapabilecek miyim bilmiyorum tabii.
Sabah gazeteleri açıp hakkınızda yazılanları gördüğünüzde ne yapıyorsunuz?
Sosyal medya iyi ki var! Her şeye cevap veremezsin ama sosyal medya sayesinde pek çok şeye cevap verebiliyorum ya da yanlışları düzeltebiliyorum. Ama sinirlenmemeyi, bunun işimizin bir parçası olduğunu öğrenmeye başladım. Her şeye gerçekten sinirlenemezsin. Artık pek çok şeyi okumuyorum zaten.Bu tanınma durumu sizde hangi tellerin kopmasına sebep oldu?
İnsanlara karşı daha dürüstüm, duvarlarım kırıldı. Çünkü insanlara içyüzünü göstermeden yaşayamazsın. Yani yaşarsın da tat alamazsın. Aslında durum yine kalbine göre yaşamaya dönüyor. İnsanlarla dürüst bir şekilde bağlantı kurmazsan aldığın dersler işlemez ki sana! Ayrıca hayatında samimi insanlar olsun istiyorsan senin de insanlarla samimi olman lazım. Tek bir yerde, ofiste çalışsaydım belki kurduğum iletişim daha sabit olurdu ama ben işim sebebiyle sürekli yeni insanlarla tanışıyorum. Bu yüzden daha net ve direkt iletişim kuruyorum. Diğer türlü herkes seni bir tarafa çekiyor.
Oyunculuk ne kadar hayatınız?
Yaşadığım süreç içinde sevdiğim iş oyunculuk diyebilirim. Fakat bir şey için yaşamak pek bana göre değil. Hayatımın merkezine çok yakın olsa da, merkezde oyunculuk değil ben varım.
Bir de tiyatro oyununuz var. ‘Cinayetle İlgili Tatlı Hayaller’ nasıl bir oyun?
Kara mizah! Senelerdir sahneye çıkamıyorum. Benim için çok iyi oldu. Martha diye bir karakteri canlandırıyorum. Avrupa’nın sessiz bir yerinde annesiyle birlikte otel işleten bir kız. Babasının ölümünden sonra otellerine gelen zengin müşterileri öldürüp, paralarını almaya başlıyorlar. Aslında bir kaçış planlıyorlar…
Kendinizi ne kadar Türk hissediyorsunuz?
Aslında ‘şöyleyim, böyleyim’ diye kategorize etmemeye çalışıyorum çünkü sınırlar oluşuyor böyle. Fakat çevremdekiler ‘Sen dışarıdan İngiliz görünüyorsun ama bayağı bizdensin’ diyor hep. Espri anlayışımın epey Türkleştiğini söyleyebilirim.
Yurt dışında yaşayıp, Türkiye’ye döndükten sonra en çok neyi garipsediniz?
İnsanların birbirlerini daha fazla yargılamaları ve insanların ‘etraf ne der?’ düşüncesiyle yaşamaları. Aslında bunu garipsemiyorum da üzülüyorum.
Annenizden öğrendiğiniz en önemli şey ne?
Kendi değerini bilip mütevazılığından taviz vermemek.
Ne ağlatır sizi?
Gün batımı, yavru kediler, romantik filmler… Çok ağlarım ben. Yani sadece üzüntülü ağlamalar değil, mutlu ağlamalarım da var. Fakat beni en çok ağlatan duygu merhamet.
Aşık olduğunuzu bütün dünya bilsin ister misiniz?
Aşık olduğumda belli ediyorum biraz.
Aşk nerede?
İçimizde! Uzun süre aşk var mı yok mu sorguladım. ‘Yok öyle bir şey’ diyerek ergen sinirlenmeleri yaşadım. ‘Aşk diye bir şey yok, her şey kimyasal’ gibi düşüncelere daldım. Sonra baktım ben inansam da inanamasam da insanlar yaşıyor aşkı. O yüzden ‘inandığın kadar aşık olabilirsin’ düşüncesine vardım. Aşk inançta, ona ne kadar inanmak istediğinde yatıyor. Ne kadar inanırsan o kadar var olmasını sağlıyorsun.
Siz şu anda ne kadar inanıyorsunuz?
İnanıyorum.